28 Aralık 2009 Pazartesi

KİTAPLARI TAKİP EDENLERLE, STADLARI TAKİP EDENLER

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Kitaplık dava”, “kitaplık çap”, “kitaplık şahsiyet”, “kitaplık destan”a bir de “kitaplık şehir”i ekleyerek başlayalım…

Derler ki; Osmanlı Sultanı IV. Murat, insanları ikiye ayırırdı: “Kitapları takip eden insanlar ve kitapların takip ettiği insanlar!” Müthiş ! Dünya hakimi bir ülkenin sultanının, insanları “kitap referanslı” değerlendirmesi oldukça önemli. Bu cümlede Osmanlı “fetih”lerinin ruhunu yakalamak da mümkün. Sahip/hakim olduğu topraklara atıf yaparak şöyle de diyebilirdi: “Toprakları takip eden insanlar. Toprakların takip etitği insanlar.” Veya hazinesine gönderme yaparak: “Servetleri takip eden insanlar. Servetlerin takip ettiği insanlar.” Örnekleri çoğaltmak mümkün. “Değer” olarak sadece kitabı referans alarak, insanları tasnif ediyor.

IV. Murad’ın “kitap”ı referans almasının sebebi nedir bilmiyoruz. Bildiğimiz o ki; Osmanlı Sultanları’nın “yaptıkları her işte kitap”tan yola çıkıp gene kitaba vardıklarını yâni, uygulamalarının sonucunu “kitapla test” ettiklerini, milyonlarca arşiv belgesinden, Osmanlı kroniklerinden ve diğer kitaplardan okuyoruz, biliyoruz. Kitabın doğrulamadığı, kitabın ‘cevaz vermediği’ hiçbir şeyin meşruiyeti yok…

Şehrimizi bize ‘açan’ Fatih’in, ülkesinin en geniş coğrafya ve nüfusa sahip olduğu, şehrimizde 23 yıl Valilik yapan Yavuz Sultan Selim ve şehrimizde doğan Kanuni Sultan Süleyman’ın “kitap”ları takip edenlerden olduğu gibi, ‘kitapların takip ettikleri’nden olduğuna vurgu yapmaya gerek yok. “Hayatları kitap, kitapları hayatları” olan bu üç Sultan’ın ruh ve biyolojik genlerinde Trabzon’un önemli izleri bulunduğunu söylemek gerekiyor mu?

Trabzon’un modern zamanlarda tarihî hafızasına yabancılaşma eğilimini düşündüğümüzde böyle bir hatırlatmayı yapmak gerekiyor. Hafızası bütünüyle silinmemiş ancak, tarihî hafızasıyla bugünkü eğilimleri arasında kapanması zor bir açılma olduğu görülüyor. İdrak ve enerjisini sarfettiği alanlara veya bugünkü ‘şehir referansları’na baktığımızda, geçmişine yönelik hatırlatmalara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Kitabı rehber edinen bir dünyanın şehirleri “kitap şehir”lerdir, “kitaplaşmış şehir”lerdir.

Trabzon tarihsel çizgisinde, önemli bir kitabın hissederek-hazmederek satır satır okunması gibi takip ediliyor, okunuyordu. “Kitapların takip ettiği insanlar”ı kendisine doğru çeken bir şehir, içerisinde yaşayanlarla ‘takip edilen’ bir şehirdi.. Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin rüya ve dehasının tecelli ettiği yâni, “kitapların takip ettiği insanlar”a yatak olan bir şehir, bugün “ne olduğu”nu, “nereye gideceği”ni, “ne ile uğraştığı”nı sorgulamaya ihtiyaç hissetmemeli !

Çünkü; bir zamanlar şehir bir kitap gibi okunuyordu. Kitabın cildi de sayfaları da insanı büyülüyordu !

Bir zamanlar “kitapla hayat bulan” şehrin insanlarının bugün kitaptan “bîtap:bitkin“ düşmesi nasıl açıklanabilir? Şehir kitapla bağını kopardığı an, ‘kendisi olmak’tan çıkıp başkalaşmaya başlar.

Bugünün Trabzon’una baktığımızda “kitapları takip eden”lerin yerine “stadları takip eden”lerin kütlesel ifadesi, artık kitapları “terk” ettiğimizi gösteriyor. Kitapların sayfalarının değil de, büyülenmiş gibi futbol karşılaşmasının dakikalarının çevrildiği bir şehirde tarih koridorlarında halâ ayak sesleri duyulan “kitapları takip edenlerle, kitapların takip ettikleri”, bir şey ifade ediyor mu?

Şehir kütüphaneye değil ‘arena’ya dönüşüyorsa, orada kitabın adı ve yeri yoktur ! Günümüzün metropolleri, şehirleri böylesine bir arenalaşmış şehirlere dönüşüyor.

Tarihin Roma arenalarındaki gladyatörleri ile bugünün stadyumlarındaki futbolcuları düşünün. Etimoloji’de “gladyatör; gösteri için savaşan kişi”, “Gladyus; Galyalı’lara özgü kılıç” olarak tanımlanıyor. Bugün de ‘futbol topu’nun ‘gladyus’ haline gelmesi ve “stadyum–arena iştahının şehrin bütününe yayılması, enerjinin nerelerde heba edildiğini gösteriyor…

Şehirde her şeye yer var, kitaba yer yok ! Hem de medeniyet şehirlerinde. Paketlenmiş, ‘bizim de kütüphanelerimiz var’ yolu şehir mobilyası cinsinden kitap ve kütüphaneden bahsetmiyoruz.

Üstad Necip Fazıl 1939’da “Tefessüh Vesikaları” başlıklı yazısında “kıyamet gününde güneşin, battığı yerden doğacağı söylenir. Bu işaret, bir bünyenin, tefessüh ettiği zaman itiyatlarına (alışkanlıklarına) zıd faaliyetlere geçeceğini ihtar içindir.” diyor. Bir şehir de tefessüh (çürüme, bozulma) ettiği zaman; bünyesine aykırı faaliyetleri, ‘bünyesinin gereği’ imişçesine üretmeye, tekrar etmeye başlar.

Şehrimizde futbolla kitap arası bir mukayese yapıyoruz sanılmasın. Futbola yöneltilen, sevkedilen enerjinin “kitap”ı nasıl dışladığına, kitaptan uzaklaşıldığına vurgu yapmak istiyoruz. Kitapların sayfalarını kapatıp stadyumlardan seslerin yükseldiği yeri ağırlık merkezi alan bir şehrin akıbetini düşünün !

Her şehir geleceğe bıraktıklarıyla hatırlanır. Kitabı terk etmiş şehirler, hafızasını terk etmiş, geleceğini heba etmiş şehirlerdir..

Tarihte şehirler sadece coğrafi ve stratejik konumuyla değil, düşüncede açtıkları çığırlarla da hatırlanırlar. “Ekol şehirler” dediğimiz bu şehirler medeniyet merkezleri olmuş şehirlerdir. Bağdat Ekolü, Basra Ekolü, Medine Ekolü, vs.. Çoğaltmak mümkün.. Batı için de böyle… “Kütüphane” dediğimizde hemen hatırladığımız “kütüphane şehirler”: İskenderiye, Kurtuba, İstanbul, Konya, Bağdat, Kazan…

“Kitap ve Şehir” ilişkisinden bir şehrin “kitap deposu” olmasını değil; kitabın ve kütüphanenin ‘talep edilebilir değer’ haline geldiği bir “bünye”leşmeyi kastediyoruz. Bu bünye; resmî törenlerin sembolik kitap dağıtmalarıyla, ya da devlet memurlarına, öğrencilere ‘zorla kitap okutmakla’ oluşmuyor… Okuyucusu olmayan, sadece tabelasından ibaret kütüphane açmakla da olmuyor…

Peki neyle oluşur ? Kitabı “talep edilebilir” hale getirecek bir zihni koridor açmakla, bünye oluşturmakla…

Şehirlerimizde, şehrimizde böyle bir “bünye”ye doğru gidiş var mıdır? Henüz böyle bir alâmet mevcut değil. Gene Üstad’ın deyimiyle; “Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfleyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralarıyla dolu…”

Şehir kitaba dönmeli…

Trabzon, futbolundan çok kitaplarıyla hatırlanabilen, referans şehir olmalıdır !

Kitapları takip edenler, sonuçta kitapların takip ettikleri olurlar !

(Günebakış, 30 Aralık 2009)

21 Aralık 2009 Pazartesi

DONMUŞ BİR ŞEHRE İKİ FARKLI BAKIŞ..

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Küba’lı yazar Cabrera Infante, kültür-sanat-mimari çözümlemeleri yaptığı “Şehirler Kitabı”nda, tarihî geçmişi bulunan birçok Batı şehrini dolaşır ve anlatırken yıllardır uzak kaldığı kendi şehri Havana’dan bahsederken “Havana’nın görkemini başka kentlerde aradım” cümlesini kullanır. Bir süre yaşadığı, çok etkilendiği ve hayran olduğu Brüksel’i anlatırken ise “..Her fırsatta Brüksel’e dönüyorum. Yolculuklarda, rüyalarda… Kent hayatımda o kadar önemli bir yer kaplar ki, kenti hiç tanımayan dostlara anlattığımda, Brükseloza tutulduğumu ileri sürerler…” der. Yâni bir “şehir hastalığı”na tutulduğunu söyler…
Bir şehri sevmenin, ona ait olmanın bağımlılığa, bağımlılığın da hastalığa dönüşmesi… İnsanın şehrine karşı böylesine bir hastalığa tutulması, baktığı her şeyde hastalığını depreştirir.

Acaba, doğmadığı ancak uzun süre dolaştığı sonra terk ettiği bir şehre “hastalık” derecesinde bağımlı olmak, “kendi şehri”nden ayrı kalmanın hasretinden mi kaynaklanmaktadır?

Bir süredir İnfante’nin altının çizilmesi gereken bu sözlerini yazıma taşımayı, değerlendirme yapmayı düşünüyordum. Geçen hafta, “şehir kültürü” ile ilgili ortak duyarlılıklar taşıdığım Brüksel’e bir seyahat gerçekleştiren kadîm bir dostumun Brüksel’le ilgili bir haftalık intibalarını dinlediğimde; bir şehre “hastalık derecesinde” tutkun olmanın onun “bakışı” ile, “dünya görüşü” ile, “medeniyet idraki” ile ilgili olduğunu da tekrar hatırlatmak gerekiyor.

Brüksel’le ilgili gözlemlerini birkaç cümleyle şöyle özetlemişti dostumuz: “Brüksel; tıpkı bir maket gibi kristalize olmuş, ruhsuz, kasvetli bir şehir… Kendinizi ruhsuz binalarla kuşatılmış ıssız bir şehirde hissediyorsunuz. Resmî kurumlar, oteller, parlamento, vs. gibi insana ezercesine yukarıdan bakan dev binalar… Fas’lı, Cezayir’li ve Türkiye’den oraya yerleşenler olmasa neredeyse hayat bütünüyle donmuş…“ Gözlemlerini özetlediğim dostumuz, sözün burasında “Caddelerinde insan, gökyüzünde uçan kuş yok, ağaçlarına konan kuş yok. Caddeleri bomboş, gökyüzü bomboş.. Onun için de kirlenmemiş. Kim kirletecek ki? Şehri kirletmenin de bazen ‘erdem’olduğunu orada hissettim… İstanbul, Bursa gibi kendi şehirlerimiz ise ‘hayat dolu’ şehirler… ”

Dostumuzun tesbitleri şüphesiz kendi “bakışı”yla ilgili… Öyle baktığı için öyle görüyor. Ancak söylediklerinde önemli bir “gen farklılığı”na da işaret ediyor.

Genellemenin bazen yanıltıcı olduğu, görme kaybına sebep olduğu notunu düşerek belirtmek gerekirse, batı şehirlerinde yaşanan fakat pek dile getirilmeyen insanı “tutsak” eden tarafı şu: Teknolojinin şehirleri istilâsı, insanları mekanik yaratıklar olarak kümeler halinde şehre tıkayıp, manyetik alanında ‘kendi istediği gibi’ kumanda ederken, kuşları ve diğer evcil hayvanları da kaçırıyor. Onlara bile şehri terk ettiriyor. Yâni insan, şehirde teknolojik ve mekanik bir anestezi halini yaşıyor ve hiçbir şeyin farkında değil. Kuşlar, hayvanlar daha “insanî !!!”. Hürriyetin ne olduğunun farkındalar ve onun için ‘teknolojik kent’i terkediyorlar adeta !

Aslında dostumuz yukarıdaki sözlerinde haklı. Niçin? Sadece ‘Brüksel’ adının etimolojisine bakmak yeter. C. Infante “Brüksel” adının “bataklıkta yerleşim” anlamına geldiğini söylüyor. Sanki Brüksel, adına uygun bir şekilde kurulmuş, dizayn edilmiş ve bugünlere taşınmış.

İlginçtir ki; ne Infante adını duyan, ne de kitabından haberdar olan dostumuzun yukarıdaki Brüksel intibalarından sonra Infante’nin “Şehirler Kitabı”nın Brüksel’le ilgili gözlemlerini tekrar okuduğumda, dostumun anlattıklarıyla örtüşen ilginç benzerlikler buldum.

Şöyle: Infante üç yıl kaldığı Brüksel’de bir müzedeki tabloyu anlatıyor:

“Bu küçük ama büyük müzede, Felemenk resminin bir başka başyapıtı olan, anonim bir ressamın Kuşlu Kız tablosu görülebilir. Alınan yola ve yorgunluğa değer. Bu dingin üzgün resim bir kız çocuğunun portresidir. Ressam çocuğun bedeninin hemen hemen tümünü resmetmiş, kızın elindeyse bir kuş vardır. İlk algılanan katıksız bir sükûnettir. İzleyici tuvale yaklaştıkça, çocuğun ciddi, fazlasıyle ciddi, gittikçe üzgün yüzünü fark eder; bu yüz artık iç çeken bir çocuğun yüzüdür, son bakışta da çocuk ağlamaktadır: Bir gözyaşı yüzünden aşağıya yuvarlanmaktadır. Ancak kuşa bakınca böylesine yoğun bir acıyı anlayabilir insan: Kuş ölüdür.”

Şehirde bulunmayan “ruh”u tabloda seyretmek ! İnsanı şehirde istifleyip hapseden, kuşları uzaklaştıran, kaçıran şehir için ancak böylesine bir tablo anlamlı olabilirdi !

Infante, belki de farkında olmadan bu müzedeki tabloyu anlatmakla, dostumuzun “donmuş, ölü” dediği Brüksel’in fotoğrafını vermiş.

Batı dünya görüşü böylesine bir şehir öneriyor, üretiyor. Bizim derdimiz Brüksel’in “ruhsuz, donmuş, ölü” bir şehir olduğuna vurgu yapmak değil. Brüksel’in yerine, henüz gökyüzünün boşalmadığı, kuşlarının üzerinden çekilmediği kendi şehrimizi koyalım.

Derdimiz kendimizle. Brüksel fotoğrafında kendi şehrimizin geleceğinden endişe ediyoruz !
Infante Brüksel’i sözkonusu ederek dikkate değer şeyler söylüyor: “Kent evleri yarattığı kadar evler de kenti yaratır. Mimari, insanın aramaya çıkmadığı (bir kitapta, bir müzede, bir sinemada) tek sanattır; o bizi arar, bulur, sık sık da saldırır hatta…”

Bu cümlelerin en çok yakıştığı yer de “insanın aramaya çıkmadığı mimarinin bizi bulduğu, hatta saldırdığı” Trabzon’dur desek, acaba biz de mi “Trabzoloza tutulmuş” oluruz. ‘İnsanlarından çok kitapları arasında yaşadığımız’ şehrimiz için keşke tutulabilsek! Şehr için hastalığa tutulmak, ‘şehre tutunmak’tır !

“Bizim şehirlerimiz” mi?

Bizim şehirlerimiz de dünya görüşümüzün, medeniyetimizin tecelli ettiği, giydirildiği şehirler(di). Üzerinde yaşayanlar da “hastalık derecesi”nde bir tutku ile şehirlerine bağımlıydılar.
Dostumuzun anlattığı ‘ruhsuz, donmuş, ölü” Brüksel’ini Batı’da aramaya gerek yok. Aslında tüm şehirlerimiz dostumuzun Brüksel’ine dönüşmüş. İnsanlarımızın da anestezi hali devam ediyor. Anestezi ne zaman sona erecek?
(Günebakış, 23 Aralık 2009)

15 Aralık 2009 Salı

“ŞEHİR TASAVVURU”MUZ VAR MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Batılı bir bilge, bilginin ışığında dünyayı inşa edebilmenin “eskilerin eserleri her seferinde daha canlı bir aşkla yeniden okunursa” mümkün olacağını söyler. Kadîm metinleri bu anlayışla okumak gerekiyor. “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir” gerçeğiyle, okunan her eski metin sürekli yenilenen bir muhtevaya sahiptir. Şüphesiz; “eser” ve “metin”in ne olduğunu bilenler için…

Medeniyetimizi mimariye, mimarimizi de medeniyetimize taşıyan, eskileri özümsemiş, onlardan “zamanın yenisi”ni çıkarabilmiş muhakkik mimar Turgut Cansever der ki; “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytani sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük erdem’in, yaradılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir….

Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın, vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve uslüb özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…”

İşte şehrin “ne olduğu”nun kemâl halinde ifadesi… Cennet tasavvurunun dünyadaki yansıması…

İnsanın “fani” olduğunu ve inşa ettiği her şeyin “ölümlü” ve geçici olduğunun idrakini kaybetmeden dünya tasarımlarını mükemmelleştirme çabası… Ve şehir… Yaratılışın yasalarına kayıtsız şartsız uyarak şehir inşa etmesi…

Cansever,şehrin dünyadaki bu temel işlevini “ihtar” etmeden önce de “gırtlağına kadar pislik içerisinde oturup roman okumayı yahut arya söylemeyi insanlar kültür zannediyorlar. O korkunç çirkin dünyaya karşı hiçbir duyarlılığı, hiçbir karşı çıkışı, çözüm getirme çabası olmadan insanlar küçücük bir kompartımanda kendilerini mesut sanıyorlar…” şeklinde feryad ediyor.

Ne ihtarlarını ne de feryâdını hakikatiyle duyan olmadı. Ama o “müdrik insan” olarak feryad etmeye devam etti. Feryâdı, vefatından sonra da eserlerinde devam ediyor.

Şehir inşa etmeden önce “cennet tasavvuru”nun da “mutlak ölçüler”den süzülebilmesi… Sonra “Şehir Tasavvuru” … Şehir tasavvuru dediğimizde, her şeyin indirgemeci bir sığlığa mahkûm edildiği bir tasarımlar aleminde, hemen akla ilk gelen şeyin cetvel-pergel-gönye ile çizilmiş “şehir planı” olacağına da vurgu yapalım.

Cennet tasavvurunun ‘imkanlar alemi yeryüzü’ndeki ifadesi olan şehir için öyle feryad ediyor ki Cansever: “Şehir planları yaparak bütün ülkeyi düzeltiriz zannetmek, planı bir ilâh gücünde tasavvur etmektir; yanılgıdır. Bu yanılgı Türk şehirlerinin içine düştüğü durumu ortaya çıkarttı… “

İnsanın “bu dünya ötesi” sorumluluğuna, yâni “varlığının niçini”ne dair cevap verme mükellefiyetimizi idrak etmesek, ve de cildlerle şerhi gereken bu ifadeleri okumamış olsak; içinde yaşadığımız şehri, maddî-fizikî ihtiyaçların biraraya getirdiği insanların mekanik ve metalik ilişkilerini tatmin edecekleri “açık mekân”lar olarak kabul edeceğiz. Oysa ki Canseverin bu ifadelerinden şehri “her an idrak” , “her an inşa”nın da ne olduğunu anlayabiliyoruz.

Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı inşa ediniz!” ölçüsünün Cansever’ce ifadesi olan bu cümlelerde “şehrinden sorumlu” olanların nasıl bir yük altında olduklarını söylemeye gerek var mı? Böylesine bir “üstün idrak”i ancak Üstad Necip Fazıl’ın “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı…” mısrasını anlayanlar taşıyabilir…

Tabii anlayana…

Bir şehir kurmak kadar, hatta o şehri kurmaktan daha da zor olan o şehrin “genetik özellikleri”ni bozmadan sürekli inşa edebilmek, yenileyebilmek, sürdürülebilir bir şehir kılabilmektir.

Kültürümüzde “şehir idraki”nin kök ifadesi olan “cennet tasavvuru”, şehrinden sorumlu herkese ödevler yüklüyor. Her şeyden önce; şehir tasavvurunun olabilmesi için “medeniyet tasavvuru”nuzun olması lazım. Tahayyülden tasavvura dökülmüş, dünya görüşüyle dokunmuş bir “şehir idraki” olmalı ki; cennet tasavvuruna nisbet edeceğiniz bir “şehriniz” olsun.

İnsanın faniliğini unutmadan, yeryüzünde inşa ettiği her şeyde faniliğini hatırlayacak ve “tek başına bütün dünyayı cennete çevireceği” zannına da kapılmadan, cennet tasavvurunu şehrine yansıtabilmeli… Ki; tahayyül ettiği “cennet tasavvuru”yla uyumlu olabilsin…

Var mı bu idrakte “şehir inşacıları”?

Şehrimiz böyle bir idrak ve iddiayı karşılayabilecek potansiyel ve imkanlara sahiptir. Ancak ,şehrini “cennet tasavvuru” idrakiyle görebilen ve bu tasavvurla inşa edebilenler nerede ?

Şehirlerimizi “cennet tasavvuru”muzun sürdürülebilir gelenek haline geldiği bir anlayışa büründürebiliyor muyuz?

Meşhur Osmanlı Tarihçisi Lamartine, 1830’da ülkemize gelip, henüz bütünüyle tahrip edilmeyen şehirlerimizi gördüğünde “Cennet burası” demişti.

Şimdilerde, kendi şehrimiz için “cennet burası” diyebilmek, azîm bir cesaret ister.

“Medeniyet şehri” iddiasını sürdürmeyi “göze alan”lar bu idrak ve cesarete sahip olmalıdır.

(Günebakış, 16 Aralık 2009)

8 Aralık 2009 Salı

ŞEHRİMİZİ “SEYR”EDEBİLİYOR MUYUZ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Birbiriyle doğrudan ilgisiz görünen ölçü, değer, eşya ve olayların arka plânına baktığımızda, tam aksine irtibatlar kurabilir ve “doğrudan ilgi”lere kapı aralayabiliriz. Yâni elimizdeki aynayı-yansıtıcıyı tanıyabilir ve ‘tutabilme mahareti’ gösterebilirsek, olaylara da ‘farklı’ bir ‘seyr’ içinde yaklaşabiliriz.

İnsan ile şehir ilişkisinin manâlandırılmasının kemâl ifadelerinden birisi (Daha önceki yazılarımızda açıklamalarını verdiğimiz) Hacı Bayram Velî’nin şu meşhur beyitlerindedir:

“Çalabım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”

İnsanı şehre, şehri insana benzeten bu muhteşem “ilâhi”de şehirden kastedilenin kalp olması, “şehrin ruhu” kavramının da kök ifadesine işaret ediyor. “İki cihan”dan kastedilenin ise “süflî cisimler âlemi ile ulvî ruhlar âlemi” olması da önemli teşbih-benzetmelerdir. Ayrıca ehl-i irfânın varlığa ilişkin tasniflerinde “vücud şehri” kavramını da kullanmaları insan-şehir idrakinin derinliğine vurgu yapar.

Gene bu manâda büyükler derler ki; “Boşuna arama bulamazsın. Ne varki; bulanlar da sadece arayanlardır!” Mutlak hakikat’e ilişkin bu sözün şehre dönük anlamını düşündüğümüzde; şehri görebilme, bulabilmenin devamlı “seyr halinde” olmayı gerektirdiğini de anlarız.

Büyük velîlerin müşahade ve sözlerine “ayna-yansıtıcı” özelliğiyle bakabilirsek, çok şeyi farklı görebiliriz.

Muhiddin Arabî, eserlerinden birisinde “sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söylemekteyim” der. Bu muhteşem cümlenin yol göstericiliğinde şehrimize doğru yol aldığımızda ve gördüklerimizi kaleme döktüğümüzde “şehrimizi ne kadar seyredebiliyoruz ?” sorusunun cevabını öncelikle vermemiz gerekiyor. Kavramların çoğu kez deforme olduğu, gelişigüzel ve derinliğine sahip olmadan kullanıldığı günümüzde, “seyir” kavramının da “göze indirgendiği” bir düzeysizliği yaşadığımıza vurgu yaparak, “şehrimizi seyredebiliyor muyuz?” sorusunu temel bir soru olarak sormamız gerekir herhalde.

Böylesine bir sorumluluğu ancak M. Arabî çapında bir Velî taşıyabilir. Bundan pay almak iddiası taşıyanların ise, şehirlerini bu gözle görmeye çalışmaları da insan ve şehrin “nasıl görülmesi gerektiği”ne doğru bir “idrak yürüyüşü”dür.

“Seyretme”nin reflekslere indirgenmiş, kirpik kırpmalardan ibaret bir “hal” olarak algılanması, şehrimizi de sanal bir “aptal veya aptallaştırma kutusu” olarak görmeyi beraberinde getirir. Karşısına geçip anestezik bir halde saatlerce baktığımız ancak, bu bakışımızı “seyr”e dönüştüremediğimiz şehir, “bizim şehrimiz” değildir.

Şehir odur ki; bakıldığında tarihî hafızasına doğrudan nüfuz edilebilsin, ulaşılabilsin !
Gören odur ki; baktığında şehrin hafızasına doğrudan nüfuz edebilsin, ulaşabilsin !

Var mı böyle bir şehir ve insan? Şehir var da, bakabilen, görebilen…. “seyr”edebilen meçhul !

Onun için “şehir hakkında söz söyleyebilmek” için şehre (M. Arabî Hz.lerinin belirttiği şekilde) “zevken idrak”le bakabilmek, yaşayabilmek, hissedebilmek gerek !

“Seyr”; bir eğlenceyi “temaşa” etmek değildir !
“Seyr”; görülmeye değer olan’a bakabilmek, onu görebilmektir!
Şehrimize de bu anlamda bakabilmek, görebilmek ve ondan sonradır ki zevken idrak edilenlere şahitlik etmek gerek !

Tasavvufun temel kavramlarından olan “seyr-i sülûk”ü (bazen yaptığımız gibi bağlamından ve ait olduğu yerden kopararak) şehre taşırsak; her şeyden önce şehri görebilmek, onda “seyr” halinde bulunabilmek yâni yürüyebilmek, “varlığın idraki”nde olmayı gerektirir !

Şehrin insanla, insanın da şehirle “birleşmesi” budur. Varlığın idraki !

İnsan şehirle, şehir de insanla bir ömür karşılaşıyor belki ama, ne şehir insanın farkında ne de insan şehrin farkında.

“Şehir ve insan” ilişkisini her eserinde derinliğine kavrayan ve gözünün önünden kayıp giden tarihî gerçekliğin acısını hisseden A.H. Tanpınar, insanın şehrinin farkına varabilmesi, şehrini “seyr” halinde olabilmesinin temeline vurgu yapar: “….Hayat hiçbir zaman meselesiz ve davasız olmamıştır….İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak, her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler…”

Bu meselesizlik ve davasızlığın şehre yansımasını da “Yaşadığım Gibi”de acı ile şöyle ifade eder:

“Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz…. Bir misafir gibi… Bir şehrin içine girmek ne kadar güç….“ derken, yarım yüzyıl önceden günümüz insanındaki şehir idrakine işaret ediyor.

Şehrimizi, Üstad Necip Fazıl’ın “ ağızda sadece mum bırakan balsız petek” gibi tatmak değil; onu her an “seyr” halinde zevken idrak edebilmeli, görebilmeliyiz.

Büyüklerin vizörüyle şehrimize bakabiliyor ve görebiliyor muyuz? Görebiliyorsak şehrimizi zevken idrak ediyoruz demektir.

Bir batılı romancının (M.Proust) sözünün yeridir: “Gerçek yolculuk aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”

Şehrimizi zevken idrak edebilecek kıvama gelmek !!! İşte bütün mesele!

(Günebakış, 9 Aralık 2009)

2 Aralık 2009 Çarşamba

ŞEHRİN “ADRENALİN”İ FUTBOLA BAĞLI İSE…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Literatürümüze yeni giren ve yayılma hızı orta düzeyde seyreden kelimelerden biri; adrenalin. Bağlamından biraz koparılmış olarak ‘vücud kimyası’ karşılığı olarak kullanılıyor. Vücudun olağanüstü olaylar karşısında olağanüstü tepki vermesi.. Hormonal salgıya bağlı geçici bir değişim.. Vücudun dış uyaranlara karşı âni ve olağandışı tepkiler vermesi de adrenalinin kapsama alanı içerisinde…

Nereden çıktı bu adrenalin?

Şehrimizin “futbol”a ayarlı ve uyarlı ‘haftalık’ ruh durumunu isabetli bir biçimde karşılayan yeni bir kelime olarak “adrenalin”, aklıma takılıverdi. Adrenalin yerine “kimya” kelimesini kullandığımızda yazımızın başlığı “Şehrin kimyası futbola bağlı ise..” şeklinde olacaktı. Biz biraz da yeni kelimeleri manevra alanımıza sokalım istedik ve “Şehrin adrenalin’i futbola bağlı ise….” şeklinde bir başlığı tercih ettik. “Kelime akrobasisi” yapıyor değiliz. Ancak bazan kitaplarla anlatılamayacak bir olayın sadece bir “kavram”la anlatılabileceği gerçeğinden hareketle “adrenalin” epey iş görüyor ve göreceğe de benziyor…

“Bir şehrin adrenalini nasıl bozulur?” Genellemesinden önce (Şehrimizi sözkonusu ederek) bir şehrin adrenalini “haftalık nasıl bu derece değişir?” sorusunu sormak gerekir herhalde. Özellikle de Trabzon’un “adrenalin”i haftanın futbol karşılaşmasına bağlı ise, o vücudun hormonal sağlığının karantinaya alınması gerekir diye düşünürüz.

Şehrimizin futbola verdiği önem ve önceliğe ilişkin eleştirel yazılarımız kimilerine abartılı gibi görünse de, Trabzon’un “futbol”a akıttığı terin, “aksine inkılâp etmesi gerektiği”ne olan kanaatimizi tekrar ifade ederek futbola ilişkin söyleyeceklerimize devam ediyoruz. Şehrin tansiyonunu etkileyen her olay; şehrine “mensubiyet”le bağlı herkesin “mes’uliyet” alanındadır. Biz de “mensubiyet iddiası” taşıyan birisi olarak bu kez “adrenalin” kavramından şehrimize bakmak istiyoruz.

Trabzon, haftalık olarak “adrenalin”i değişen bir şehir haline mi geliyor-veya geldi-?

Eğer bir “ayak oyunu”na bağlı olarak bir hafta şehrin “adrenalin”i hızlanıyor, diğer hafta “yavaşlıyor”sa şehrin durumu oldukça vahim ! Bu vehameti yaşayanlar vehametin farkında değiller olsa gerek!

Bir zamanlar dünyanın adrenalininin barometrelerinden olan “medeniyet şehri”, bugün kendi adrenalinini bile istikrara kavuşturamayacak duruma gelmişse orada ciddi bir “tümör” riski var demektir !

Futbolun bir şehrin adrenalinini nasıl etkilediğine Üstad Necip Fazıl’ın altmış yıl önce yazdığı “Maç” başlıklı yazıdan alıntılarla bakalım… Aslında Üstad’ın İstanbul’da hayret ettiği bir olayın realitesi şehrimizde yaşanıyor.

İşte Üstad’ın yazısından paragraflar:

“Bitpazarından geçiyorum. Bir adam radyosunu satıyor. Radyonun çalışıp çalışmadığını anlamak için, fişini, bir eskici dükkanının elektrik prizine soktular. Birkaç cızırtı, hırıltı derken bir ses:

-Burası Mithat Paşa Stadyumu!...

Radyonun satışı unutuldu ve bütün bitpazarı tipleri, satıcılara, alıcılara, küfecilere kadar maçı dinlemeye koyuldular. Hayretle durup manzarayı seyretmeye başladım. Evindeki çocuk lazımlığını eline alıp bitpazarında satmaya gelen yeldirmeli kadına varıncaya dek tesir halkası içine alınmadık insan bırakmayan bu korkunç cazibe merkezi ne korkunç şey! Meyhaneden dershaneye, sonunda “hane” eki bulunan her yerde o yerin her ferdini unutturup yalnız kendisini hakim kılan, kendisinden başka hiçbir meseleye söz hakkı vermeyen maç...

Bizzat şahit olduğum hapishanede, insanın havayı emmekten bezdiği ve güneşi görmekten tiksindiği şartlar altında bile alaka duyulan maç: Müdürü, jandarması, gardiyanı ve mahkumu, hırıltılı hapishane hoparlörünün hunisinde kaynaşırlar.

Şu futbol, din çapında öyle bir vecd kaynağı olmuştur ki, konuşmaya başlayan çocuğun ilk kelimesi “Gol!” olsa şaşmamalı... Artık insanda kafa meşin top, beyin meşin top, kalp meşin top, mide meşin top... “

Dehşet cümleler ! Yoruma gerek var mı?

Aynı hali bugün şehrimizde bütün boyutlarıyla yaşamıyor muyuz?

Yaşadığımız ama anlamını ancak Üstad çapında bir mütefekkirden okuyabildiğimiz futbolun, “din çapında bir vecd kaynağı” olduğu şehrin akıbetini düşünün !

Belki de medeniyet şehirlerine musallat bir “ayak prangası”dır futbol! Kimbilir…Yerinin kontrollü ve değerinin kayıt altında olduğu bir “insanî etkinlik” olmaktan çıkıp, giderek kendisini imal ve icad edeni imha eden bir ‘yaratık’ haline gelen herşey yeniden sorgulanmaya muhtaçtır. Şehrin adrenalinin “kalp”ten değil de “ayak”tan test edilmeye başlanması, aslında, şehrin ritim bozukluğunu da aşmış bir hormonal bozukluğuna delâlet eder ve “terk edilmesi”ne işarettir. Bu işareti kim görecek, kim alabilecek ?

Futbolun “yaşayanlar”ca değil belki ama, “yaşatanlarca” endüstri haline geldiğine şüphe mi var? “Hastalığın endüstri haline geldiği” modern zamanların “tutku”larından kurtulabilenler bu işareti görebilir.

Yakın gelecekte şehrimizde böyle bir “algılama biçimi” ne şahit olmamız mümkün görünmüyor.

Yahya Kemal’in deyimiyle “zamanın bu taşlara sindirdiği rûhu tamamiyle sıyır”ma yolunda çaba sarfeden ve gürültü koparan şehrimizde “futbolun gürültüsü” adrenalimizi bozmuştur ama farkında değiliz.

Adrenalin bozukluğu sirayet edici bir şekilde “tabiat ve karakter bozukluğu”nu da beraberinde getirir. Şehrimizin “mescidlerine kadar” nüfuz eden futbol cinneti, adrenalimizi bozmaya devam ediyor.

Şehrin kalabalıkları “gol” seslerinin şuh tatminliğinden vazgeçip, ruhlarında “ol” seslerinin zemini oluşana dek şehrimizin “futbol gürültüsü”nü epey daha dinleyeceğiz ve seslerin geldiği “arena”ları seyredeceğiz galiba….

Şehrin “adrenalin”ini yükseltip alçaltmak “ayağa” bağlı olmamalı !



(Günebakış, 2 Aralık 2009)

24 Kasım 2009 Salı

“DERSİM FACİASI”NI NECİP FAZIL’DAN OKUMAK…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Hükümetin “Demokratik Açılım” projesinin meclis gündemine taşınmasıyla devam eden tartışmaların boyutu, CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım 2009 günü TBMM’de “Dersim’de olanlar”la ilgili sözleriyle birdenbire gündemimizi değiştirdi ve “Dersim’de yapılanlar” üzerinde tartışmalar, yorumlar başladı. Öymen konuşmasında; ‘anaların bir daha ağlamaması’ gerektiğini söyleyenlere karşı “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı, Dersim isyanında analar ağlamadı mı?” sözleriyle Devletin çıkarları sözkonusu olduğunda “anaların ağlamasının normal olduğu”nu dile getirmişti. Büyük tepkilere neden olan bu sözler üzerine, bazı gazete yazarları “O kadar ki “Son Devrin Din Mazlumları”nda Üstad Necip Fazıl’ın “tarihte bir benzeri gösterilemez” diyerek katliamın ayrıntılarını anlatmasına rağmen CHP’li Onur Öymen sahip çıkıncaya kadar Türkiye’deki dindarlar Dersim’de olan bitenle pek ilgilenmedi.” Diyerek, kimi yazarlar da “Üstad Necip Fazıl Dersim katliamlarıyla ilgili şu satırları yazarken ne kadar yalnız bir adamdı” diyerek olayların Necip Fazıl yorumuna vurgu yapıyordu.

Peki Necip Fazıl Dersim için neler söylemişti? Bu vesileyle Dersim’i Necip Fazıl’dan okumak, “doğru bir okuma” olacaktır.

Üstad Necip Fazıl, önce 27 Ocak 1950 , 3 Şubat 1950 ve 10 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu dergilerinde ayrıntılı olarak “Vesikalar Konuşuyor” ana başlığıyla, “Tarih boyunca gelen faciaların en büyüğü DOĞU FACİASI” adı altında, sonra da kitaplaşmış şeklini Son Devrin Din Mazlumları isimli eserinde anlattığı Dersim olaylarını ‘taammüden:tasarlayarak” hazırlayan şartları evvelâ Şeyh Said’in şahsında yakıcı ve vurgulu bir şekilde, abartmadan, şair-mütefekkir kalemiyle anlatır ve “Dersim hadisesiyle insan kanından kıpkızıl akacak olan Murat Suyu iklimlerine bir göz atalım..” der.

Üstad yazılarına “Bir gün tarihin hesap soracağı meselelerin en başında bir faciayı çerçevelemek” diye başlar ve “…Bu, 12-13 yıl önce Atatürk devrinde, evvelâ İsmet İnönü’nün Başvekil ve Fevzi Çakmak'ın Genel Kurmay Başkanı bulunduğu zaman girişilip sonra Celâl Bayar'ın Başvekilliğinde efsanevî şaheserine kavuşturulan ve başlıca mesuliyeti bu son iki şahıs üzerinde toplanan kanlı Dersim hareketidir...” şeklinde bir tesbit yapar ve elindeki belgelerden yola çıkarak bu faciayı kaleme aldığını söyler:

“Dosyası vesika dolu olan ve bunları rastgele insiyakî bir şevkle değil, muayyen bir plân ve programla ortaya atan muharririniz, her mesele ve dâvayı, zaman ve mekânına, kıymet ve tesirine, birbirini tamamlayıcı değer ve ehemmiyetine göre sıralarken, Doğu Anadolu bölgesine ait bu faciayı en büyük çapta merkezî ve esasî dâvalardan biri olarak takdim eder…”


Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” kitabının önsözünde de “Devreler ve bir tesbit” başlığı altında, Tanzimat ve Meşrutiyetle başlayan “ruh kökünü çürütücü faaliyetler”in doğrudan tecelli zeminine ilişkin şöyle bir tesbit yapar: “ İslamiyet’e karşı düşmanlık büsbütün resmi ve aleni plana çıkamaz, daima tutuk ve kekeme bir zemin üzerinde cereyan eder ve tam tezahürünü bulmak için Cumhuriyet yıllarını bekler... "

Üstad Necip Fazıl, insanın idrakini ve vicdanını çatlatacak Dersim Faciasının ayrıntılarını şu şekilde anlatıyor :

“..Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, bunların tedip ve tenkili bahanesiyle bütün o bölgenin, bütün masum sekenesiyle kökünden kazınması gibi bir harekete vesile olmuş; ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce sâf ve masum müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep(!) rolüne çıkarılmıştır.

O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki, böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lâzım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını; ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu, tarihî itisafların en büyüklerinden biri olur.

Üstelik, öldürülen çocuklarla zehirlenen talebeler, masum örnekleriyle, gaye bakımından tamamen haksız olarak ve hattâ hak kendilerinde olduğu ve kendilerinde yaşayan hak plânının ortadan kaldırılması icap ettiği için yok edilecek olurlarsa buna ne buyrulur?

Buna hiçbir şey buyurulamaz! Ancak şöyle denebilir: “Her soydan insan oğlunun her mezhepten hayatı boyunca bundan daha büyük zulüm ve günah görülmemiştir!!!

En aşağı, 50 bin Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.”

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi…

Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşısında sigara içilmesi… Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı…

Annesinin karnından sivri uçlu aletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu aletin izini taşıyan çocuk…

Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren celladın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi masum…

Ve buna benzer daha neler, daha neler !...”

Üstad, olaylarla ilgili yakıcı hükmünü koyar:

“Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “

Necip Fazıl, olayların sorumluları için tarihin vereceği karar için de “Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50 bin çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedi idam kararı verecektir? “ diyor.

3 Şubat 1950 tarihli Büyük Doğu Dergisi’nde “DOĞU FACİASI” başlığıyla devam ediyor Necip Fazıl:

“Aşağıdaki örnekler, üzerinden dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir.

Örnekler

1- Elâzığ ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil'in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü... Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: “Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz; bari bizi bir tarafa gön-derin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!”... Aldıkları cevap şudur: “Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!”... Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.

2- Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor: “Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size ispat edeyim!” Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınları gerisinde-ki âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vaka, 1944 yılında, Eğridir'de, kaynağımız olan zata, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)

3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.

4- Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika’ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu dul karısı Şirin Hatunla evlenmiş, Hozat'a gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükümetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez “Seni Hozat'tan çağırıyorlar!” diyerek, onu mahfuzen yola çıkarıyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor. (İsim ve hüviyetleri dosyalarımızda mahfuzdur.)

Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmış ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor: “Yetişin, evimize eşkiya girdi!”... Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.

5- Bu aralık Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona “Besi” adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır; ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.

6- Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakyaya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı akibete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.

7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silâh kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet, en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor… "

Üstad Necip Fazıl Dersim trajedisini tek cümle ile özetliyor:

“Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

Ve tarihin benzerine şahit olmadığı katliam, vahşet ve dehşetin sorumluları için şunları söylüyor:

“Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur ve her tavsifin üstündedir.”

Üstad, görünür sebepleri ne olursa olsun, Dersim trajedisinin gerçek sebebini şöyle açıklar:

“Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.”

Büyük Doğu Dergisi’nde Dersim Faciasıyla ilgili yazılarının son bölümü olan 10 Şubat 1950 tarihli yazısında da Üstad şunları söylüyor:

Netice

1- Evvelki yazımızda, vesile ve şekil noktasından cihan tarihinde eşsiz olarak, on binlerce halis Türk ve Müslüman kanına giren kanlı ve tüyler ürpertici Dersim faciasının “giriş” yazısını takdim etmiş; geçen yazımızda da bu facianın korkunç ve insan ruhunu harap edici örneklerini vermiştik. Şimdi bu örneklerin, bir çuval içinde yalnız numûnelik birkaç pirinç tanesinden ibaret olduğunu kaydederek netice tablosuna geçelim...

2- Vatanın doğu mıntakasının batısına düşen ve sarp tabiat mânalarıyla çevrili olarak şimalde Munzur sıra dağları, şarkta Perisuyu, cenupta Murad suyu ve batıda Fırat nehri çerçevesine giren bu topraklar, Osmanlı İmparatorluğundan beri, gerek maddî ve gerek manevî vasıfları bakımından devlete karşı daimî bir itaatsizlik ve inkıyatsızlık mevzuu olmuş, büyük ve tarihî şekavet hareketlerine sahne teşkil etmiş ve hemen her idarenin talim ve terbiye aczini ifşada başlıca rolü oynamıştır.

3- Osmanlı İmparatorluğunun inhitat devirlerinden başlayarak bu devrin çizdiği sukut grafikleriyle mütenasip olarak Dersim ve havalisinin itaatsizlik ve inkıyatsızlık edası gittikçe kızıştı. Ruhî, içtimaî ve siyasî sukutun en feci terakki hengâmesi olan Tanzimat boyunca azgın bir yara haline geldi ve Meşrutiyette büsbütün azdı. Cumhuriyet devrinde ise, eski ve müzmin yangından tüten bir kaç basit duman işaretinden başka hiçbir şey göstermediği halde, başına malum olan mukabele geldi. Bu mukabelenin mânası, bir türlü tasfiye edilemeyen, ruhî ve içtimaî müessir noktaları tedavi olunamayan ve asla tedbire kavuşturulamayan birkaç yangın ve kundak noktası yüzünden, halis bir Türk evi ve Anadolu ocağı örneğinin topyekün yıkılması ve sona ermesidir.

4- Eğer bu tarzda bir tenkil hareketi mümkün kabul edilebilseydi, onu, tanzimattan başlayarak gelen çeşitli hükümet idarelerinden her biri yerine getirebilir, hele İttihatçılar gibi pervasızlıkta ve gözü karalıkta birinci çıkmış bir idare tarzı herkesten iyi becerirdi. Fakat bunlar, her türlü zulüm veya zulümden beter yumuşaklıklarına rağmen, bir mıntıkanın ananevi isyancılarına karşılık, bütün o mıntıkayı ve bütün masum örnekleriyle ve hiçbir düşman ve “katliâm” çetesinin yapmayacağı şekilde yakıp yıkmayı hayallerinden bile geçirmemişlerdir. Zira karşılarındaki kütle, bazı uygunsuz hallere yataklık etmesine rağmen, kendisindendir, saf ve halis Türk’tür ve her teşhisin başında, aslî ve mümessil unsurlarıyla Müslümandır.

5- Nüfusu 1935 yılında sayılan veya sayıldığı sanılan Tunceli’nin yüzde doksan sekizi köylere ait 108.000 insanı, 15.000 kadarı Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevî olmak şartıyla öz Türk’tür. Kürt zannedilenler de halis dağ Türkleri, Zazalar olarak asıllarına irca edilince, Akkoyunlu soyunun, mümkün olduğu kadar iptidaî, fakat en halis bir damarından gelen Dersim halkını, tamamiyle ve yekpare Türk ve yarı yarıya Alevî ve Sünnî kabul edebiliriz. Dersim'in Alevîlik sığınağı olması, Yavuz Sultan Selimin çektiği gerçek İslâm kılıcı önünde, Şah İsmail eliyle ruhları zehirlenmiş birçok Alevî Türklerin Dersim dağlarına ve sütrelerine iltica etmiş olmasındandır.

6- Hattâ, maalesef Müslümanlığı Türkün putperest mazisine kadar zıt yollar içinde inhirafa uğratan bu Alevilerde, eski Şaman hurafelerinin izleri hâlâ ve daima tüter. Bunlar, hak dinin hakikat yolundan sapmalarına karşı, ırkî hususiyet ve anane tamamiyetini en sâf mikyasta muhafaza etmişlerdir. Sünnî olan Dersim Türklerine gelince, onlar, yine Türklüğün öz ırk cevheri üzerinde, Müslümanlığın hakikî ruh ışığını temerküz ettirmiş, en nadir hassasiyet mayasıyla içli ve derin Anadolulunun tarih boyunca gelip giden öksüzlük melalini yaşatıcı, hem Müslümanlık ve hem Türklük bakımından som ve halis iptidaî madde unsurlarıdır….

7- Irkî cephesi tamam, dinî cephesi ise ancak dindarları alâkalandırabilecek bir bölünüş ifade eden Tunceli Türklerinin 1938’de flit ve tahtakurusu tozuyla öldürülmekten daha korkunç bir metotla, ana rahmindeki çocuktan, teneşir-deki ihtiyara kadar et makinesinden geçirilmesi, her ne olursa olsun, esasen hiçbir özür kabul etmezken, en hayalî ve itibarî mânada da tek bir özre malik değildir. Sadece, halkın ruh maktalarına kadar nüfuz edemeyen eski ve âciz idarelerin, hem kesip biçemeyici, hem de kavrayıp doğrultamayıcı şaşkınlığını, yani tabiî halini, bir devrin cumhuriyet idaresi, kökünden kesip biçmek şeklinde halletmek istemiş ve bunu, ne şu ve ne bu maksatla, fakat sadece Anadolu’nun göbeğinde yaşayan ve inkıyat tanımayan muhafazakâr bir ruhun, etrafına örnek teşkil etmesi için yapmıştır. Gaye, bu Anadolulu ruhuna zıt umdelerin terörle sineye çekilmesini temindi.

8- Dünyada her inkılâp ve ihtilâlin az çok ve tabiî sınırlar içinde kanlı olmasına mukabil, Son inkılâp, kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak(!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu (poligon)un hedefleri içine, gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklara kadar en aziz eşyayı merhametsizce dâhil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır. Böylece İnkılâp, muhtaç olduğu kanı, teessüs ettikten ve esasen hiçbir aksülâmele imkân kalmadıktan sonra nehirler dolusu akıtmakla, hakikî gaye ve maksadının iç yüzünü belli etmiştir. Bu gaye ve maksat, muhafazakâr farz edilen bir sahanın bu ruha yataklık etmesine, üstüne kezzap dökerek mâni olmaktır ki, bu ölçünün altında şahısları tedip ve tenkil etmek değil, mukaddesatı ezmek gibi bir kast ve niyet yaşadığı apaçıktır.

9- Bugünkü sahte hak ve hürriyet kahramanlarının bilfiil başında bulunduğu ve en büyük mesuliyet hissesini taşıdığı Dersim Faciası, yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhî izmihlalin 1 numaralı müessiri; 2’nci ve 3’üncü numaralılar da şanlı demokrat Celâl Bayar ile, maalesef görünüşüyle içi ve mazisi birbirine uymayan Mareşal Fevzi Çakmaktır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.”

SONUÇ:

Kimler hangi sebebe irca ederse etsin, devletin ‘isyan’, kimi istismarcıların Seyit Rıza ve topluluğu bahane edilerek “alevi” ve ‘etnik” kaygıyla değerlendirdikleri Dersim olayları’nın Necip Fazıl’ın dilinden belgelere dayalı olarak manâsı budur ve rejimin temellerinde bulunan ‘öfkeli harçlar’dan işaretler taşımaktadır.

Kimbilir CHP’nin sahiplenmesi, Onur ÖYMEN’in savunması ve Dersim’li CHP Milletvekili Kemal KILIÇDAROĞLU ve diğer milletvekillerinin alkışlamalarının sebebi belki de Necip Fazıl’ın söylediği “o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslami rengi”nden midir?

Necip Fazıl’ın “Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50 bin ceset”ten kesitlerle anlattığı Dersim Olayları karşısında bugün bile kılı kıpırdamayıp, aksine olanları övünçle TBMM kürsüsünde anlatan ve onu alkışlayan CHP’ye doğu ve güneydoğu halkı halâ sıcak bakacak mıdır?

Üstadın 59 yıl önce (1950) “…yarının tarih savcısı elinde, büyük âmme dâvası olarak açılacak olan 1 numaralı dâva dosyasını gösteriyor.” Şeklinde bugünün tarihçisine havale ettiği DERSİM FACİASI DOSYASI, bu vesileyle açılıyor mu dersiniz?

23 Kasım 2009 Pazartesi

18. yüzyılda bir mutasavvıf... TRABZON'LU ÇEDİKÇİ SÜLEYMAN ÇELEBİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon, tarihsel konumu, stratejik coğrafyası, kültürel çeşitliliği kadar sanat-edebiyat adamlarının eserlerine konu teşkil eden ‘ruhuyla’ da önemli bir şehirdir. Bunlardan Süleyman Nazif, Samih Rıfat, İ. Alaeddin Gövsa, A. Canip Yöntem, E. Hazım Tepeyran, Necip Fazıl, vs. ilk aklımıza gelenlerden. Trabzon’la ilgili düşünceleri eserlerinde kayıtlı.

Burada sözkonusu edeceğimiz, Çedikçi Süleyman Çelebi, H. 1112 (m. 1734) yılında Trabzon’da vefat etmiş, “hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî”dir.

Çedikçi Süleyman Çelebi ismine hiçbir eserde rastlanmıyor. Sadece, Türk şiirinde “Beş Hececiler” olarak bilinen edebî akımın şairlerinden Enis Behiç Koryürek’in “VÂRİDAT-I SÜLEYMAN –Çedikçi Süleyman Çelebi ruhundan ilhamlar” isimli meşhur eserine ismini veren ve eserdeki şiirleri kendisine “ilham yoluyla yazdıran” bir mutasavvıf olarak biliniyor.

Rahmetli Samiha Ayverdi’nin dostlarıyla yaptığı sohbetleri kapsayan ‘Mülâkatlar’ isimli kitabında geçen 22 Nisan 1947 tarihli bir sohbette, sohbete katılan Suad Plevne, Ayverdi’ye Enis Behiç’ten ve onun da içlerinde bulunduğu bir ‘ruh çağırma seansı’ndan bahsederek, “Enis Behiç’in dini bir muhitte yetişmemiş, hatta bayram namazına dahi gitmemiş, tasavvuftan da haberi olmayan” bir zat olduğunu, fakat “ondört sene evvel yine başının pek sıkıldığı bir gün rüyasında nurani bir zat gördüğünü” ve bu zatın kendisine “Sure-i İnşirah’ı ezberlettiğini” söyler. Enis Behiç, sabah kalktığında sure ezberindedir… Suat Plevne devam ediyor: “O tarihten sonra kendisinde bir uyanma ihtiyacı baş gösterir. Fakat ne tarafa yüzünü çevireceğini bilemez. Mehmet Ali Aynî Bey’den (Eski Trabzon Valisidir) biraz tefeyyüz eder ve kendisine bir vird verir. Bazen telefonla konuşurlar. Hepsi bu kadar. İşte o gece mecliste bulunanların teklifi üzerine masayı hazırladık. İlk şöyle bir işaret geldi: Ruh: - Ben Süleyman Çelebi!. S. Plevne:- Mevlüd-i Şerif nâzımı Süleyman Efendi mi? Ruh: - Hayır! Bende-i Mevlana’dan Çedikçi Süleyman Çelebi…”

Çedikçi Süleyman Çelebi, seansta bulunanların sorularına cevaplar verir ve Enis Behiç’e özel iltifatlarda bulunur. Ona ondört sene önce sûre-i inşirah’ı kendisinin öğrettiğini ve Enis Behiç’in bu dünya zulmetini nûra gark etmek için memur olduğunu söyler. Seans sırasında ve sonrasında Enis Behiç Koryürek’e birçok ilhamlarda bulunur ve Enis Behiç de bu ilhamlarla kendisine “yazdırılan” Varidat-ı Süleyman isimli şiir kitabını yayınlar. Süleyman Çelebi bir seans sırasında “Ben sizlere zevk-i şiir aşıladım” der.

(Not: Konumuz “ruh çağırma seansları” ve “reenkarnasyon” olmadığı için yazımızı bu eksene oturtmuyoruz. İtikadımız gereği reenkarnasyona inanmanın ‘küfür’ olduğunu da ifade edelim.)

Uzatmayalım. Şair Enis Behiç Koryürek’in hayatı 1946 yılından sonra Çedikçi Süleyman Çelebi’nin “uyarıları”yla değişir. Ruhunda adeta bir inkılâb olur.

Enis Behiç’ten 1949 yılında yayınlanan, Dante’nin “İlahi Komedya”sı gibi etki meydana getiren Vâridat-ı Süleyman’ın girişinde anlattığı Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’yi okuyoruz:

“Hicretin 1109’uncu yılının sonlarına doğru azgınlaşan karakış o kadar şiddetini arttırdı ki Haliç’in suları buz tuttu. 1110’uncu yıl girdiği zaman, İstanbul’un evlerinde, tekkelerinde kaynatılmağa başlanan aşûre kazanlarını karıştıran eller donuyordu. Hele Üsküdar’daki keskin ve aralıksız ayazdan ciğerler kavruluyor, göğüsler tıkanıyordu…

Camilerde, dergâhlarda toplanıp yüreklerindeki iman ateşiyle ısınan ve o mübarek ateşten canlarını tazeliyen halkın ‘veli’ gözüyle gördüğü Çedikçi Süleyman Çelebi kaç günlerdir görünmemişti. Ona bağlananlar üzüntü ve merak içindeydiler.

Pek solgun saz benizli, nârin minkaarî bir burunla mânâlanmış armûdî çehresini çerçeleyen hafif kırçıl sakallı, koyu kestane rengi dolgun kaşlar altında süzgün, adeta şaka eder gibi gülümseyen gözleriyle, baktığı insanın gönlüne ferahlık veren, ve bu bakışı derinlere geçince ruha ılık ve nuranî bir ürperiş getiren Çedikçi Süleyman Çelebi, hikmet ve muhabbet dağıtan aziz bir Mevlevî idi. Ondan ilâhi bir feyz almak, yahut üzüntü veya kuruntularla sislenmiş ruhlarını iman ve ümid ile aydınlatmak isteyerek çırpınanlar, sükûn ve tamkîne kavuşmak için, pervaneler gibi O’na koşarlar, derinlerden ışık saçarak varlıklarını saran sesini içerler, bu halâvetli ve mûnis, heybetli sesin gönüllerine döktüğü kelâm ve mana çağlayanında yıkanıp arınırlar, ve ‘nura varup nur alırlar…’

Enis Behiç devam ediyor:

“O kış böyle geçti. Yaz gelince, Çedikçi, biraz canlanıp, lâhût yoluna koşan ayacıklarına çediklerini giydi. Tatlı bir morlukla patlicâni renkte harmânisini omuzlarına attı. İçinden bir ses ona: “-Doğduğun yere git!” demişti.

Bindiği yelkenli Üsküdar önünden kanatlarını gererek Boğaziçine doğru uzaklaşırken, kıyılarda öbek öbek toplanıp yaşlı gözlerle O’nun ardından bakan ve okudukları ‘Gülbak’ın ahenk zinciriyle ruhlarını O’na bağlı tutan “yârân”ı, gemi gözden silininceye kadar öylece kaldılar… Ve sonra, ellerini göğüslerinde kavuşturup başlarını önlerine iğerek, kendi gönül hücrelerine döndüler…

Çedikçi Süleyman Çelebi Trabzon’a gitti.

Karadeniz’de bir yelkenli ile yazın yolculuk güzeldir amma, çok uzun sürüp arasıra da çalkantılı geçtiği için, Çelebi gibi nâzik bir fânîyi elbette biraz yorar. Sonra, Trabzon’un iklimi de rutubetlidir; o kıyılardan fışkıran koyu yeşillikler, hep rutubetten hayat alırlar, sislerle gelişip serpilirler… Süleyman Çelebi’nin üflediği nâye can veren ciğerleri ise bu iklimden faydalanamaz; ot değil ki yeşersin!..Sis, nem ona zehirdir.

O, doğduğu yere cesedini götürmüştü; rûhunu da orada sâhibi’ne teslim edecekti…

Fânî dünya ışıklarından cesed gözlerinin ilk kamaşdığı Trabzon’da, bir sonbahar günü, akşam ezanları okunurken, derin bir göğüs geçirme ile: “Allaaah!” dedi, ve daima gülümseyerek bakan gözlerini artık büsbütün yumdu… (Hic. Sene 1112)

Fânî ışıklar, ki ebediyet nûru karşısında birer ateş böceği kadar bile tutunamazlar, Çelebi için silinip bittiler. O, şimdi cesedinin küçülmüş külçesini Trabzon yeşilliklerinin altına bırakmakla rûhunu, sonsuz âlemlerin Ulular Ulusu olan rûhuna bir sönmez çerağ halinde kavuşturdu:

“Rûh sığmaz cesedin mahbesine, pür-heyecan,
Kalamaz şevk-ı Hüdâ maddede mahsûr gibi”

Diyen o değil mi? İşte ona bu sözleri söyleten Ulular Ulusu’na elbette ki döndü. Çünkü;

“Encâm-ü intihâsı miyâhın Deniz’ledir.”

O günden beridir, cesed, Trabzon’un nemli toprakları altında yatıyor…”

Enis Behiç hayıflanıyor:

“… Artık Çedikçi Süleyman Çelebi’yi bilen, anan kalmadı! Hiçbir kitapta, hiçbir kağıt parçası üzerinde O’nu bize bildiren birkaç satır olsun bulunmuyor… Zaten araştıran, saçmış olduğu hikmet ve muhabbetin eserlerini arayıp soran nereden olsun? Gitti… Bitti… Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!... Kim bilir, kim bilir? Ah, ölüm, sen bizi cesedlerimizden ayırmakla yok mu ediyorsun?..

Hayır, hayır! Yok olmuyoruz, yok olamayız, ve yok olmamalıyız! Süleyman da yok olmadı..”

Çedikçi Süleyman Çelebi gerçekten yaşadı mı? Yoksa ‘muhayyel’ bir şahsiyet midir? Biz burada, bu sorulara cevap aramayı değil, Enis Behiç Koryürek’in kaleminden Çedikçi Süleyman Çelebi’nin doğduğu ve öldüğü şehir olan Trabzon’a ilişkin cümlelerine yer verdik. Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi ve Trabzon’a dair bu muhteşem ifadeleri “mekânın insanla şereflendiği” gerçeğine güzel bir vurgudur.

Bir önemli ayrıntı da şudur: Enis Behiç’in Çedikçi Süleyman Çelebi’nin kabrinin “Mezarı bile dümdüz oldu… Kayboldu. Ve nihayet, bütün o alanda geniş bir bahçe yapıldı. Şimdi, insanlar geliyor, geziyor, dolaşıyor, oturuyorlar… Belki ben de, Trabzon’a gittiğim vakit, tam O’nun mezarının üstünde oturdum!...” dediği mezarlık, 1930’lu yılların sonunda Mustafa Kemal’in talimatı ve Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in emriyle yıkılıp “Atapark”a dönüştürülen İmaret mezarlığı’dır.

Çedikçi Süleyman Çelebi gibi nicelerinin kabirlerinin üzerine yapılan Atapark’ta bugünkü nesiller kahkaha atıyor !

Yaşasa da yaşamasa da, muhayyel de olsa, hakikat de olsa Trabzon’lu Çedikçi Süleyman Çelebi’ye “doğduğun yere git!” diye ‘emrolunması’nın altını önemle çiziyoruz.

Doğduğumuz şehre dönmenin ne demek olduğunu Çedikçi Süleyman Çelebi vesilesiyle daha iyi anlayabiliyor, hissedebiliyor muyuz?

XVIII. yy.da Trabzon’da doğup yaşayan ve bizlere (Divan şairi Şeyh Galib’in de şerh yazdığı) “Tuhfetü’l-Behiyye” isimli önemli bir eser bırakan Nakşî-Mevlevî Trabzonlu Kösec Ahmet Dede’yi sözkonusu eden 19 Mart 2008 tarihli yazımızın sonunda şöyle demiştik:

“Ve de anlıyoruz ki Trabzon bir zamanlar “muhabbet şerbeti içmiş” Kösec Ahmet Dede gibi âriflere de sahipti. Belki de daha niceleri var, eski kütüphanelerin, sahafların tozlu-rutubetli rafları arasında “sırrının aşikâr olması”nı bekleyen…”

Çedikçi Süleyman Çelebi de bunlardan birisi miydi? Adı hiçbir kitapta geçmese, bilinmese de kendisini bir rüyada “âşikâr” eden Süleyman Çelebi gibi Trabzon’a ruh veren, şehrin derûnunda nice “derîn eşhas” vardır ki, bilinmeyi/keşfedilmeyi bekleyen…

Enis Behiç’in kitabının sonunda Nedîm’in bir şiirinden dönüştürdüğü iki mısrayla bitirelim:

“Yok bu maddiyette ilhâm aldığın Mürşid, Enis!
Bir Velî-sûret görünmüş, bir “nasîb” olmuş sana!”

Muhayyel kabrinin Trabzon’da bulunması (kabristan yok edilse de) bizim için bir nasip midir?

(Günebakış, 25 Kasım 2009)





(Trabzon İmaret mezarlığının eski hali)




(İmaret mezarlığının yıkım çalışmaları-1930'lu yıllar)





(Yıkılıp üzerine Atapark yapılmış hali)

16 Kasım 2009 Pazartesi

TRABZON ODAKLI “-MUSTAFA SUPHİ-NAZIM HİKMET-MUSTAFA KEMAL” VE TÜRK SOLUNUN TUTARSIZLIĞI VE SANSÜRÜ !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon; kadîm tarihi bir yana, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde de yoğun siyasî-sosyal olayların yaşandığı, siyasî cinayetler için mekân seçildiği, bu cinayetlerin faillerinden bazılarının “meşhur” ama halâ “meçhul farzedilen” bir şehir olarak da önemli bir şehirdir. Son yıllarda Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetlerine de adı “karıştırılan” Trabzon’un yakın tarih genlerine biraz nüfuz edildiğinde; insan ve mekan olarak ‘stratejik’ ve hassas bir karaktere sahip olduğunu görüyoruz. Bu yazı böyle bir ‘nüfuz’a tahsis edilmediği için sadece başlıkla yetiniyoruz.

Daha önceki yazılarımızda sözkonusu ettiğimiz “Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey”in Trabzon’lu bir “şahsiyet” olarak “derîn siyasî cinayetler”e kurban seçilmesi ile, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Giresun’lu Mustafa Suphi’nin Trabzon/Sürmene’de “kurban seçilmesi”, son yıllarda Trabzon’da meydana gelen bazı cinayetlerle birlikte düşünüldüğünde; mekân ve insan olarak Trabzon’un kimileri için “bölgesel test”, insanının da “kast” olarak seçildiğini mi gösterir, bilinmez! Ancak bilinen o ki; Trabzon için yakın tarihî süreçte siyasî cinayetlerde bir “zincir” oluşturulduğudur. Onun için Trabzon’u bilmeden İttihat ve Terakki’yi de milli mücadeleyi de bilebilmek-anlayabilmek tam olarak mümkün değildir. Yakın tarihimizdeki bazı önemli olaylara Trabzon odaklı baktığımızda çok şeyleri ‘farklı’ göreceğimize kuşku yoktur.

Ali Şükrü Bey’le ilgili birkaç yazımızdan sonra, şu anda (Volkan Konak’ın dava açmasıyla) yargı aşamasında bulunan “Volkan Konak Kafasını Ne Zaman Dezenfekte Edecek?” başlıklı yazımın sonunda vurgu yaptığım Nazım Hikmet’in bir şiirinden yola çıkarak öncelikle Türk Solunun, sonra da eklektik bir sol-kemalist çevrelerin “GÖRMEZDEN GELDİĞİ” bir “DAVA VE ŞAHSİYET SKANDALI”na vurgu yapmak istiyorum.

Bu yazımızı, her gittiği yerde, tüm konserlerinde ATATÜRK VE NAZIM HİKMET’e övgüler ve güzellemeler döktüren, ancak “memleketlisi” olan Trabzon insanına aynı ‘sıcakkanlılığı’ besleyemeyen Volkan KONAK’ın özellikle okumasını dilerim. Okusun ki kafasını sterilize edebilsin, çelişkilerden kurtulabilsin ! Tabii böyle bir kaygısı varsa…

Dava ve Şahsiyet Skandalı dedim… Evet skandal !

TKP Lideri Mustafa Suphi’nin 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan TKP Kongresi’nden sonra Ankara ile görüşmesi sonucu arkadaşlarıyla birlikte Bakü’den Erzurum yoluyla Trabzon’a gelmesi ve 28 Ocak 1921‘de Trabzon’da Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve çetesi tarafından Sürmene açıklarında arkadaşlarıyla birlikte öldürülmesi üzerine NAZIM HİKMET, cinayeti MUSTAFA KEMAL ve arkadaşlarının işlediğinden emin olarak28 KÂNUNİSANİ isimli uzun şiirini yazar.

Sansür ve Türk solunun sansüre sessiz kalışı…

Nazım Hikmet’in sözkonusu 28 KANUNİSANİ isimli şiirini gerek Adam Yayınları, gerekse Yapı Kredi Yayınları’nın “Nazım Hikmet’in tüm şiirleri” serilerinde aradım. Buldum. Ancak; herkesin bildiği bu şiirin Mustafa Kemal’le ilgili kısımları her iki yayınevince de sansürlenmişti. Şiirden çıkarılmıştı. İnternette yığınla dolaşan bu şiirin tam metni, Nazım’ın kitaplaşmış şiirlerinin daha önceki baskılarında da aynı “SANSÜR”e uğramıştı. Türk solu bu MAHARETİ göstermekte beis görmemişti.

Epeyce uğraştıktan sonra Nazım Hikmet’in tüm şiirlerinin 1962 tarihli Sofya baskısında (Ekber Babayef neşri 1. cilt) şiirin tamamını bulabildim.

Bugüne kadar bu şiirdeki Mustafa Kemal’le ilgili kısımların sansürlenmesi karşısında TÜRK SOLU’ndan çıt çıkmadı, çıkma ihtimali de gözükmüyor. Niçin? Türk solunun bu ikiyüzlülüğü Nazım Ustaları’nın hatırasına saygısızlık değil mi? Bu ‘durumu kurtaracak bir izah’ta nasıl bulunurlar bilmem.

Bu konuyu ele almamın nedeni; ola ki bundan sonra da Volkan KONAK’ın yaptığı gibi hem Mustafa KEMAL’e hem de Nazım HİKMET’E aynı anda MUHABBET besleyen “klasik sol-kemalist” çevreler, ZİHİN YAPILARINI YENİDEN TEST ETMELERİ için öneri mahiyetindedir.

Uzatmayalım. Nazım Hikmet’in Mustafa Suphi’ye ağıt ve Mustafa Kemal’e nefret tüten 28 Kanunisani başlıklı şiirinin (önceki bölümüyle) SANSÜRLENEN kısımları:

“- Ta ta aa ta ta Ha ta tta ta
Tarih
sınıf-ların
mücadelesidir.

-1921
Kânunisani 28
- Karadeniz
- Burjuvazi
- Biz
- On beş kasap çengelinde sallanan
On beş kesik baş
- On beş arkadaş
- Yoldaş
Bunların sen
İsimlerini aklında tutma
fakat
28 kânunisaniyi unutma !

- Siyah gece
Beyaz kar
Rüzgâr
Rüzgâr
- Trabzondan bir motor açılıyor
- Sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
- Motoru taşlıyorlar
- Son perdeye başlıyorlar!
- Burjuva Kemal'in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyanın cebine inmiş
Kahya adamlarının donuna
- Uluyorlar- hav... hav... hak... tü
- Yoldaş unutma bunu

Şiirin tarihi :Moskova 1923

Aynı Nazım Hikmet, 15 yıl sonra 2 Nisan 1938 tarihinde, bu kez Bursa Cezaevi’nde yatarken Cumhurreisi Mustafa Kemal’e, “affedilmesi” için yalvaran bir mektup gönderir. İşte mektup:

"Cumhur Reisi Atatürk'ün yüce katına, Türk ordusunu isyana teşvik ettiğim iddiasıyla on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum.

Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. (...)
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. (...)

Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. (...) Türk dilinin inanmış bir şairiyim. (...) Bağışla beni! Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu 'İnkılap askerini isyana teşvik' damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizmden ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.

Nazım Hikmet RAN"

Nazım’ın şiiri ve mektubu böyle …

Nazım, Mustafa Kemal’e 28 Kânunisani Şiirinde “Kemal”, ‘af mektubu’nda “Atatürk” diye hitap ediyor. Ahmet Taner Kışlalı bu ayrıntıya dikkat çektiği “CHP Nazım ve Atatürk” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Atatürk artık hasta. Nâzım mektubunu yollayamıyor... Ama mektup gerçek!

Nâzım, "Mustafa Kemal" demiyor, Atatürk diyor. Atatürk'e, devrimine, Kemalizme olan inancını vurguluyor. Kör ya da deli olmadığını söylüyor. İnsan en yüce saydığı değerler üzerine ant içer. O da Türk Devrimi ve Atatürk üzerine ant içiyor!..“

Mustafa Kemal’e yukarıdaki şiirle “küfreden” Nazım’la, O’na “yalvaran” Nazım aynı kişi midir? Evet! Öyle ise ortada bir “şahsiyet krizi”, daha doğrusu “çiftkişiliklilik” var. Ya önceki Nazım değil, ya da sonraki! Karar, okuyanlara, takipçilerine ait!

Böylesine çelişkileri yaşayan Nazım Hikmet’in yeniden Türk Vatandaşlığına alınması “şerefi” de (Türk solu buna da esef etmeli!) AKP’ye nasip oluyor! Böylesine bir çelişkiyi ölümünden sonra da yaşatıyor Nazım Hikmet !

Sağlığında toplumsal bir “davaya adanmış”, ölümünden sonra da “bayraklaştırılmış” bir şahsiyet, kendisini davasından dolayı “hapseden” bir rejimin Cumhurreisine af için yalvaran böylesine bir mektup yazabilir mi? Bize sorarsanız yazmamalıydı. Yazarsanız bu hayat “adanmış” değil, birilerine “ödenmiş” bir hayat olur. Nitekim de oldu !

Bir tarafta “Burjuva Kemal'in omzuna binmiş Kemal kumandanın kordonuna “ diye yazacaksın, diğer taraftan da “Türk inkılabına ve senin başına and içerim, beni affet” diye mektup yazacaksın !

Biz, çerçeveyi genişletmeden mukayeseyi önce Volkan KONAK’a, sonra da Trabzon Solu’na bırakıyoruz ! Bakalım bu açık çelişkilere nasıl bir “tutarlı yorum” getirecekler ?
Bir ilginç tesbit daha..

Bütün sol yazar-edebiyatçı-sanatçıları öfkelendiren, Nazım Hikmet’e yönelik sözlerinden dolayı “babasına karşı zehirlenmiş kişi” gördükleri, neredeyse ‘genetik oğlu’ olduğunu inkâr edecekleri oğlu Memet NAZIM’ın, babasının mezarının Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkan sözleri de oldukça ilginç:

“Babam, Ruble karşılığında şiir yazan bir adamdı... Hasta annemi ve henüz 3 yaşında olan beni terkedip başka kadınlara gitmiş bir adam için kılımı kıpırdatmam.”

Bir ilginç kişilikten, daha doğrusu “çelişkiler yumağı”ndan bir kesit daha:

20 yaşlarında “Ebede set çeken zulmeti deldim/Aşkı içten duydum, arşa yükseldim/ Kalpten temizlendim, huzura geldim/ Ben de müridinim işte Mevlana” diye şiir yazan Nazım Hikmet’in daha sonra Rusya’ya gider gitmez rotayı değiştiriyor. 1920’li yıllarda yazdığı Kur’anı kastettiği

“Meşin Kaplı Kitap” isimli şiirinde de şunları söylüyor:

Sayfalar döndükçe bunlar hep birer birer
Doğrulup devrildiler
Ay battı güneş doğdu
Kalbimde ateş doğdu
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya
Attım kör bir kuyuya
……..
Sade bir din bir hak bir kanun varsa

O da işleyen dişliler

Stalin için söyledikleri: "- Gözlerimin ışığını Stalin'e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum. Beni o yarattı…”, “Trum trum Trak trak tiki tak. Makinalaşmak istiyorum”.

Bu çelişkiler nasıl açıklanabilir? Bu sözlerin, tatmin edilebilir bir açıklaması olabilir mi? Nazım Hikmet, herhalde evrimci bir süreç izliyor olsa gerek !

Nazım’ın peşinden gidenler illâ ki “bu çelişkileri yaşamalı mı” dersiniz? Nazım Hikmet "bayraklaştırılan" mı yoksa "bayağılaştırılan" bir şahsiyet midir?

Bütün bunlardan sonra biz de deriz ki;

Hangi şahsiyetin niçin “örnek alınması” veya “örnek alınmaması” insanın ‘ontolojik’ tercihleriyle ilgilidir !

Fikir, sanat ve dava adamları, duruşlarını kendilerine göre ayarlayacak kalabalıkları düşünerek “duruş”larını bozmamalılar ! Onlar tavır adamı olmalıdır ! Nerede ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, orası onların duruş, eylem ve şahsiyet alanıdır !

Bugünlerde Nazım fetişizmi ve fanatizmi içerisinde olanlara bu “evrimini tamamlayamamış şahsiyet” örnek olarak sunulur….

Bu topraklar her türlü “şahsiyet krizi”ne sahne olmuştur fakat böylesine çözülememiş, sonuçlandırılamamış ama sonraki kuşaklara ÖRNEK diye sunulan bir şahsiyet krizi çelişkisine pek tanık olmamıştır !

“Nazım Hikmet-Mustafa Kemal ve Mustafa Suphi” olayını Trabzon odaklı olarak yeniden düşünüp yorumladığımızda daha epey malzeme çıkacaktır…

Kimlerin kafasını dezenfekte/sterilize etmeleri gerektiği bu kendi dilinden/belgesel örneklerle daha iyi anlaşılmıyor mu?

(Günebakış, 18 Kasım 2009)

9 Kasım 2009 Pazartesi

"GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ" ŞEHİR !



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir Uzakdoğu bedduasını hatırlıyorum: “İnşallah değişen zamanlarda yaşarsın!”

Beddua, ‘değişim’in nasıl bir felâket habercisi olduğuna vurgu yapıyor. Bugünlerde bu bedduanın kapsama alanında, aktüalitemize birden oturan yeni bir “büyülü kavram”la karşı karşıyayız.

GDO: Genetiği değiştirilmiş organizma!

Bir organizmadaki genetik özelliklerin başka bir canlıya aktarılması (klonlanması) neticesinde oluşan yeni canlı, “genetiği değiştirilmiş organizma” olarak adlandırılıyor. Yeni canlının genetik skalası değiştirilerek kendi tabiatında bulunmayan bir başkalaşıma, bozulmaya uğratılıyor. Her ne kadar bugünlerde doğal gıdalar için sözkonusu olsa da, kullanıldığı alanın dışında önemli çağrışımları olan bu cümleyi/kavramı başa alarak, şehrin de “canlı bir organizma bütünü” olduğu hakikatiyle baktığımızda; yüz yıla yakın bir süredir, içinde yaşadığımız şehirlerin genetiklerinin nasıl değiştirilmeye çalışıldığını, ve bu değişimin geri dönülmez bir biçimde nasıl derinleştirildiğini görebiliyoruz.

Özellikle toplumsal kırılma
ların yaşandığı, dünya görüşü-medeniyet tercihlerinin devlet ve onun aygıtları eliyle ‘zorla’ yerleştirilmeye çalışıldığı zamanlarda”, genlerle nasıl oynandığı”na şahit oluyoruz. Sözü, dünya görüşü-medeniyet organizmamızın bütünüyle değiştirildiği, daha doğrusu terk edildiği, ancak ona bağlı “alt organizma”ların genetikleri bütünüyle yok edilemese de “değişim”e uğratıldıkları gerçeğine vurgu yaparak, sözü ‘şehirlerimizin genleriyle nasıl oynandığı’na getirmek istiyoruz.

Toplumsal değişim’le genetik değişim’in her ikisi de bir mühendislik marifeti. Toplum mühendisleri ile genetik mühendisleri! İlginç olanı; her iki mühendislik de sonuçta organizmayı tahrip ediyor; başkalaştırıyor, kendisi olmaktan çıkarıyor, yabancılaştırıyor!

Özellikle de büyük medeniyet şehirlerimizden İstanbul, Bursa, Konya, Amasya, Trabzon, vs.de Tanzimat’la başlayıp Meşrutiyet’le devam eden ve Cumhuriyet’le kemâle ulaşan “genetik operasyonlar”, büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bunun en önemli başarı göstergesi şehirlerimizin “ruhsuz”laştırılmasıdır. “Genetiği değiştirilmiş organizmaların” en bariz özelliği bu şehirlerimizin kendilerine yabancılaştırılması, organizmasının tahrip edilmesi, ve hormonal bir sürecin sonunda “kendileri olmaktan” çıkarılmalarıdır.

Tarihî şehirlerimiz bugün ayniyle bu durumdadır! Organizmalarıyla/genleriyle oynanmış, içinde bulunanların sun’i bir canlı olarak yaşamaya mahkûm edildiği bir hormonal hayat!

XVII. yüzyılın büyük gezgini Evliyâ Çelebi, Seyahatname’sinde medeniyet şehirlerimizden Bursa’yı anlatırken güzelliklerini sayıp bitiremez ve sonunda “hâsılı ruhaniyetli bir şehirdir!” hükmünü verir. Genetiği değiştirilmiş şehir de; hayat damarları kesilmiş, virüslerin bünyesine musallat olduğu, “ruhaniyetinden koparılmış şehir”dir.

Bugün bile, nasıl bir “genetik değişime uğradığı”nın tasasını çekmeyen şehirlerimizin yöneticileri, halâ şehirlerinin genetiğiyle oynandığının farkında bile değillerdir. Genetik kodlama sırasındaki anestezi hali halen devam ediyor. İlginçtir, ağızlarından “çevre ve kent katliâmı” lafını da düşürmemektedirler! Hem katliama ortak ol, hem de “katlediliyor!” diye feryâd et! Ancak bize mahsus bir feryat türü bu da (!) İşte bugün, böylesine bir çelişkiyi yaşamakta şehirlerimiz!

Şehirlerimizin bütün hücrelerine kadar genetik değişikliğe uğratıldığından, hem de bu işin ‘taammüden’ yapıldığından matematik kesinlik gibi eminiz! Genetik değişime öncelikle medeniyet şehirlerinden başlanmış ve süreç, bir daha geri döndürülememecesine ilerlemiş, derinleştirilmiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “devrimler”i, dönüşümleri düşünün! Her şehrin, her kasabanın batıdan kopyalanarak birbirine benzetilmek istendiği, Meydan, Banka, Adliye, Hükümet konağı, Cezaevi, Halkevi, yerine göre Tiyatro veya opera binası ve bunlara ‘hayret ve endişe’ ile bakan eski yerleşim mekanları… Bu operasyonlar tepeden inme, toplumsal dokuya rağmen bir “genetik değiştirme”ydi. Veya yeni ‘genetik kodlama’.

Şehirlerimize yönelik bu genetik kodlama, yeni rejimin ‘buyrultu’ ve ‘öğretileri’ doğrultusunda oluşturuldu. Eski bir karikatürdeki benzetmeyle; toprağa temas ettiği yerin biraz üzerinden kesilmiş çınar ağacının kesildiği yerdeki kök kütüğünün üzerine konulan saksıdaki bitki! Böylesine bir garabet!

Şehrin genleriyle oynanması, üzerinde yaşayan insanların genleriyle oynanması demektir! Tarihle, kültürle, coğrafyayla, folklorla… her şeyle oynanması demektir! Sonuçta “görünürde” bir şehir ve üzerinde yaşayanlar; “gerçekte” ise ortada aslı olmayan bir şehir ve “kendisine yabancılaştırılmış”, sadece kütle ifadesiyle varolan topluluklar… Fütürizmin kurucusu Marinetti’nin önemli bir cümlesini hatırlıyoruz: “Bireyin kent kalabalığına batması, onları kaygılandırmak bir yana, büyülüyordu.” Bu manâda genetik operasyon şehirlerimizi ve insanımızı kaygılandıracağı yerde, hormonal görkem onları büyülemeye başlamıştı! Bu büyü halen devam ediyor.

Anestezik bir “genetik operasyon” süreci ve bugün “yaşanamaz hale gelen” şehirlerimiz!

Oysa ki, şehirlerimizde “zamanın ruhu”nu ıskalamadan, Evliya Çelebi’nin bahsettiği “şehrin ruhaniyeti” yaşatılabilmeliydi, yaşatılabilmelidir! Bu konuda muhakkik mimar Turgut Cansever, 1961 yılında İstanbul için yazdığı bir raporda önemli şeyler söylüyor:

“..Her devirde devam etmiş, bugün de kısmen devam etmekte olan ‘tarihi karaktere tecavüz’ şiddetlenmiştir… Şehir, varlığımızı teşkil eden temel kültür direklerinden ve bugünü, geçmişteki heybetli tarihe bağlayan en kuvvetli bağlardan bir tanesidir. Bu yüzden de eski bir kitap gibi ele alınması ve ihtimam edilmesi gerekir… Biz, son yıllarda bu ihtimamı göstermek bir yana, şehrin tarihî karakterini, taşınması güç bir yük olarak algılayan bir zihniyetin hâkimiyetine şahit olmuş bulunuyoruz…”

Devam ediyor Cansever: “Şehrin teşekkül etmiş strüktürünü tamamen inkâr ederek dağ başındaymış veya ölü bir şehirmiş gibi, eski ölçü ve düzenini bozan her müdahale, akıl almaz bir megalomani ve kültürsüzlükle mübah sayılmıştır. Şehrin tarihî karakterine hürmet edilerek, bir ‘zoning’ yapılmamış olması da tahribi kolaylaştıran bir diğer sebeptir…”

Cansever’in bahsettiği “şehrin tarihi karakterini yok etmeye memur bir zihniyet”in marifetiyle, içinde yaşadığımız şehir de dahil olmak üzere, yüz yılı aşkındır süregelen, giderek hızlanan ve halen büyük bir ivmeyle istikametsiz ve kontrolsüz bir biçimde devam eden “genetik değiştirme operasyonları”, şehirlerimizi “ruhsuz bir mekân” haline getirmiştir.

Eskiyi ‘olduğu gibi’ muhafaza edip, ‘müze şehir’ halinde sürdürmekten değil; ‘aslına uygun’ dönüştürmekten bahsediyoruz.

Biraz eklektik olacak ama bahsetmeden geçemeyeceğiz. Mimar La Corbusier, 1900’lü yılların başında İstanbul’a yaptığı seyahatten dönüşünde kaleme aldığı ve “Her şey beni Türklerden bahsetmeye sevkediyor” diye başladığı notlarında: “Onlar nazik ve vakurdular; eşyanın varlığına saygı duyuyorlardı. Ortaya koydukları eserler devasa, nefis ve muhteşemdi. O ne birlik! O ne zamanı aşış! O ne bilgelik! …” şeklinde devam ediyor. Daha sonra ise; şehirlerimizin (özellikle de İstanbul’un) yöneticilerinin, şehirlerimizin batı şehirlerine benzemesi için gösterdikleri çılgınca gayrete hayret ederek bize şöyle sesleniyor: “İlerlememiz niçin bu kadar çirkinliklerle dolu? Niçin kanları hâlâ saf kalmış olanlar bizden en kötü şeyleri almakta bu kadar acele ediyorlar?” … 20. yüzyılın başında şehirlerimizin tarihî dokusu, kültürel ve coğrafi dokusu hiçe sayılarak, “mağlubiyet kompleksi” veya “bilinçaltı bitkinlik” kompleksiyle başlayan bu “benzeme süreci” giderek hız kazanarak “genetik değiştirme operasyonları”yla sonuçlanır...

Şehri “dönüştürme” iddiasıyla “yabancılaştırma”nın, daha doğrusu “genetik değiştirme”nin ne anlama geldiğini anlayabilmek için La Corbusier çapında mimar olmak mı gerekiyor?

Modern zamanlarda varolma iddiasıyla “genetiği değiştirilen” şehirlerimizi -Üstad Necip Fazıl’ın söylediği şekilde-, “ateşin bile yakmaya tenezzül etmeyeceği derecede çirkin ve dantelalı bir kokana tuvaletli kadar iğrenç ve zevksiz” mekanlarla hapishaneye çevirenler nasıl bir genetik başkalaşıma sebep olduklarının farkında mıdırlar?

Genetikle oynama böyle bir şeydir işte! Kendiniz de kalamıyorsunuz, olmak istediğinize de benzeyemiyorsunuz!

(Günebakış, 11 Kasım 2009)

6 Kasım 2009 Cuma

YAYINLANMIŞ KİTAPLARIM

www.gunebakis.com.tr





Türkiye Nereye Götürülüyor ?
-sanaldan gerçeğe-







Modern Bilinç ve Trendeki Yolculuk




3 Kasım 2009 Salı

ŞEHİR YÖNETİCİLERİNDE "SANATKÂRCA İDRAK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yeryüzü; bir “tasarımlar âlemi” olarak, insanın kendisini “beşer” olarak ait hissedeceği, hissiyatını ‘aidiyet’e dönüştüreceği, bu aidiyeti de mes’uliyet haline getireceği bir “varoluş alanı”dır. İnsanın bu aidiyetten kaynaklanan mensubiyet ve memuriyetini gerçekleştirebilmesi onun “idrak”iyle sınırlıdır. Yâni (bir mimarımızın dediği gibi) “idrak seviyemize göre inşa ederiz.” Bu idrak seviyesi aynı zamanda “aidiyet”le bütünleşir, örtüşür. Ne kadar “ait olursak” inşa kapasitemiz o kadar yoğunlaşır, genişler.

Burada, Dünya Görüşü-Şehir-Medeniyet ilişkisini sözkonusu ettiğimizde, dünya görüşü-medeniyet idraki olmadan “şehrin ne olduğu”, “ne olması gerektiği” ve “ne olmaması gerektiğine” dair bir şey söyleyebilmek mümkün değildir. Bir dünya görüşü-medeniyet idrakiyle; yaşadığımız veya yaşadığımızı zannettiğimiz şehrimizi “nasıl gördüğümüz”ün bilincine varmak… Bu idrakle inşa, imar ve ihya…

Geçtiğimiz günlerde Üstad Necip Fazıl’ın 69 yıl önce (1940) yazdığı “İdareciden beklenen sanatkâr mizacı” başlıklı yazısını tekrar okuduğumda, öncelikle şehir yöneticilerinin her şeyden önce nasıl bir “sanat idraki”ne sahip olmaları gerektiği üzerinde kafamı yordum, düşündüm. Üstad’ın deyimiyle “idareciden beklenen sanatkâr mizacı” doğrudan “varoluş”la ilgilidir.

Üstadın yazısını sözkonusu ederek; şehrimizi önümüze getirdiğimizde, “nelere sahip olmamız gerekirken nelerden mahrum olduğumuz”u dehşetle bir kez daha görüyoruz ! Zamanın İstanbul Valisi ve Belediye Reisi olan Lütfi Kırdar tarafından davet edilen Üstad, bu davet vesilesiyle kesitler halinde öyle bir “idareci mes’uliyeti” ortaya koyuyor ki; bugünün yöneticilerine baktığımızda, nasıl bir mes’uliyet yoksunluğu içerisinde olduklarını da dehşetle görüyoruz.

Neyin yok olduğunun farkına varanlar, neye sahip olmaları gerektiğinin peşindedirler. Şüphesiz şehirde yaşayan herkes mes’ul. Madem ki şehirdeyiz, o halde şehirli olmak, şehri idrak etmek ve bu idrakle şehirde varolmak zorundayız ! Öncelikle de bu idrak, idarecilerden başlamalı !

Üstad, davet salonuna girdiğinde “Lütfi Kırdar’ı, tek başına bir kenara çekilmiş, dalgın dalgın İstanbul güzelliklerini seyrederken buldum. Canlı eserleri ve eserlerine hâkim ifadesiyle sözü şöyle açtı” der ve ifedeleri kendisine ait olmak üzere Kırdar’a sözü bırakır:

“Demindenberi şehrimizin güzelliklerini seyrediyordum. Herkes için olduğu kadar benim için de son derece eski olan bu güzellikler bir bakımdan o kadar yeni ki, her defasında onlarda tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi buluyorum…”

Bu ifadeleri tüm şehirlerimizi kuşatan bir “üst idrak” olarak aldığımızda yaşadığımız şehri seyrederken “her defasında şehirde tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi” görebilecek bir yönetici idrak var mı? diye sormak hakkımızdır herhalde. Şehrimizde “her an geçmemiş bir çizgi” bulabiliyorsak, ancak o zaman şehrimize aitiz ve şehirdeyiz!

Üstad, “İstanbul Valisi ve Belediye Reisi, bu basit sözlerin bende uyandırdığı derin takdir hissine dikkat etmeden…” diye bir not ekler ve devam eder yazısına:

“Bu sözlerin basitliğini kaydettim, değil mi?. Evet, çok basit, uluorta konuşma çerçevesinden ve herkesin söyleyebileceği cinsten sözler… Fakat bu basit ve samimi iç döküşü, bana bütün bir hüviyet ifşası gibi geldi ve bir şehir idarecisinden, hatta her idareciden baklediğim en ehemmiyetli vasıf olan ‘sanatkârca idrak’ bakımından beni sevindirdi.”

“Sanatkârca idrak !” Üsdadın dilinden, şehir yöneticisinde olması gereken derinliği ifade eden bir idrak tarzı ! Varmı böyle bir idrake sahip şehir yöneticisi ? Henüz görmüş değiliz ! Göreceğimiz de şüpheli !

Osmanlı dönemi şehir yöneticileri olan “Vâli” ve “Şehremini” kavramlarına dikkat ettiğimizde; Vâli’nin “velâyet”le, Şehremini’nin de “şehir emanetini yüklenen” anlamlarının bugünkü işlevleri üzerinde derîn düşünmemiz gerekir.

Geliyoruz Üstad’ın “şehir bilinci”, “şehir aidiyeti”, “mes’uliyet idraki”ni ihtar eden müthiş ifadelerine:

“Bilseniz, insanın içinde yaşadığı, mes’ulü olduğu, idaresine memur bulunduğu şeyi, her ân bir kat daha taze bir duyguyla sevebilmesi ne zor, ne zordur. Basit gibi görünen bu şey, bence en muğlâk ruh düğümü!.”

Başka söze gerek var mı? Sadece bu sözler bile “şehrini idrak”te nasıl bir derinliğe sahip olmayı işaret etmiyor mu?

“Basit gibi görünen en muğlâk ruh düğümü !” Şehrimizin mevcut ve gelecek Belediye Başkanları ile Valileri dikkat kesilir mi bilinmez !

Yorumsuz, devam ediyoruz Üstad’a: “Zevç mevkiinde, karısına; orkestra şefi makamında, çaldırdığı parçaya; aktör hüviyetinde, oynadığı esere; muallim kürsüsünde, okuttuğu sınıfa hayran kalabilenler, bence bu ve bütün kadroların en büyük güzideleridir. İnsan psikolocyasıyle derinden uğraşanlar pekâlâ takdir eder ki, ekseriyetle mesleklerin huşunetli ameliyeleri, işin aşk ve sıfat cephesini öldürür ve insanı dolap beygiri gibi sonsuz ve hazin bir “git gel”e mahkûm eder. Bu mahkûmluğa düşen aşksız ve saffetsiz insanlardan da hiçbir sahada ve hiçbir zaman ibda ve eser hamlesi beklememek lâzımdır. İşte ben bu inceliği, idareciden beklenen sanatkâr mizacı diye ifadelendirmek istedim !”

Bu cümleleri okuduğumuzda, nelerin mahrumu ve mahkûmu olduğumuzu anlayabiliyor muyuz? Şehir yöneticilerinde, bir bünyede tabii olarak bulunması gereken bu özelliklerin, şimdilerde “yokluğu bile hissedilmeyen” vasıflar olduklarını söylemeye gerek var mı?

Ne yazık ki şehirlerimiz, “hiçbir sahada ve hiçbir zaman ibda ve eser hamlesi gösteremeyen aşksız ve saffetsiz yönetici“lerin mebzûl miktarda bulunduğu bir arena haline geldi. Bu arenada “dolap beygiri gibi sonsuz ve hazin bir git-gel”le şehirde “gününü gün eden” yöneticiler !

Toptancı bir mantıkla genelleme mi yapıyoruz ? Evet ! Çünkü, yukarıdaki üstadın ifadelerindeki idrake sahip bir “özel” kimsenin kaldığına inanamıyoruz da ondan ! Eski deyimle: “Kaht-ı rical !” Adam yokluğu, yönetici yokluğu !

Ne hazîndir ki, şehirlerimizde artık “kaht-ı ricâl” vardır !

Her şeyle birlikte insanın dünyadaki varoluşunun hesabını verecek sorumluluğu yanında şehrine karşı (öncelikle şehir yöneticilerinin) “yol haritası” niteliğinde sahip olmaları gereken nedir ? Onu da Üstad söylesin:

“İlk iş bir dünya görüşüne sahip olmaktır... İnsanoğluna, kainatın hesabını, ferdiyetinin encamını ve didinişlerinin hasılasını, neye vardığını, nerede karar kıldığını haber vermeyen hiçbir ideal, aslında ideal olmaya layık değildir. Fikirsiz ve meselesiz, kafasında bir mimari hayali olmadan, sırf yıkmak için yıkma, yahut da bir şey yapabileceğini sanıp da, yıkmış olmaktan ibaret kalma davranışlarıysa ne üzerlerinde fazla konuşmaya, ne de sivri sineklere sıkılacak flit ilaçlarından başka bir mukabeleye değer şeyler..”

“Bana yanmak düşüyor, yangın görsem resimde” diyen Üstadın bu sözleri ve mısraı bilmem ki; şehrimize ve şehir yöneticilerine bir şey anlatır mı?

(Günebakış, 4 Kasım 2009)