30 Temmuz 2009 Perşembe

TRABZON'DA "ŞENLİK"LERİN "ŞENAAT"E DÖNÜŞMESİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Gelenek birden oluşmuyor. Ve tabii birden de bozulmuyor. Yüzyıllar önce, belki de tarihi bilinmeyen zamanlarda başlayıp, insan topluluklarının önem ve değer verdiği bir süreklilikle oluşuyor gelenek. Geleneğin en önemli besleyicileri: Tarih, kültür, coğrafya… Kimilerinin veya kimi kurumların ilk defa başlattıkları, yaptıkları işi-uğraşı tarihsel bir temel oluşturma çabasıyla “geleneksel” diye ilân etmeleri de traji-komik şark kurnazlıklarından olsa gerek… Burada bahsedeceğimiz gelenek, ne yazık ki Trabzon’un en ücra köylerine, yaylalarına kadar sirayet eden “şenlik”lerle ilgili..

Bir yazımda “ihdas kapasitesi yüksek şehirlerin ifsat kapasitesi de yüksektir!” diye bir cümle kullanmıştım. Bu yazının konusuna tam oturan bir cümle olduğu için tekrarda fayda var. “İhdas”la “İfsat”a dair sözlük telâşına düşmemek için “yeni şeyler üretme kapasitesi yüksek şehirlerin eskiyi, kadîm kültürü bozma kapasitesi de yüksektir!” şeklinde cümlemizi daha anlaşılır kılalım.

Yerel folklorik değer ve gelenekler, nereye ait ise, oradaki insan topluluklarını belli aralıklarla “kendine yakınlaştırması” gerekirken, yâni “kendini test” imkânı verirken; Trabzon ve çevresinde hızla “kendinden uzaklaştırıyor”. Trabzon insanının fert ve topluluk halinde karakteristik ifade biçimlerinden olan şenlikler, bugün öyle bir hale büründürülüyor ki; hızla tarihten, kültürden, folklordan, coğrafyadan kaçışın, onlara yabancılaşmanın yolunu açıyor.

“Kök telâkki”lere bağlı, “eski form” içinde “yeni adetler” icad ve inşa edemezseniz, hızla sahih geleneğinize bağlı folklor geleneğinizi de “ifsat ve imha” etmeye başlarsınız.

Şehrimizin “şenlik” geleneğine baktığımızda; yeni şeyler üretme yerine, “eski formlar”ı bozmada epey mesafe katettiğine şahit oluyoruz. Bu bozuluş, birçok değeri “ifsat” ederek devam ediyor.. Şehir ve köy insanının tüm folklorik değerlerinin “şenlik”ler adına olabildiğine sulandırıldığı, ayağa düşürüldüğü bir “şenlik şehveti”ni görüyoruz şehrimizde. “Şehvet” kelimesini ısrarla kullanıyorum. Çünkü şenlikler, artık “folklor kültürü” olmaktan çıkmış, adeta bir “şehvet”e dönüşmüştür.

Trabzon folklorünün ayrıcalığı..

Trabzon, her yıl bahar aylarında tabiatın hızla uyandığı, yenilendiği, ataletin canlılığa dönüştüğü asıl rengini ortaya döktüğü bir mevsime girer. Bu mevsimde tabiatla birlikte tüm canlılar hareketlenir. Trabzon insanı, yeni bir mevsime girmenin verdiği kimyevî değişimi bütün özellikleriyle yaşamaya başlar.

Kaynağı sahih olarak bilinmemesine rağmen kadîm bir kültürün, tarihin ve coğrafyanın bugüne taşıdığı gelenekleri ve folklor malzemeleriyle de diğer yakın ve uzak geleneklerden farklılığını, ayrılığını, ayrıcalığını ortaya koyan Trabzon, aynı zamanda bu farklılığınıçekim gücüyle de hissettirir, yaşatır.

Yaşı epey eski bir kelime Şenlik… Farsçadan Türkçemize geçen bir kelime olarak ‘kalabalık olmak, yerleşmek’ anlamında. Eski Türkçede meskûn, mamur, müreffeh. Dede Korkut metinlerinde ve XIV. yüzyılda da “neşeli” anlamında kullanılıyor. Kelimenin türevi olarak “şen olmak” deyiminin birebir örtüştüğü insan topluluklarının yoğun olarak yaşadığı bir mekandır Trabzon coğrafyası…

Şenlik; hareketlilik, heyecan, enerji… Trabzon insanıyla örtüşen özellikler… Ancak hareketin, heyecanın, enerjinin kaynağı ve hedefini belirleyemiyor ve ölçülendiremiyorsanız, tarihsel genlerinizle buluşturamıyorsanız sadece enerjinizi toprağa vermiş olursunuz. “Şenletmek”; Trabzon diyalektinde “mamur etmek”, yaşanılır kılmak anlamında önemli bir deyim olarak da yerini almıştır.

Trabzon’da şenlik kültürünün temelinde Trabzon insanının enerjisini ‘sinerji’ye dönüştüren bir bünye var/dı. Hummalı ve meşakkatli bir çalışma hayatı, zorlu bir coğrafyayı imar ve ihya eden, (yerli deyimle) ‘vatan eden’ bir uğraşın sonunda ‘huzur’un ifadesi, manalandırılmasıydı şenlikler… Veya, meşakkatli fakat bir o kadar da zevkli bir zaman aralığının ifadecisi..

Takvimini Coğrafyanın düzenlediği; tarih ve kültürün belirlediği ve şekillendirdiği bir şenlik geleneği… Ancak şimdilerde kaynağı meçhul “refleks”ler belirliyor ve şekillendiriyor binlerce yıllık şenlik geleneğini…

Trabzon türkülerindeki hüzün..

Bu coğrafyanın insanları “şen”dir. Muhataplarına ‘şen’lik telkin ederler. Öyle ki (birçok antropolog, filolog ve kültür adamının bile ilk bakışta göremediği) “şen”liğinin ifade biçimlerinden olan ‘türkü’lerinde bile derin bir “melâl” vardır. Melâl yâni, ağır sorumluluklar taşımanın, onları yüklenmenin verdiği bir melâl… Sadece ritm, coşku ve hareketin öne çıkarıldığı folkloründe görünmeyen bir melâl yâni hüzün, elem, içlilik vardır. Bir Trabzon türküsünden örnek verecek olursak: “Habu akar dereler, hep gözümün yaşidur. Sevişup da ayrilmak, ölümün kardaşidur !” Ayrılığın “ölüm”le, gözyaşının “akan dereler”le ifade edildiği, örtüştüğü derîn bir hüzün ifadesi… Hüznün kemâl ifadesi bir Trabzon türküsünde ancak böyle dile getirilebilir.

Bu melâl ilk anda fark edilmez. Trabzon türkülerinin genellikle söyleyen ve dinleyenlerde sadece coşkuyu ve ritmi tahrik etmesinin yanında, bu melâlin dikkatini çektiği, 1970’li yıllarda TRT Trabzon radyosunda görevli olan Urfa’lı Şair M.Ragıp Karcı; Trabzon türkülerinin bugüne kadar üzerinde durulmayan bir özelliğine vurgu yapar: “Trabzon türkülerinin melaline hiçbir yörenin türküleri ulaşamaz.. melâl, yani kendi asaleti ve vekarı içerisinde saklanan hüzün.. O melal Trabzon’da çoktur. Melalin türkülerle ifadesi.. Mesela yol havaları...”

M. Ragıp Karcı, kendisini derinden etkileyen ve karadeniz insanının melaline örnek olarak bir olayı da anlatır: “...Trabzon radyosunda çalıştığım sırada radyoda görevli bekçi İsmail vardı. Kendi yöresine ait türkü söylerken ‘bu türküleri vuracasun omuzuna da çikacasun tağa..” demişti.” Anlayan, hisseden için ümmî bir Trabzon’lunun ağzından önemli bir tahassüs ifadesi… Bunu ancak ‘bakabilen’ görebiliyor, ‘görebilen’ anlayabiliyor.

Farklılıklarını da kendine özgü ‘ritüel’le ortaya koyabilen Trabzon’da bu ritüel son yıllarda hızla bozuluyor, başkalaşıma uğruyor, genetiğinden uzaklaşıyor.

İnsanımızın kışın kapandığı ‘hane’sinden baharla birlikte çıkıp yaz aylarının adeta gereği sayılan “şenlik”ler, son yıllarda yatağından kopmuş bir manzara arzediyor. Kadîm geleneklerimizde özellikle de yayla odaklı olarak; ‘yazbaşı’, ‘yaz ortası’, yaylaya çıkış, yayla ortası, vs. olarak topluluk ifadesi olan şenlikler çığırından çıkıyor. Müthiş bir şenlik ve festival enflasyonu, dejenerasyonu kol geziyor. Her ilçenin, her beldenin, her köyün, her yaylanın birbirinden çok da farklı olmayan tekdüze, zevksiz, sadece fiziki titremeler, metalik seslerden ibaret şenlikleri adeta birer facia habercisi..

Evet facia. Folklor faciamız.. Son yıllarda ekranlarla yetinmeyip yaylalarımızı da istilâ eden vulger ”sanatçı”lar ve onların hâmisi, onlara zemin hazırlayan yerel yöneticiler, dernekler marifetiyle bu facia sürdürülüyor. İşin çevre ve ses kirliliği de facianın diğer bir boyutu…


Kültür kodları…

Anlamak istemeyenler için belirtelim: Tarihsel bir olgunun günün malzemesi ve anlayışıyla sürdürülmesinin ‘ölçülendirilmiş’ bir ‘moral değer’ olarak gerekli olduğunu söylüyoruz. Ancak; folklorik bir moral değerin “kifayetsiz muhteris” ler elinde nerelere düşebileceğine ve nelerden insanımızı kopardığına işaret etmek istiyoruz.

XX. yüzyılın ilk yarısında bu gelenek hem form hem de muhteva olarak yaşatılırken; bugün bir yayla düzünün ortasına kurulan platform ve kulakları patlatıcı seslendirme ve sahnede marifet olarak fiziğini sergilemekle varolan kadın sanatçı (!) ile bütün marifetini ‘iptidai refleksler’le elindeki “mikrofonu”na sığınarak gösteren erkek sanatçı (!)lar…

İl, ilçe ve belde belediyelerinin bu tür şenliklere “teşne” olmaları ve birbirleriyle yarışa girmelerini gördükçe “ifsat kapasitemiz”in nasıl yaygınlaştığına da şahit oluyoruz.

Özetleyelim:

· Kulakları patlatan metalik sesler, tekdüze, sadece reflekse indirgenmiş ve artık folklorik ve rafine bir değeri kalmamış kütlesel ‘oyun’lar,
· Gürültünün, metalik seslerin “keyif verici” uyuşturucu haline geldiği,
· Şuh kahkahaların şahsiyet ifadecisi olduğu,
· Yayla şenliklerine gidip de “et yememe”nin âdeta suç sayıldığı,
· Mangal partileri, silâh ve jeep gösterilerinin egemen olduğu,
· Taşralı arabesk ‘türkücü’lerin “elleri göreyim”, “eğleniyor muyuz?”, “size kurban olurum” ezberleriyle tatmin olan kalabalıklar…

Bir anlayış… Giderek “eğlence”nin “yaşam tarzı” haline dönüştüğü Trabzon’da şenliklerin bugünkü haritası bu… Daha doğrusu benim gözümden böyle..

“Medeniyet şehri” olmanın getirdiği tarihi ve kültürel mirasa yabancılaşma enstrumanlarına dönüşen şenlikler… Eğlencenin kültürel kodlarını tahrip etmenin Trabzon insanını getirdiği yer; kültürel tefessüh… Yazımızın başlığıyla ifade edecek olursak: Şenliklerin şenaate yani çirkinliğe dönüştüğü bir kültür-folklor-gelenek yozlaşması…

Trabzon’daki “genetik değişim”in şenlikler tablosundaki göstergeleri bunlar…

Peki şenlikler-festivaller-eğlenceler nasıl olmalı?

Bir medeniyet şehrinde “ifsat” için değil “ihdas” için kafa yorulmakla…

(Günebakış, 29 Temmuz 2009)

21 Temmuz 2009 Salı

SARAYBOSNA'DAN GÖRÜNEN TRABZON

Yahya DÜZENLİ
düzenliyahya@gmail.com


“Şehir körlüğü”; şehirde yaşayan insanların müptelâ olduğu bir ‘görme bozukluğu’dur. Aslında “işletme körlüğü” olarak modern yönetim sistemlerinde sözkonusu edilen bu kavramın tam oturacağı, çok şeyleri izah edeceği alanlardan birisi “şehir”dir. Şehrin içerisindekilerin, belli bağışıklıklardan dolayı göremediği yanlışların, ‘ârıza’ların dışarıdan bir bakışla görülebileceğini içeren bir kavram “şehir körlüğü”…

Biz bu yazımızda, konuyu kavramın işaret ettiği negatif bakış açısıyla değil de pozitif yâni, şehrin içerisindekilerin “göremedikleri” anlamında, eski deyimle ‘mefhum-u muhalif:kavramın zıt anlamı’yla kullanacağız. Şehrimiz Trabzon’u, şimdi oldukça uzakta bir tarihî Osmanlı coğrafyasından gören mimarlık öğrencilerini sözkonusu edeceğiz. Daha doğrusu onların bir kez geldikleri ve ‘gördükleri’ Trabzon’la ilgili cümlelerini…

KTÜ mimarlık bölümünce H. İbrahim Düzenli’nin koordinatörlüğünde “Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Sarayevo Üniversitesi Mimarlık Fakültelerinin Sarayevo ve Trabzon’da Yaptıkları Ortak Mimari Proje Atölye Çalışması” kapsamında karşılıklı olarak gerçekleştirilen Trabzon ve Saraybosna ziyaretlerinden sonra yayınlanan “Bir Mimari Deneyim: Trabzon ve Sarajevo’da Mahalle” isimli muhteşem kitapta, Boşnak öğrencilerin Trabzon’la ilgili tesbitlerinden kesitleri yorumsuz aktaracağız. Belki “nasıl bir şehre sahip olduğumuz” konusunda kendimizi bir daha test ederiz, tahkim ederiz. Sadece şehrimizin değil, insanımızın da bazı özelliklerinin farkına varırız.

Bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Fatih Sultan Mehmed tarafından 1453 yılında İstanbul, 1461 yılında Trabzon ve 1463 yılında da Saraybosna fethediliyor ve onn yıl içerisinde bu üç ‘muhteşem belde’ Osmanlı mülküne katılıyor.

Saraybosna, Trabzon için sıradan bir şehir, sadece “şehirlerden bir şehir” değil. Niçin? Çünkü; Saraybosna XV. Yüzyılda Osmanlı’nın batıdaki en uç ve müzeyyen şehri; Trabzon doğudaki en uç ve müzeyyen şehri…

Fethinden 445 yıl sonra Avusturya tarafından 1908’de, işgal edilen Bosna-Hersek’in işgalinin Trabzon’da duyulması üzerine 10 Kasım 1908’de “Avusturya ve Bulgar mallarını kullanmamak ve Avusturya vapurlarına yük alıp vermemek üzere Trabzon halkı tarafından boykot kararı” alınıyor ve protestolar başlıyor. Aslı Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan boykota ilişkin bu belge, Trabzon Belediyesi’nin yayınladığı “Osmanlı Belgelerinde Trabzon” adlı kitapta görülebilir.

Çok ilginçtir ki modern zamanların en önemli ve etkili protesto şekli olan “ticari malları boykot” Osmanlı döneminde duyarlı Trabzon halkının kullandığı önemli bir yol olarak karşımıza çıkıyor. Bu boykot ticarî bir boykottan çok daha ileri bir “işgalci zihniyet boykotu”dur.

Diyeceğimiz o ki; Trabzon’la Bosna-Hersek arasında bir tarih-medeniyet, bir kalp koridoru olduğu gibi bir organik koridor da bulunuyor. Ve de ekleyelim ki: Trabzon kendine has asîl bir duruşu olan tavır kentidir.

Doğduğum Trabzon ve çocukluğumun geçtiği Amasya ile ilgili bir arkadaşımla konuşurken “Trabzon ve Amasya’nın ne olduğunu ancak bu yaşa gelince anlayabildim!” dediğimi hatırlıyorum. Bu anlamda Trabzon’un “ne olduğu”nu Saraybosna’lı öğrencilerden okumaya başlayalım:

Önce “Trabzon’u Buldun mu?” başlığıyla Saraybosna Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Hardovic’den birkaç cümle :

“…Etrafımdaki manzaraya, Karadeniz’in açıklığına, gökyüzüne baktım ve TRABZON’u aradım. İlk anda, şehrin dokuları ve Karadeniz sahili arasında sınır olan hızlı trafik yoluna kızdım… Tatsız ve çirkin, bedenen kuvvetli zorbalar tarafından esir edilmiş çok güzel bir kadın gibi görünüyordu bana….Kendimi, kendi şatımda yakaladım: Dünyaya bakmayı becerebilir miyim? Duygularımı, karmaşık resimleri seyretmek ve anlamak için odaklamalıydım…Hatuniye Camisi’ne kadar yürüyerek devam ettik. Gülbahar Hatun’un, Sultan Selim’in annesi olduğunu anladığımdan dolayı mı, camii hareminin güzelliğinden mi ki onun galerisi Mostar camilerinin galerisini hatırlattığı için mi?...

“İnsanların karşılaşma mekanı olarak Şehir” başlığı altında Saraybosna Mimarlık Fakültesi’nden Rajka Mandic:

“.. Her şehir olduğu gibi Trabzon da bir zaman ve topluluğun maddi ve manevi potansiyel ifadesidir. .. Trabzon beni, insanların ruhani kalitesiyle şaşırttı, karşılaşma yerleriyle değil… Trabzon’un, kendi insanlarının temel potansiyeli, onların insani ve ruhani değerlerinin olduğunu ama kaliteli karşılaşmaların gerçekleştiği yerlerin olmadığı görülmektedir.”

Nerma Harbinja:

“Trabzon öyle bir şehirdir ki, burada sanki objeler oynuyor, yükseklikler, amaçlar, kompozisyonlar hatta renkler bile değişiyorlar. … İnsan kendi şehrinin ve kendi hayatının dışında başka bir yere ve oranın insanlarına bağlanacağını düşünemiyor… İnsan, bir şehri yalnızca onun caddeleri ve binalarının oluşturmadığının farkına çok çabuk varıyor..”

Delila Viteckic:

“Dedikleri gibi çok parası olan insan zengin değildir ama gördükleri ve tanıştıklarıyla zengindir. Ben de bir miktar zenginlik kazandığımı kolaylıkla söyleyebilirim…”

Ana Basic:

“Trabzon yolunu hatırladığımızda ne hissettiğimi sorarsanız, şehirde ikamet ettiğimden ya da bambaşka bir dünyanın tanınmasından sonra…. Türkiye’de değişip değişmediğimi sorarsanız, değiştiğimi söyleyeceğim. Çünkü dostluğun yüzünü gördüm, sevdayı, yiğitliği ve sabrı gördüm. Bana gerekli olan da oydu…”

Elvira Alihodzic:

“Trabzon şehri bana, o anda hepimizin bir bütün olduğumuzu, beraber güldüğümüzü hatırlatacaktır. Trabzon şehrinin adı her zaman dostluğu, arkadaşlığı ve o anda mimarlık denen tek kelimenin birleştirdiği bir küçük topluluğu hatırlatacaktır bana..”

İvana Antonovic:

“…İlk defa görülen bir şehrin bıraktığı izlenimler gözümün önünde film gibi gelişen sıralı bölümlerden oluşmaktadır. Bütün tanıtımları izlediğimiz anda, tüm görüntülerin farkında olmak çok zordur…Benim Türkiye’ye, Trabzon’a ve bizzat Asya’ya ilk ziyaretim anılarıma derinden kazınmış ve ona güçle baskı baskı yapılmış bir şey olacaktır… İnsanların bizzat ta kendisi bu şehre canlılık vermekteydi…”

Geleceğin mimarlarının gözüyle Trabzon’dan kesitler ve izlenimler kısaca böyle.. Kimbilir, belki de Osmanlı coğrafyasının en uçtaki sembol ve rölyef ülkesi Bosna-Hersek’in kalbinde yetişen bu genç mimarların kuracakları yarının Bosna şehirleri Trabzon’dan izler taşıyacaktır.

Nasıl ki dünün Bosna’sı Trabzon’dan, dünün Trabzon’u da Bosna’dan izler taşıyorsa…

Toplumların tarihinde yüz yıllık, ikiyüz yıllık, hatta yarım bin yıllık kırılmalar önemli kırılmalar ve ayrışmalardır, ama eğer ‘muhafaza edilen bir gen’ varsa, bozulmamış, dondurulmuş, hareket geçeceği anı kollayan bir ‘tarihi gen’ varsa, tarihi süreklilik bu geni harekete geçirecektir.

Bütün yokedişlere, katliamlara, jenosidlere rağmen kendini yeniden vareden Bosna’yı Trabzon’a Trabzon’u da Bosna’ya taşımak, sözde değil, gerçekte “tarihi şehir”lerin birbirlerine olan borçlarıdır.

Bu borçlar epeyce birikmiştir. Ve ödenmeyi beklemektedir.

Saraybosna’lı mimarları okuduktan sonra şehrimize karşı bakışımız değişecek mi? “Biz zaten şehrimizin ne olduğunu biliyoruz!” pişkinliğine düşmeden, bir de onların gözüyle bakmayı deneyelim şehrimize ve insanımıza.

İstisnaları olmakla birlikte “yaşanmaya değer” hayatlar, “yaşanmaya değer” şehirlerde gerçekleşir.

(Karadeniz'den Günebakış, 22 Temmuz 2009)

14 Temmuz 2009 Salı

TRABZON’UN “MENAZİR’ÜL AVÂLİM”DEN HABERİ VAR MI? -II-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Tarih ve Coğrafya aidiyetinin insanî bir duygu olduğunu idrak edenler, aidiyet hissettikleri şehirle ilgili her ne olursa olsun, bizde bir “yeri”nin, bizde bir “izah”ının, bizde bir “aks-yankı”sının olması gerektiğini bilirler.

Bu topraklarda doğsun veya doğmasın Trabzon’la ilgili kadîm zamanlardan beri yazanlara bu ölçüyle bakmalıyız diye düşünüyorum. Her yer geziliyor belki ama, her yer hatırlanamıyor, hafızada yer tutmuyor, unutuluyor. Ancak Trabzon müstesna ! Âşık Mehmed de tıpkı bir Trabzon türküsünde “Kezdum yalan dünyayi seni unutamadum!” söylendiği gibi, tüm “âleme nazar” etmiş ama Trabzon’u unutamamıştır. Bizim de O’nu eseriyle yaşatarak unutmamamız gerekiyor. Bu konudaki bazı tekliflerimizi yazımızın sonuna bırakarak Trabzon’lu Âşık Mehmed ve büyük eseri “Menâzırü’l-Avâlim”e devam ediyoruz…

Âşık Mehmed, XVI. Yüzyılda tüm Osmanlı ve İslâm Coğrafyasını dolaşmasına ve oraların tarih, coğrafya, jeoloji, iklim, kültür, folklor, dil, gelenek, vs.lerini ayrıntılı olarak anlatmasına rağmen her zaman memleketi Trabzon’a “meftun” olmuştur. Eseri hazırlayan Mahmut Ak’ın ifadesiyle; “ilme heveskâr, dindar, memleketi Trabzon’a meftun, araştırıcı, zorluklar karşısında metin ve azimli, çevresinde bulunan çeşitli din ve mezhepteki insanlarla uyumlu, ancak yerine göre asabi mizaclı, vefakâr ve mütevazi şahsiyete sahip bir insan olduğu anlaşılmaktadır.”

Eserinden ve kendisinden dolgu bilgilerle malumat sahibi olanlar da bilsin ki: Menâzirü’l-Avâlim sadece Trabzon’u anlatan bir eser değildir. Hatta Trabzon’a çok uzun sayılmayan bir bölüm ayrılmıştır. Hepsi 5 varak (10 sayfa) ayrılmıştır. Ancak Trabzon’a olan aidiyeti, hissiyatı ve bağlılığıyla ilgili öyle cümleleri var ki ancak şiir diliyle anlaşılabilecek cinsten. Trabzon şehir halkını kısmen eleştirmesine rağmen Belde-i hasene: Güzel şehir” olarak nitelendirdiği ve hayranlığını belirttiği Trabzon’la ilgili iki cümlesini almakla yetinelim:

“Belde-i Trabzon; cevher kıymeti var bir belde-i metîn ü üstüvardur !”
(Trabzon beldesi, cevher kıymetinde emniyetli, dayanıklı, sağlam ve sarsılmaz bir şehirdir!)

Dolaştığı şehirlerde her geçen gün kendi şehri Trabzon’un hasretiyle yanan Âşık Mehmed, bu hasretini de;

“Şedâyid-i gurbet ve ‘avârız-ı kürbet” yâni (Ayrılığın şiddetinden kaynaklanan tasa, gam, keder ve üzüntü.) şeklinde ifade etmektedir.

Menâzirü’l-Avâlim’in Trabzon’la ilgili bölümü ilk önce Halil Edhem tarafından fark edilerek “Trabzonda Osmanlı Kitabeleri” isimli eserinde bahsedilmiş, sonra Orhan Şaik Gökyay ele almıştır. İslâm Ansiklopedisi’ndeki Trabzon maddesinde de Ş.Tekindağ metinden istifade etmiştir. ABD’de Princeton Üniversitesi Osmanlı Tarihi Profesörü H. Lowry de, “Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583” isimli eserinde “Mehmet Âşık, Menazır ül-Avalim (yazım tarihi 1590 yılları). Bu çok değerli kaynakta şehrin Osmanlı döneminde en eski bir tanımını bulmaktayız. Trabzon’un yerlisi olan âşık (doğumu 1550) şehrin Müslüman kesimleri konusunda değerli bilgiler vermektedir.” demektedir.

Yüzyılımızın büyük bilim adamlarından felsefe ve bilim tarihi Profesörü S. Hüseyin Nasr da “İslam ve Bilim” kitabının “Kozmoloji, Kozmografya ve Coğrafya” bölümünde “Dönemin en orijinal coğrafî eserleri Osmanlı yazarlarına aittir.” der ve Âşık Mehmed’in “Anadolu ve Balkanlar hakkında daha önceki Müslüman kaynaklarda bulunmayan yeni malzemeyi ilave ettiği” ni yazar.

Âşık Mehmed’in yaşadıkları, kendisini etkileyen olaylar, katıldığı muharebe ve seferler ve ruh hali ile ilgili birçok bilgiyi Menazir’de okuyabiliyoruz. İlginç bir olayı anlatalım:

1594 yılında Tata Kalesi kuşatıldığında, kaleye doğru 1 mil mesafedeki bir tepenin üzerinde harabe bir kilisenin yakınına bir top konulup kaleye atıldığı yâni fetih gerçekleştiği sırada, Âşık Mehmed Kur’an-ı Kerim’den sure-i feth’i okumaktadır. Sadrazam Sinan Paşa komutasında çıkılan seferde Âşık Mehmed de bulunmuş ‘mücahade idüb’ gazi olmuştur.

Döneminin ve daha sonraki dönemlerin bu büyük ârif-âlim-seyyah’ı gereken alâkayı görmemesi de manidardır. Bugünkü ulaşım ve iletişim imkânlarıyla bile bir ömre sığmayacak “iş”i başarmış olan Âşık Mehmed’in yurdu Trabzon ne yazık ki bugün bile kendisinden habersiz!

Gelelim Âşık Mehmed ve “Menâzırü’l-avâlim”le ilgili tekliflerimize…

· Trabzon Valiliği, Belediye ve KTÜ, TTK’nin bastığı Menâzırü’l-avâliminden alıp halk ve okul kütüphanelerine koymayı düşünür mü?
· Orijinal metin TTK tarafından transkrip edildiğine göre; Trabzon Valiliği veya Trabzon Belediyesi veya KTÜ “Menâzırü’l-avâlim”i işin ehli vasıtasıyla düzgün bir dille bugünkü Türkçeye kazandırmayı düşünür mü?
· Âşık Mehmed ve eseri ile ilgili uluslararası düzeyde “sempozyum” veya “sempozyumlar” düşünülür mü? Bugüne kadar niçin düşünülmemiştir ?
· Trabzon’da bir kültür Merkezi, kütüphane veya kurulacak bir Üniversiteye, veya KTÜ bir kampüsüne Âşık Mehmed ismini vermeyi düşünür mü ?

Bunlar ilk aklımıza gelenler…

Diğer yapılması gerekenler:

Türk Tarih Kurumu mükemmel, sağlam bir transkrip metin ortaya koymuştur. Sadeleştirilmiş güzel bir türkçe metin için Valilik, Belediye ve KTÜ harekete geçmeli ve bir an önce bugünkü dile kazandırılmalıdır.

Bu tür kaynak eserleri geniş kitlelere yaymak için öncelikle çocuklar ve gençler için, sonra yetişkinler için versiyonlar ortaya koyulmalıdır. Menazır’ül-Avâlim ve benzeri eser ve kronikler için de benzeri basımlar hazırlanmalıdır. Bu borç mutlaka ödenmesi gereken bir bedel olarak Trabzon’lulara düşer. O yüzden bir an önce Valilik, Belediye veya KTÜ harekete geçmeli diye düşünüyoruz.

Âşık Mehmed ve “Menâzırü’l-avâlim” ile ilgili ayrıntılı, ciddi, kapsamlı bilgi sahibi olmak isteyenler TTK’nun yayınladığı “Menâzırü’l-avâlim”’in sadece I. Cildini (tahlil ve dizin) süzerek okumaları da yeterli…

Prof. H. Lowry’nin kaynak aldığı, Prof. S. Hüseyin Nasr’ın ‘orijinal’ gördüğü Menâzırü’l-avâlim’e bakalım Trabzon’da Valilik, Belediye, KTÜ veya da herhangi bir işadamı ilgi gösterecek mi? Bu kadarcık bir vefayı gösterecekler mi?

Âşık Mehmed’in dilinden o çok sevdiği Trabzon’u bir cümlesiyle anlatalım: “Tarabzon’un bir niçe mevâzı’ında müferrih ve teferrüc-gâhlar vardur ki her biri nüzhetü’n-nâzırîn ve sârrü’s-sâyirîndür.” Yâni; “Trabzon’un bir nice yerlerinde öyle gezilecek güzel yerler vardır ki her biri bakanın gözlerini parlatır ve gezenlerin içini açar.”

Böyle bir Trabzon bugün mevcut mudur? Kalmışsa amennâ ! Yoksa, Âşık Mehmed’in bu tesbiti işaret ve uyarı olmalıdır !

Önümüze XV. yüzyılın dünyasını seren bir “dünya seyahatnamesi” var. Bu ilk Osmanlı seyahatnâmesinin imtiyazı bir büyük Trabzon’luya nasip olmuştur.

Âşık Mehmed’in nitelemesiyle “Belde-i hasene” Trabzon, bir zamanlar böylesine âkil, ârif, mütebahhir ilim-kültür-sanat adamları yetiştirirken bugün düştüğü durum nasıl izah edilebilir?

Âşık Mehmed, Menâzırü’l-avâlim’den dünyaya şu cümle ile sesleniyor: “BU ÂŞIK ÇELEBİ TRABZON’DANDUR !”

Âşık Mehmed “Trabzon’dandur” amma biz ne kadar TRABZON’danız? O tartışılır !

Âşık Mehmed’e doğumunun 453. vefatının 404. yılında rahmet diliyoruz.

(Karadeniz'den Günebakış, 15.07.2009)

7 Temmuz 2009 Salı

TRABZON'UN MENÂZİRÜ'L-AVÂLİM'DEN HABERİ VAR MI? - I -

TRABZON’UN MENÂZİRÜ’L-AVÂLİM’DEN HABERİ VAR MI? -I-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Trabzon’un kadîm bir tarih, coğrafya, kültür ve dil olarak zenginliği ve bu zenginliğin ortaya çıkarılmasına, tanınmasına/bilinmesine yönelik çabalar, büyük ölçüde ‘dışarıdakiler’ tarafından ortaya konmuştur. ‘İçeridekiler’ adına büyük talihsizlik olan bu durum bize “güneşi kendi ceketinin astarında kaybetmiş” şehir aydınları, tarihçileri, kültür adamlarına utanç olarak bu durum yeter dedirtiyor. Bu utanç yetmiyormuş gibi bir de bu hazineden ‘habersiz’lik, haberdar olsa da ‘ilgisiz’lik, giderek bir medeniyet şehrini sadece iskeletiyle varolan sıradan-alelâde bir şehir haline getiriyor.

Trabzon’la ilgili, Trabzon adının geçtiği hemen ilk aklımıza gelen eserler olan; M.Ö. 400’lerdeki Ksenophon’un “Anabasis”i, Arrianus’un “Periplo”su, Fallmerayer’in “Trabzon İmparatorluğu Tarihi”nin önemi ve değerleri tartışılmaz. ‘Bu yaka’da ise pek üzerinde durulmayan, adeta bilinçli olarak “ademe mahkûm edilen”, yâni görmezden gelinen, yok sayılan eserlerin başında Âşık Mehmed’in “Menâzırü’l-avâlim” isimli eseri geliyor.

Uzun süredir Trabzon’lu Âşık Mehmed ve eseri Menâzirü’l-Avâlim hakkında “ne zaman yayınlanacak?” sorusunu eksen alan bir yazı yazmayı düşünüyordum. Türk Tarih Kurumu’nca Mahmut Ak’ın hazırladığı tahlilli transkrip metninin yayınlanmasından 2,5 yıl sonra müellif ve eser hakkında yazmak, daha bir gerekli oldu diyerek bu yazıyı kaleme alıyorum.

Âşık Mehmed’in “Menâzırü’l Avâlim” adını verdiği eserinin birebir karşılığı “Alemden manzaralar”, “Âlemin görünümleri” veya “Dünyanın görünümü” şeklinde aktarılabilir..

Bu “şaheser”in bugüne kadar latin harflerine aktarılmamış olması eksikliğin ötesinde çok büyük bir ihmal ve bilinçli gaflet… Çok şükür ki Türk Tarih Kurumu bu muhteşem eseri keşfetti, kıymetini bildi ve 2007 yılında yayınladı. Ancak maalesef kıymeti ne bilim adamlarınca, ne şehir tarihçilerince, ne de coğrafyacılarca kitabın basıldığından bu yana bilinebildi. Trabzon’luların bile haberinin olmaması nasıl affedilebilir?

XVI. yüzyıl Osmanlı ve İslam Coğrafyası’nın büyük Âlim, Ârif ve Muhakkik-Seyyah’ı Âşık Mehmed; XVII. Yüzyılın Katip Çelebi ve Evliya Çelebi’nin de habercisi, öncüsü, etkileyicisi ve ilham kaynağıdır. Âşık Mehmed’in 25 yıl kadar süren ve 43-44 yaşlarında yazımını bitirdiği Menâzirü’l-Avâlim, Trabzon’a hapsedilemeyecek kadar önemli ve kapsamlı bir ‘şaheser’, bir “dünya değeri”dir. Halen bile dünyanın en büyük seyyah-bilginlerinden kabul edilen Evliya Çelebi, bizzat gezip gördüğü birçok yeri anlatırken Âşık Mehmed’den doğrudan faydalanmıştır.

Ne yazık ki Trabzon’da yayınlanan bir yerel gazete yazarının Mehmet Aşkî’yi ve eserini Prof. H. Lowry’den duymasına rağmen ne Lowr’den ne de Âşık Mehmed’den haberi var. En vahimi de “Lowry’le temas kurulmalı. Kitap gün ışığına çıkarılmalı…” sözleri insanı tebessüm ettiriyor (!) En kötüsü de insanın “bildiğini zannettiği konunun cahili olduğunu bilmemesi”.. Hatta bu durum aklımızdan çıkmayan bir Karadeniz türküsünü güncelletiyor: “Dertleri derelere dökeyim da düz olsun. Var doksandokuz yaram, bir da sen vur yüz olsun !”

Kitapla ilgili görüştüğüm Türk Tarih Kurumu’nun “âlim, ârif ve mütebahhir” Başkanı, (Trabzon/Akçaabat/Mimera’lı ) Prof. Dr. Ali Birinci Hoca bizden daha da dertli. Derdi: Kitabın kıymetinin bilinmemesi. Hoca’nın verdiği bilgilere göre kitap 3 cilt halinde 21.11.2007 tarihinde yayınlandığından bugüne kadar, 21 tanesi bu yıl olmak üzere toplam sadece 83 adet satılmış. Bu ayıp başta Trabzon’lular olmak üzere hepimize yeter ! Sadece KTÜ’nin ilgili bölümlerindeki hocalar bile alsa bu rakamın çok üzerinde satılmalıydı !

Ali Birinci Hoca’nın ifadesiyle durum “facia!”.“Trabzon’da her eve girmesi gereken” Menazirül Avalim’in ilk yayınındaki akibeti bu olmamalıydı ! Bu vesile ile başta Mahmut Ak olmak üzere Türk Tarih Kurumu’nu da tebrik etmek gerekiyor. Ali Birinci Hoca’ya “keşke transkripin yanında özenle sadeleştirilip bugünkü dile de aktarılsaydı!” dediğimde karşı çıkarak “Hayır ! Bu tür eserleri herkes nasibi kadar anlar. Okumak yeni kelimeler fethetmektir” diyerek, önemli bir mükellefiyeti de ihtar etmiş oldu. Haddimiz değil ama Hoca’ya cevap verelim: “Hocam, bırak yeni kelimeler fethetmeyi, yanından geçip giden transatlantikten haberimiz var mı?. Demek ki Âşık Mehmed’den hiç nasibi olmamak gene Trabzon’a, Trabzon’lulara düşüyor ! Yazık !

Tabii bu arada Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı kitaplarla ilgili ‘tanıtım eksikliği’ni, eserleri ‘kapalı devre neşir ve hapsetme’ anlayışını da unutmamak gerekiyor. Ali Hoca’nın gayretleriyle bu konuda da adımlar atılacağına şahit olacağız diye bekliyoruz.

Kitabı transkrip edip hazırlayan Doç. Dr. Mahmut Ak, Menâzırü’l-Avâlim’in birinci cildinde kapsamlı, nefis ve ciddi bir Âşık Mehmed biyografisi ve Menâzırü’l-Avâlim tahlili yapıyor.

Türk Tarih Kurumunca basılan 3 ciltlik Menazirü’l-Avâlim’in sadece birinci cildi-tahlil ve dizin-in okunması bile müellif ve eseri hakkında kapsamlı malumât edinmemizi sağlayacaktır.

Elyazması nüshaları kütüphanelerimizde bulunan Menazirül Avalim ve Âşık Mehmed veya Mehmed Aşkî ile ilgili bazı bilgileri kitabı bugünkü dile aktaran Mahmut Ak’ın “Osmanlı Gezginleri” ve Menâzırü’l-Avâlim’in birinci cildindeki ‘Tahlil ve Dizin’ bölümünden aktaralım.

“İsmi, kendi beyanına göre Mehmed b. Ömer b. Bâyezid el-Âşık’tır. Anne ve babası Trabzon’lu olan yazar, 963 veya 964 (1556-1557) yılında bu şehirde doğmuştur. Hatuniye Camii’nde 25 yıldan fazla bir süre muallim-i Kur’an olarak hizmet gören bir babanın oğlu olarak Âşık Mehmed, ilim ve kültür muhitinin içinde yetişmiş, ilk bilgilerini babasından almış, bu arada edebiyat, tarih, vukuat ve yaratılışa dair birçok eseri inceleyen Âşık Mehmed; Arapça, Farsça, Rumca da bilmektedir.”

İrfan sahibi mutasavvıf bir zat olduğunu kendi kaleminden-eserinden öğrendiğimiz Âşık Mehmed; 20 yaşında birkaç ‘ihvan/yol arkadaşı’ ile Bayburt’ta ‘Evliyaullah’tan ârif âbid Zahid Efendi’yi ziyarete gider. Dolaştığı coğrafyalarda birçok tasavvuf erbabını ziyaret edip, sohbet eder ve dualarını alır.

“20 yaşına geldiğinde (1576) ilmini artırmak ve yeni yerler görmek düşüncesiyle 25 yıla yakın sürecek olan seyahatine başlamıştır. Bu süre içerisinde Trabzon-İstanbul arasındaki Karadeniz sahil şeridini karadan ve denizden, Trabzon-Erzurum-Tiflis-Derbend ve Derbend-Kafkasya-Kırım hattını kara yoluyla, İstanbul-Bursa-Manisa-İzmir’e kadarki yerleşim birimleriyle Rumeli’de Selanik-Belgrad-Yanık ve Selanik-Edirne-İstanbul hattındaki mekanları yine karadan görmüştür. Ayrıca Ege Denizi’ndeki bazı adalara ve Kıbrıs’a uğramış, Mısır’ı gezmiştir. Yolculuğu hakkında verdiği bilgiler Beyrut yoluyla geldiği Şam’da noktalanmaktadır. “

“Seyahatleri sırasında çeşitli devlet ve ilim adamları yanında bazı memuriyetler de üstelnmiştir. Erzurum’da, ikinci vezir iken ölen Sûfî Mehmed Paşa’nın oğlu Mahmud Bey’in; Derbend’de Özdemiroğlu Osman Paşa’nın (ö. 1585); şehzadeliği sırasında Manisa’da III. Mehmed’in; Erzurum kadısı Canikî Veli Efendi’nin; Kıratova kadısı Kınalızade Hüseyin Efendi’nin ve Selanik kadısı Taşköprülüzade Kemaleddin Mehmed Efendi’nin (ö.1621) hizmetinde bulunmuştur.”

Âşık Mehmed ve “Menâzırü’l Avâlim”e haftaya devam edeceğiz.