26 Ekim 2010 Salı

TRABZON KENT İÇİ KÜLTÜR VARLIKLARI ENVANTERİ…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının neresine bakarsanız bakın her karesi tarihsel malzemelerin doğal olarak sergilendiği müthiş bir açık hava müzesi gibidir… Anadolu, tüm zamanlar boyunca “çekim merkezi” olmuş, medeniyetlerin kendilerini gerçekleştirdikleri en önemli coğrafyalardan biri haline gelmiş. Kimi istilâcıların iştahını kabartmış, kimi toplulukların yerleşim ihtiyacını karşılamış, kimi medeniyetlerin üzerinde ‘kalıcı’ olmasını sağlamış bir toprak Anadolu… Üzerinde kurulan medeniyetler, kendilerini büyük ölçüde şehirlerde ifade etmişler, şehirler de sergiledikleri eserlerle bugüne gelmişlerdir.

Bir şehrin kuruluşunun ne kadar eskiye gittiği kadar, o şehrin tarihsel süreçte hangi “kültür varlıkları”na sahip olduğu ve bu varlıkları korumakta gösterdiği duyarlılık, o şehri ‘yaşanılır’ kılan önemli unsurlardır. Şehrin kültür varlıkları aynı zamanda bir “şehir değeri”dir. Sadece şehir mobilyası veya ‘turist merakı’nı tatmine yarayan ‘malzeme’ler değildir. Bir eşyanın, objenin ‘kültür değeri’ taşıması, ‘varlık’ ifade etmesine bağlıdır. Varlık, şehrin kendisini ifade aracıdır. Kültür varlıklarını sadece ‘tarihi malzeme’ olarak görmek, zannedildiğinin aksine şehrin tarihselliğini görememektir. Şehir kendisini içerisinde barındırdığı eserlerine ifade “ettirebiliyorsa” şehirdir! Aksi halde, ruhsuz kütlelerin sadece sergi alanından ibarettir.

Şehrin kültür varlıkları aynı zamanda şehrin yarını için ‘işaret taşları’dır, yol haritası niteliğindedir. Şehrin nereden geldiğini gösterdiği kadar nereye gideceğine de işaret eder.

Çoğu kez şehrin “kültür varlığı” ile “kültür mirası” kavramları delalet ettiği mana düşünülmeden kullanılır. Oysa iki kavramın farklı aidiyetleri vardır. “Kültür varlığı” mevcut olan, devralınıp korunan, yeniden yapılandırılan, yeniden üretilen, zamanın ve şehrin ruhuna uygun olarak oluşturulan, inşa edilen yâni, “varolan”ları kapsar. “Kültür mirası” ise; şehrin bugününe dünden devredilen, bugüne kalan varlıkları kapsar.

Şehrin ‘kültür varlıkları’nı boş gözlerle, hangi dönemde hangi malzeme ile inşa edildiği, nasıl bir işçilikle yapıldığına kilitlenip kalmak, o varlıkları inşa eden “ruh” ve “iklim”i anlayamamak, şehri tanıyamamak, kavrayamamak, yakalayamamak demektir.

Trabzon, tarihsel derinliği kadar, bugüne getirdiği ‘medeniyet unsurları’yla yâni halen korunan ‘kültür varlıkları’yla da kendisini ‘tefahur’la gösterebilecek niteliktedir. Şüphesiz Trabzon’un kültür varlıkları sadece bugüne ulaşabilmiş ‘mimarî’ eserlerle sınırlı değil. “Kültür Varlıkları” ifadesinin de sadece mimarî eserleri çağrıştırması, bu eserlerle sınırlı tutulması, tarihi kültürü oluşturan diğer birikimi görmeyi engelliyor. Böyle olmasına rağmen, bu mimari varlıklar şehrin tarihsel süreç boyunca “zihniyet dünyası”na şahitlik ediyor.

KTÜ mimarlık bölümü öğretim üyelerinden oluşan bir ekibin hazırladığı “Trabzon Kent İçi Kültür Varlıkları Envanteri” isimli kitap Trabzon Valiliği’nce yayınlandı. Hamiyet Özen, Ö. İskender Tuluk, H.Emre Engin, H.İbrahim Düzenli, M.Reşat Sümerkan, Murat Tutkun, Fulya Ü. Demirkaya ve Servet Keleş’in emek verdiği kitapta Trabzon’un şehir içi kültür varlıkları tasnif edilmiş bir biçimde Camiler, Çeşmeler, Hamamlar, Hanlar, Kiliseler, Köprüler, Manastırlar, Su Kemerleri, Surlar, Türbeler, Kamu Binaları, Okullar, Konaklar, Konutlar ve diğer yapılardan oluşan bir çeşitlilikle sunuluyor. İsmail Hacıfettahoğlu’nun tabiriyle “hormonlu kitap” cinsinden değil bu çalışma. Bundan sonra KTÜ’nün başta mimarlık bölümü olmak üzere ilgili bölümlerine düşen görev herhalde, kitapta fotoğraflarla birlikte künyeleri verilen eserlerin her birini “kitaplık çapta” ele almak gerektir. Dememiz o ki “envanter”i hazırlayanlar, her kaydı “mufassal” hale de getirmeli ! Bu işi herkes ve her kurumdan önce KTÜ mimarlık bölümü yapmalı !

Doğu Karadeniz’in, tüm taşınmaz eserleri kısa zamanda tahrip eden, aşındıran, eskiten iklim şartlarına rağmen, direnerek bugüne kadar gelebilen bu ‘varlık’lar yaşatılarak korunmalı. Hayatın dışına çıkarılan, sadece ‘seyirlik’ obje olarak korunmaya çalışılan eserler ölüme terk edilmiş demektir.

Dileğimiz bu kitabın ilgililerine ve meraklılarına ulaşması. Çünkü “Devlet kurumları”nın bastığı bu tarz kitapları elde edebilmek için ‘meydan muharebesi” vermeniz veya araya ‘hatırlı kişiler’i koymanız gerekiyor. Sıradan bir ilgili olarak telefon edip istediniz mi ‘hayır !’ cevabını azarlanarak alırsınız. Bizzat kitabı yayınlayan “müdüriyet”e gittiğinizde ise bir süre kapı önünde bekletilir, sonra hesaba çekilir “niçin istiyorsunuz, ne yapacaksınız bu kitabı, nerede kullanacaksınız, nereye koyacaksınız, okumak için mi istiyorsunuz?” gibi garip sorularla taciz edilirsiniz. Ola ki ilgili müdür insafa gelirse “bir dilekçe karşılığında 3 adet vesikalık fotoğraf, ikametgâh ilmuhaberi, nüfus cüzdan fotokopisi, sabıka kaydı ve bir de taahhütname” vermek şartıyla belki edinebilirsiniz.

Ne yazık ki bu tür kitaplar ilgisiz bir çok kişi ve kurumlara gönderilir, dağıtılır. Gönderilen yerlerde ise çoğu kez büro sehpalarının üzerinde çay tabaklarının altında ıslanır, sonra da çöpe atılır. Tesadüfen o büroda buruşmuş, rutubetlenmiş haliyle de olsa bu kitabı “bürokrat”tan isterseniz “devlet malı, bize zimmetli” cevabını almanız mümkündür. Bir süre sonra da o kitabı sahaflara düşmüş, yüklü bir para ile satın almanız muhtemeldir.

Neyse ki biz kitabı hazırlayanlar arasında bulunan Ö.İskender Tuluk dostumuzdan bir adet edinebildik de sözkonusu meşakkatleri ve tacizleri yaşamadık.

Hazırlayanları tebrik, yayınlayanları takdir ediyoruz.

Trabzon’un her biri açılmaya, yeniden okunmaya ihtiyaç hissedilen bu tür “kültür miras”ı ve “kültür varlıkları”na sahip sayfaları ilgililerini bekliyor.

(Günebakış, 27 Ekim 2010)

19 Ekim 2010 Salı

TRABZON "LEJYON", TRABZONSPOR DA "LEJYONER" TAKIMI MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlarda her şeyin “alınıp satılabilen” meta haline getirildiğine, dünya ile birlikte şehrin de “supermarket”e dönüştüğüne şahit olmuyor, hep birlikte bu durumu yaşıyoruz. Supermarket yâni paketlenmiş, istif edilmiş nesnelerin, objelerin sergilendiği adeta modern zaman mabedi… Şehrin supermarkete dönüşmesi, şehirde yaşayan herkesin ve herşeyin de ‘alınıp-satılabilen’ meta haline gelmesini kaçınılmaz kılıyor.

Bu supermarketin reyonlarından bazıları bir mıknatıs gibi kapıdan gireni kendisine çeker, bü-yülü bir alana sokar. Futbol, supermarkete dönüşen bu şehrin önemli bir reyonu… Supermarkete girdiniz mi bu reyonun etkisinden kurtulamıyorsunuz. Kendinizi bu reyonla ilgilenmeye mecbur hatta mahkûm hissediyorsunuz.

Biz asla katılmasak ve tasvip etmesek de; şehrin bütün değerlerinin kendisi adına feda edildi-ği, tek “değer”inin, hatta daha da ileri gidilerek “kimliği”nin Trabzonspor olduğu zaman za-man dile getirilen şehrimizin, uğruna her şeyinin feda edilmeye hazır olunduğu futbol takımı-nı meydana getiren futbolcularına baktığımızda hayrete düşüyoruz.

Hayrete düşüyoruz, çünkü Trabzon Trabzon olalı böyle Trabzonspor görmedi !

Trabzonspor adeta lejyoner takımı.

Bir futbol takımı şehrin sadece bir “unsur”udur. Ancak her şeyi peşine takıp götüren, adeta bütün bir şehri, şehre rağmen ani bir sel baskını gibi istilâ eden, bu baskında hiçbir sağlıklı irade bırakmayan ‘futbol cinneti’nin kemâle eriştiği şehrimiz Trabzon’da, hayatını Trabzons-por’a endeksleyenler, şehrin futbol takımının hangi “aidiyet” ruhuyla Trabzon’u temsil ettiği üzerinde kafa yormuşlar mıdır bilemem. Bildiğim o ki; Bugünkü haliyle Trabzonspor bir LEJ-YON TAKIMI HALİNE GELMİŞTİR ! FUTBOLCULAR DA LEJYONER !

Lejyoner yâni, dili, rengi, dini, şehri farklı yabancı uyruklu askerlerin ‘belli bir süre’ için para karşılığı savaşması…

Trabzonspor’un internet sitesinde, mevcut futbolcularının “nereli?” olduklarını okuyalım. Okuyun da, bu takımın LEJYON TAKIMI MI, yoksa ŞEHİR TAKIMI MI olduğuna karar verin.

Alan Carlos Gomes da Costa (Brezilya), Arkadiusz Glowacki (Polonya), Barış Ataş (Diyarbakır), Bora Sevim (Ankara), Burak Yılmaz (Antalya), Ceyhun Gürselam (Almanya), Egemen Korkmaz (Balıkesir), Engin Baytar (Almanya), Ferhat Öztorun (İstanbul), Gustavo Colman (Arjantin), Hrvoje Cale (Hırvatistan), Yatara (Gine), Jackson Avelino Coelho (Brezilya), Mert Ege Özeren (İstanbul), Mustafa Yumlu (Trabzon), Onur Recep Kıvrak (Alaşehir), Remzi Giray Kaçar (Kara-man), Selçuk İnan (İskenderun), Serkan Balcı (Nazilli), Sezer Badur (Almanya), Tayfun Cora (Trabzon), Teofile Antonio Gutierrez Roncancio (Kolombiya), Tolga Zengin (Hopa), Umut Bu-lut (Kayseri), Zafer Yelen (Almanya)

25 kişilik “Trabzonspor A Takımı”nın içinde sadece 2 Trabzonlu var. Bu takım LEJYONER değil de nedir?

Futbolun bir “salgın hastalık” olarak Trabzon’u sarmadığı 70’li yıllarda ilk defa İstanbul takım-larına rağmen şampiyon olan tek Anadolu takımı olan Trabzon’un o günkü kadrosu, bugünkü LEJYONER kadronun tam tersi idi. Neredeyse tamamı yerli futbolculardan ibaretti. “Şehir ru-hu”nun takım ruhunu kuşattığı bir anlayışın hakim olduğu o dönemler artık ‘nostalji’. Şimdi para, şöhret ve ihtirastan oluşan profesyonellik zamanı !

Sizin hiç “şehir” diye bir derdiniz yok mu? Eğer varsa ‘dersiniz’i yeniden gözden geçirirsiniz.

Her ne kadar LEJYON’da bireysel olarak “iyi savaşçı”ları yüklü paralarla satın alsanız da top-lama adamlarla “takım” da “takım ruhu” da oluşmuyor.
Trabzon, modern zamanlarda “değer üretme” kapasitesi oldukça daralan bir şehir haline gelmişken, bütün enerjisini yönelttiği futbolda da ‘değer’ üretemeyişi nasıl izah edilebilir? Futbol felsefesini, kendi futbolcusunu kendi şehir şartlarında üretemeyen bir şehirde futbol, olsa olsa bir ‘bumerang’ olabilir.
Çok mu arkaik düşünüyoruz? Böyle eklektik, toplama, LEJYONER bir takım şehrin iklimini te-neffüs edebilir mi? Şehre nasıl “ait” olabilir?
Artık şehir ruhu yok, lejyon iştahı var.

Aklıma Üstad Necip Fazıl’ın Türk film endüstrisi için söylediği “ham film dışarıdan gelir, se-naryo dışarıdan aşırılır… işbu filmin sadece seyircisi yerlidir, o da tam değil” sözü geliyor.

Şehri lejyon haline getirdiniz, kapıyı araladınız, parayı da verdiniz mi, artık orada “şehir ruhu”, “ideal”, “şehir değeri” diye bir şey kalmaz, her şey endüstrileşir, ticarî iştah kabarır ve şehrin sadece ‘ismi’ kalır. Yukarıdaki kadrosuyla Trabzonspor’un hali de böyle. İş bu takımının sade-ce seyircisi yerli ! Takımın Trabzon’a ait sadece ismi var.

Ortada şehir ve şehir takımı kalmaz, “parayı veren düdüğü çalar” gerçeği egemen olur. Bugün Trabzon Lejyonunda yer alanlar, yarın daha fazla parayı görünce var gücüyle yeni lejyonu için eski lejyonuna karşı savaşır.

Modern zamanların futbol stadyumlarına bir bakın. Şekil, mimari olarak bile eski çağların Roma arenaları değil mi? Eskiden birbirlerini öldürmekten başka seçeneği olmayan gladya-törler yerlerini, birbirlerini ‘yenmekten’ başka seçenekleri olmayan takımlara terk etmişler o kadar. İştah, ruh, ihtiras aynı ! Antik çağların arenalarındaki “seyirci ruhu” ile modern zaman-ların stadyumlarındaki “seyirci ruhu” aynı ! Sadizmin de etkisiyle birisinde “öldür, öldür!” diye bağırırken, fanatizmin etkisiyle diğerinde “gol gol!” diye bağırır !

Eeee, böyle bir arenanın bulunduğu şehir müsaade edin de LEJYON olsun ! Takımı da LEJYO-NERLERDEN oluşsun !

Peki Lejyon Komutanları misyonlarının farkında mı? Bilemiyoruz.

Geçen haftaki yazımda “Trabzonspor diasporaya taşınsın!” demiştim. Bu yazımla da devam ediyorum. Lejyon takımı ‘mobilize’ takımdır, sabit bir mekânı yoktur. Lejyonerler de kendi uyruğunun dışındaki şehirlerde “savaşma” kabiliyetine sahip oldukları için belki de daha iyi savaşırlar. Onun için Trabzonspor’un diasporaya taşınması başarısının artması için bir şans olabilir.

Belki de Trabzon, Trabzonspor sayesinde eski tarihselliğine kavuşuyor. Yâni tekrar emperyal bir şehir oluyor. Rengi, dili, dini, kültürü farklı toplulukların yaşadığı bir emperyal şehir. Trab-zonspor’un A Takımı bize bunu mu hissettirmek istiyor?!

Ne mutlu ! Artık şehrimizi savunacak LEJYONERLERİMİZ var (!)

Eleştirsek de, lejyon komutanlarına ve lejyonerlere bir de teklifimiz var: Türkiye’de bir ilk’i başlatın. Arenaya (stadyuma) bundan böyle üzerinizde sadece Trabzonspor formasıyla çıkın! Reklâm almayın. Bildiğimiz kadarıyla İspanya takımı Barcelona kurulduğu günden bu yana formasına hiç reklâm almayan tek dünya takımıdır. Günümüzde de bu geleneği sürdüren ve bu ilkesiyle milyarlarca doları iten Barcelona sadece Unicef (BM Çocuklara yardım fonu) için ücret almadan reklâmı kabul etti. Unicef’le yapılan anlaşmanın imza töreninde Kulüp Başkanı Joan Laporta “Barcelona’nın sadece bir futbol kulübü olmadığı”nı, “büyük bir ruh taşıdığı”nı belirtiyor. Laporta’nın bu sözü şehrimizin LEJYON KOMUTANLARI’nın dikkatini çeker mi aca-ba?

Trabzonspor da “sadece bir futbol kulübü değil, büyük bir ruh taşıyıcısı” haline geldiği zaman şehrimiz de futbol takımı da “ait olduğu yer”e dönmüş demektir. Trabzon LEJYON olmaktan, Trabzonspor da LEJYONER olmaktan kurtulamadığı sürece sadece iştahlar, sinirler ve endüstri belirleyici olacaktır !

İşbu şehrin akıbeti hayrola !

(Günebakış, 20 Ekim 2010)

11 Ekim 2010 Pazartesi

TRABZONSPOR DİASPORA'YA TAŞINSIN !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bazı sözler vardır, söyleyenin de söylenenin de farkında olmadığı, uçuş sırasında ‘türbülâns’a düşülme halinde, ani hava hareketlerinde sarsıntı sırasında söylenmiş türden sözlerdir. Yazımızın başlığını bu şekilde atmamıza sebep; geçtiğimiz haftalarda Trabzonspor Başkanı’nın şu sözü bu türden, Trabzon şehri ve insanı için talihsiz veya ‘maksadını aşan’ nitelikte bir cümlesiydi: “Şehri Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağırıyorum!”. İlk plânda sıradan gibi gelse de Trabzon için sıradanlığı aşmış bir söz.

Bu yazı bir futbol yazısı değildir. Şehrin futbol takımına eleştiri veya övgü mahiyeti taşımıyor. Zannedildiğinin aksine; şehre sürekli negatif renk veren bir olay olarak futbolun, Trabzon için ‘kimyasal değiştirici’ özelliği taşıdığına yukarıdaki söz vesilesiyle katkı yapmaktır. Bütün bir şehir kendisiyle med-cezirleri yaşamasına rağmen şehri Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağıran idrakin, Trabzon’u ya hiç tanımadığı, ya da bu sözü ‘sekerat’ halinde söylediği sonucuna varıyoruz.

Trabzonspor Başkanı, modern zamanların Trabzon’unda futbolu kendini yönetebilen bir etkinlik olarak değil de, tarım çağı şartlarında imece (yerel dilde irğatluk) yöntemiyle yönetmeye çağırıyor herhalde ! Hangi çağda olduğunun farkındamıdır bilmem.

Şehrin adrenalinin, enerjisinin ve tansiyonunun haftalık futbol maçına endeksli olduğu bir “üçüncü dünya ülkesi şehri” haline getirilen Trabzon’da daha ne yapılmalı ki futbol takımına sahip çıkılsın? Bundan sonra yapılması gereken; aşkını ispata zorlanan bütün bir şehir halkının futbol aşkını göstermek için intihar etmesidir. Böylece şehrimiz, dünyada futbol uğrunda hayatlarını feda eden kahraman bir şehir halkı olarak tarihin muhteşem (!) sayfalarında yerini alır.

Konuştuklarıyla, önemsedikleriyle, uygulamalarıyla, vs. Trabzon’u “dünya kenti” yapma iddiasını ironiye dönüştüren ‘üçüncü dünyalı şehir’ olma yolunda nasıl bir çaba sarfedildiğini şehrin ‘futbol’a akan idrak, kaynak ve enerjisinden görebilirsiniz.

Trabzon’u düşünmenin bile artık futbol terimleriyle geçerli olduğu bir şehir ikliminde yaşıyoruz. Zihinler zihin olmaktan çıkıyor. Fikir ve kültür forvetleri, fikir ve kültür defansları, fikir ve kültür liberoları, fikir ve kültür stoperleri… Trabzon’da gündemi futbol belirlemeye devam ederken; koskoca şehirde eylemsiz, işsiz yatan bir liman var. Yetersiz bir Değirmendere küçük sanayisi, çalışamayan bir Organize Sanayisi var.

Bütün bunlara rağmen tek aşkımız: Futbol… Baksanıza Cumhurbaşkanı bile Trabzon’a gelince ilk olarak ‘kutsal bir varlık’ gibi Trabzonspor’u ziyaret ediyor. Büyük ihtimalle önceden kendisine şehrin en önemli varlığı, kuruluş ve etkinliğinin “Trabzonspor” olduğu yönünde bilgilendirilmiştir.

Gelelim diasporaya taşınma meselesine …

Trabzon’un futbolu ‘ait’ ve ‘layık’ olduğu yere koyabilmesinin tek bir yolu kalmıştır. O da Trabzonspor’u DİASPORAYA TAŞIMAK ! Yâni şehir dışına çıkarmak. Şehrin futbol misyonuyla yanıp tutuşan diasporaya emanet etmek! Böylece diasporanın “futbol ideal”inde ne kadar samimi olduğu da test edilmiş olur. Trabzon’un futboldan, Trabzonspor’un da talihsizlikten kurtulmasının artık tek reçetesi budur: Diasporaya taşımak !

Çağrımızı değişik bir ifadeyle tekrarlayalım:

Çevreyi etkileyen sanayi tesislerinin şehir dışına çıkarılması gibi, çevresel etki ve değerlendirme araştırmaları yapılıp Trabzonspor şehir dışına taşınmalı !

Böylece Trabzon bir “ilk”i daha başarmış olur: Merkezini diasporaya taşıyan ilk ve tek takım ! Her türlü imkân ve altyapı için çok daha uygundur diaspora şartları. Böylelikle şehir de futbol cinnetinden kurtulmuş olur! Her hafta futbol takımının sahaya çıkmasını beklemek sevgiliye intizar olur !

Futbol Trabzon’da şehir kültürünün bir parçası olabilir ancak ‘baskın’ bir parçası olmamalı ! Futbolda gereğinden fazla ısrar ettiği için birçok şeyi ıskalayan Trabzon, modern zamanların bir ‘getto şehri’ olmaya doğru gittiğinin farkında mı?

Ülke yönetiminde önemli bir Trabzon potansiyeli olmasına rağmen şehrin mevcut hali ve bütün eforunun “futbol”a yönlendirilmesi, şehre karşı yapılmış bilinçli bir jenosittir ! Toptan bir şehrin futbol gettosuna dönüşmesi nasıl izah edilebilir?.. Aman Allah’ım ! Burası yoksa Latin Amerika mı? Fado, Fiesta, Futbol…

Uzun zamandır şehrin kültürünü işgal ve imha eden popüler unsurların disiplin altına alınamayışı Trabzon’u futbolda da 3. dünya takımı yapıyor. Yazımızın başındaki Trabzonspor Başkanı’nın sözü de bu anlamda 3. dünyacı söylem içeren iptidai bir sözdür.

Futbolu şehrin kültürünün önüne geçirme humması, Trabzonsporu şehir kültürünü işgal eder hale getirmiş durumda! Oysa, modern zamanlarda Anadolu şehirlerinde futbol, şehir kültürüyle varolan bir unsur olmalı ! Şehir yoksa futbol da olmamalı! Trabzon’da ise durum farklı: Şehir olmasa da futbol olmalı!

Kapsayıcı düşünebilen, kendini test edebilen komplekssiz bir şehir olmak için futbola harcanan enerji gereksiz bir fanatizme dönüşmemeli. Halbuki Trabzon’da varolan büyük enerji özelliğini kaybedip hızla ihtiras ve fanatizme doğru yol alıyor.

Trabzon’da futbolun nasıl bir fanatizme dönüştüğüne hayret eden futbolcu Cale’nin şu ilginç sözü her şeyi anlatıyor ve söylemek istediklerimizi özetliyor: “Bir maç kazanıyoruz, şehrin kralları gibi oluyoruz. Bir maç kaybediyoruz öyle bir yerden yere vuruyorlar ki, hiç dışarı çıkmamamız gerekiyor diye düşünüyoruz. Ortası yok, ya çok üstteyiz, ya çok aşağıdayız”

İşte bu hal “patoloji”nin ilgi alanına giren bir durumdur!

Futbol, şehrin renklerinden birisi. Koskoca bir şehir tek bir renge mahkûm edilebilir mi?
İzahı mümkün olmayan, futbol merkezli fanatik bir kilitlenme, giderek şehre karakterini veren unsurlar arasında sıyrılıp öne çıkıyorsa şehrin karakteri bozuluyor demektir.

Bütün bir şehir halkını “Trabzonspor’a sahip çıkmaya çağıran” kulüp başkanı büyük metropollerin semt takımlarının yüz yıldır ülkemizin futbol hayatına hükmettiği gerçeğini nasıl izah edilebilir? Veya böyle bir gerçeği görebiliyor mu? Görebiliyor ve izah edebiliyorsa, derhal başında bulunduğu takımı ve şehri terk etme erdemi göstermelidir! Büyük metropollerin bu takımları yâni ‘mahalle takımları’ metropol kültürünün içinden geliyor. Trabzon’da ise bütün bir şehir kültürü futbol takımının peşine takılmış gidiyor.

Metropol semt veya mahalle takımlarının (3 büyük takımın) oluşmuş tarihleri, kültürleri var. Peki, şehrin bütün enerjisini çekmesine rağmen Trabzonspor bunu niçin sağlayamıyor? Trabzon şehri, bir ‘parça etkinlik’ olarak kendi futbolunu üretemiyorsa, Trabzonspor kendi futbol kültür ve geleneğini üretemez ! Ki üretemiyor !

Uzatabiliriz ama, yazımızın başlığı bile meseleyi anlatmaya yeter sanıyorum.

Trabzon’da futbol ne kadar Trabzon’a ait? Kültür ve gelenek olarak bir Trabzonspor var mıdır? Varsa bu Trabzonspor ne kadar ‘şehirli’ dir ?

Trabzonspor niçin diasporaya taşınmalı?

Çünkü şehrin kültürel bir parçası olmaktan uzaklaşan, endüstri haline gelen futbolun, şehrin misyonuna hizmet edebilmesinin yolu ona DİASPORİK BİR MAHİYET kazandırmaktır ! Tabii diasporada bu bilinç olmak kaydıyla ! Yoksa diasporada da mahiyeti değişik bir endüstriye dönüşebilir !

Trabzonsporu şehir için bir “değer” haline getirmek, bugünkü kalıplarından ve muhtevasından kurtarmaya bağlıdır !

Kulüp başkanının sözleri bize bunları hatırlattı.

Geçtiğimiz hafta İtalya Başbakanının anlattığı bir Yahudi fıkrasıyla bitirelim:

“Holokost’tan kaçan bir Yahudi, bir başka yahudiden kendisini günlük üç bin avroya saklamasını istemiş. Yahudi parayı aldıktan sonra ise kendi kendine şöyle demiş: ‘Acaba Hitler’in öldüğünü ve savaşın bittiğini ona söylesem mi?’

Ne şehrimizi, ne de insanımızı sanal hedeflerle meşgul etmeyelim, kandırmayalım !

Trabzon, futbol kolhozuna çevrilmeyecek kadar büyük, önemli ve değerli bir şehirdir !

(Günebakış, 13 Ekim 2010)

5 Ekim 2010 Salı

EMİN AKİF'İN HÂTIRATINDA ALİ ŞÜKRÜ BEY...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında ve ardından Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan ve “İkinci Grup” olarak isimlendirilen muhalif grubun önemli isimlerinden Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey’in 23 Mart 1923 günü aniden kayboluşu ve bir hafta sonra cesedinin bulunması üzerine, aynı grup içerisinde bulunan Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay gibi isimlerin bile Ali Şükrü Bey’den bahsetmekten imtina ettiği bir dönemde sadece Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey’in meclisi titretircesine yaptığı konuşma halâ hafızalardadır.

Üstad Necip Fazıl’ın 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da “İbret, Gayret!” başlığıyla yazdığı yazısında, “İbretle bakın; hakikî muhalefet ve fazilet, bir zamanlar, hakikî zulüm ve istibdada karşı nasıl bağırıyormuş; ne kelimeler kullanıyormuş, sonra niçin ve nasıl tasfiye edilmiş, Cumhuriyetin ilânı ânından itibaren eşsiz zulüm ve istibdat nasıl ve ne tarzda başlamış ve bu ilk örnekler nasıl ve ne şekilde nikbet ve akamete mahkûm edilmiş???..” şeklinde bahsettiği bu ‘büyük olay’ ve sonrasına ait bugün zihinler oldukça berraktır. Yâni olayın gelişimi ve akıbeti bugün meçhul olmaktan çıkmış, ayrıntılarıyla bilinmektedir.

Siyasî tarihimizin önemli cinayetlerinden birisi olan Ali Şükrü Bey’in şehid edilişinin üzerinden 87 yıl geçti. Konu ile ilgili kaynaklar sınırlı olmasına rağmen, bunlar içerisinde çok fazla bilinmeyen hâtıratlardan birisi de İstiklâl Marşı Şairi Mehmed Akif’in oğlu Emin Akif’in hatıratıdır. Bilinmeyen bu hatırat tarihçi Cemal Kutay’ın “Necid Çöllerinde Mehmed Akif” adlı kitabının içerisine sıkıştırılmış, gözlerden uzak tutulmuş ve Cemal Kutay tarafından heder edilmiştir.

Belli konulardaki hassasiyetine yakînen şahit olduğum sevgili kardeşim Araştırmacı-Yazar Yusuf Turan GÜNAYDIN’ın titiz çalışmasıyla Emin Akif’in hâtıratı, önemli bir kaynak metin olarak ortaya çıkarıldı, kitaplaştırıldı ve günümüz okuyucusuna “Kurtuba kitap” yayınları arasında sunuldu.

3 Mart 1925 ile 15 Eylül 1930 tarihleri arasında kaleme alınan mektup şeklindeki hatıratın iki yerinde Emin Akif Ali Şükrü Bey’den bahseder. Birincisi; “İstanbul en hazîn günlerini yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi. Boğaz; İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle dolu iken…” diye başlayan bölümde Mehmed Akif’le birlikte Ali Şükrü Bey, Emin Akif, Kuşçubaşı Eşref, vs. vs.’nin İstanbul’dan Ankara’ya gidişini anlatır.

Diğer bölümde ise “Pek Sevdiği Ali Şükrü Bey’in Kayboluşu Babama Gözyaşları Döktürmüştü” başlığıyla Ali Şükrü Bey’in şehadetini anlatır. Bu bölümü Emin Akif’in kaleminden bazı kısaltmalarla satırlarımıza alıyoruz:

“Yazılarımın başında ismi geçen Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey, İstanbul’dan Ankara’ya kadar muhtelif vasıtalarla geçtiğimiz her bakımdan tehlikeli yollarda babamın can yoldaşı ve yegâne arkadaşı bu zat birdenbire ortadan kayboldu. O zamanlar Trabzon Meb’usu’nun refikası hanım ve kerimeleri bize komşu denecek bir yerde oturuyorlar. Bizimkiler onlara onlar bizim eve sık sık gelip giderlerdi.
Kocasının bu beklenmedik kayboluşuna hanım efendi pek üzülüyor ve merak ediyordu: Her halde babam da bu hu¬susta bir çok şeyleri hesap ediyor ve şüpheleniyordu. Aradan iki gün, üç gün, bir hafta geçtiği halde Ali Şükrü Bey’den hiç bir malûmat alınamamış, nerede olduğu öğrenilememişti. Halbuki vaziyetler onun Ankara’dan, Meclis’ten böyle haftalarca ayrılmasına hiç müsait değildi. Bu işin içinde yani Ali Şükrü Bey’in kaybının pek mühim ve müphem bir sebebi, düşündürücü, şüphelendirici bir mânası olmalıydı. Babamı o güne kadar o derece mahzun, kederli gördüğüm pek nadirdir. Gözlerinde gizlemeğe çalıştığı yaşlar garip bir şekilde parlıyor. Sesi âzap duyan bir heyecanın titrek nâğmelerini fısıldıyordu.

«Ben ona söylemiştim! Bu adama itimat etme. Ondan kendini sakın ve koru demiştim. Demek ki Allah bana bunları söyletmiş yüreğimde bir hissikablelvuku Ali Şükrü’ye Topal Osman’dan gelecek felâketi bana ilham etmiş, ben de bunu kendisine ifade etmeye uğraşmıştım. Ne yazık ki onu ikna edemedim. Mert çocuk, hemşerilikten, mertlikten, saflıktan bahsediyor, Topal Osman’a güveniyordu. Çok yazık oldu» pek sevdiği arkadaşının esrarengizce öldürülüşü onu çok derinden yaralamış, Meclis’ten soğutmuştu. Korkmuştu diyemeyeceğim babamı çok iyi tanıdım. Hiç bir zaman korkak değildi. Korkunun ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine öyle kuvvetli bir kanaati vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah’a güvenir ondan gelecek her şeye boyun büker ve sinesine çekerdi...

Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i, memleketlisi……. çete reisi Topal Osman haddizatında cahil, lâkin muktedir ve cesur, bir reis…… Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman’ın …. aynı zamanda hemşerisi olmak hasebiyle bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş, Ankara civarındaki ………. Osman’ın avenesi tarafından kahve içerken boynuna sardırılan kemendle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle ıssız bir yere da¬vet etmişler onu gafil avlayarak boğmuşlardı.

Cesedini, paltosu ve elbisesiyle pek derin kazılmayan bir çukura atmışlar; bir-iki gün sonra yağan şiddetli yağmurlar toprağı sürüklemiş, cesed meydana çıkmış, hâdise de anlaşılmıştı.

Ali Şükrü Bey’in sıkı sıkı kapadığı avuçları açılınca: boğulmamak için sarf ettiği gayret ve mukabele esnasında kendisini müdafaa için kullandığı hasır bir iskemlenin hasırları çıkmış. Ankara’da kendisine bütün şehrin iştirak ettiği muazzam bir cenaze merasimi yapılmış, bir top arabasına yerleştirilen tabutunu ay yıldızlı bayrağımız sarmalamıştı…”

Emin Akif’in hatıratındaki Ali Şükrü Bey’le ilgili kısım bu şekilde… Ali Şükrü Bey cinayetini bir de ilk şahitlerden kabul edeceğimiz Emin Akif’in kaleminden okuduğumuzda aynı ürpertici hissiyatımız depreşiyor.

Emin Akif’in kısa hatıratında birçok önemli husus daha var. Hatıratın sonuna Yusuf Turan Günaydın önemli notlar da koymuş. İşte bunlardan birisi: Emin Akif 57 yaşında oldukça çökmüş bir halde, 1966 yılında kendisini ziyarete gelen gazeteci Kenan Akın’a hatıralarını yazdığını ve ismini “Orta Çiftlik” vereceğini söyler. O görüşmede, hatıratından birkaç paragraf da okur. İlginç bir paragraf şöyle: “16 yıl önce… Mayısın 13’ü. Günlerden pazardı. Baba dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40 yaşlarındaydım. Çocukluğum, delikanlılığım 25’ine kadar iyi geçti. Maalesef bunu takip eden yıllar devamlı bir kâbusun korkunç karanlıkları içinde, inkisâr-ı hayâl, hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur…”

Emin Akif’in hatıratı vesilesiyle merhum, mağfur Ali Şükrü Bey’i tekrar rahmetle yâdediyoruz.

(Günebakış, 6 Ekim 2010)