28 Şubat 2011 Pazartesi

"ŞEHİR HEP PEŞİNDEN GELECEK..."

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

İnsanın kendini “ait hissettiği” şehirden uzakta olması, onun aidiyet hissini azaltır mı yoksa daha mı yoğunlaştırır? Bu soruya verilecek cevap şehrinize ‘ait olma’nızın sebebiyle ilgilidir. Şehir sizin için ontolojik bir anlam ifade ediyorsa aidiyet hissiniz yoğunlaşır. Şehir sadece bir ‘barınma’ mekânı ise orada bulunmanızın sadece ‘biyolojik’ bir nedeni vardır. Maksadımız; ‘şehir idraki’ taşıyanlara “niçin bu şehirde oldukları”na ilişkin soru tekrarıdır. Aynı zamanda da “şehir idraki” diye bir derdi olmayanları böyle bir idrake davet etmektir.

Heidegger’in varlığa ilişkin ifadelerinden birisi “biz bir yerde var oluyoruz, varlığımız orada anlam kazanıyor”dur. Varlığın anlam kazanma yatağı olarak şehrinizi görüyorsanız eğer, şehir sizin için aynı zamanda ‘aidiyet yatağı’dır.

Şehir ve aidiyet’i birbirinden kopmaz iki kelime-kavram olarak aynîleştirebiliyorsak ‘varlığın anlam kazandığı’ bir yoğunlukta şehrimize bağlanırız.

Böyle bir şehir, Kavafis’in “Şehir” şiirinde içselleştirdiği yerdir. Kavafis ünlü “Şehir” şiirinde “bu şehir hep peşinden gelecek, takip edecek durmadan seni” diyor. Peki öyle mi? Şehrimiz gittiğimiz yere geliyor mu? Bizi durmadan takip ediyor mu? Şehrin bizi takip etmesi ve onu gittiğimiz yere taşımamız; “şehir idraki”nin kısır maddi öğelere indirgemeyeceği, büyük âriflerin insanı “ulu şehr”e benzettikleri gibi bir ‘idrak’i gerektirir!

Bir divan şairinin ‘aşk’ için söylediği “Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrak gerek!” Biz bu mısrayı “Sırr-ı şehr anlamaya haylice idrak gerek!” diye değiştirerek ‘şehir idraki’nin nasıl bir derinlik istediğine işaret etmiş olalım. Kavafis’in mısralarında bağlamı farklı olsa da bu türden bir şehir hasreti, şehir hüznü okunuyor.

İşte şiirin tamamı:

'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. “

“Bir başka şehir beklememek” için varlığımızı anlamlandıran ve varlığımızla anlamlandırdığımız şehri kalabalıkların fiziksel ihtiyaçlarının giderildiği ‘eşyalar deposu’ olarak görmemek gerekiyor.

“Dönüp dolaşıp bu şehre gelecek” isek sonunda, bu şehre ait olduğumuzu gittiğimiz her yerde göstermemiz gerekiyor. Ancak, kendi “algı”larımızdaki şehri değil, şehrin ‘kendisi’ni taşıyabiliyorsak…

“Yeni bir şehir arıyor”sanız eğer, şehir sizi kabul etmiyordur, siz kendinizi şehre ait hissetmiyorsunuzdur.

“Yeni bir şehir aramıyor” iseniz, şehirde “olduğunuz”u hissetmek ve bu hissedişi anlamlı kılacak varlık göstermek zorundasınız.

Hangi şehre kendinizi “ait” hissedersiniz? Aidiyet yatağınızı bulamadığınız zaman Yunus Emre’nin söylediği gibi “Var imdi gez şârdan şâra.” Bulduğunuzda da gene Yunus gibi “Ballar balını buldum” dediğiniz şehre aitsiniz, şehir de size ait!

Bir antropolog (Marcel Mauss) Avustralya yerlilerinin yaşadıkları evleri ayrıntısıyla anlattıktan sonra “buradaki her şey sanki sizinle konuşmaktadır.” der. Bir antropologun kendine yabancı bir şehirde gördüğünü siz şehrinizde görebiliyor ve şehrinizle böylesine organik bir ilişki içine girebiliyorsanız siz şehrin, şehir de sizin peşinizdedir.

Bir büyük ârifin söylediğini şehrimize bakarak söyleyelim:

“Zaman seninle müzeyyen olsun!”

İşte şehir bu, şehir idraki bu, niçin şehirde olduğumuzun cevabı bu.

(Günebakış, 2 Mart 2011)

22 Şubat 2011 Salı

ŞEHİRDE HEPİMİZ "TRUMAN BURBANK"LARIZ...



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yaşadığımız hayat ‘gerçek’ mi yoksa ‘sanal’ mı?

Peygamberlerin taşıdığı mesaj ve onların takipçisi büyük velîlerin, âriflerin ‘hakkel yakîn’ müşahade ettikleri ve bizi sürekli ‘uyardıkları’ gibi yaşadığımız dünyanın gerçekliği, ‘mutlak gerçek’lik olan hayatın bir ön izlemesi olduğudur. Yâni sanal bir dünyada sanal bir hayatı yaşıyoruz. Bu hayat “aslı burada var olmayan” gölge bir hayat… Gerçekliğin bizi çoğu kez yanıltan yansıması… İnsanın mükellefiyeti; bu sanal hayatın pasif bir nesnesi olmaması, varlığın bilincine varması ve ‘kim’liğini sorgulamasını gerekli kılıyor. “Varlığın idraki” burada… Gerçek zannettiğimiz sanal âlemin farkına varmak, insanın en büyük meselesi…

Sanal âlemin kurguları bazen ‘kendimizi’ ve yaşadığımız hayatı sorgulamaya götürüyor. Kurgular, kurgulayanın farkında olmadığı bir ‘temel gerçeğe’ idrakleri yöneltiyor… Filmler de ‘hayattan kesitler’ taşıyan sanal filtreler olmalarına rağmen bazen bizi ‘ben’imizle ‘kendimizi idrak’le karşı karşıya getirirler.

Peter Weir’in “The Truman Show” adlı eseri de bu türden bir film…

“The Truman Show”u seyredenler hatırlarlar. 1998 yılında vizyona giren filmin ilginç bir konusu vardır. Bir TV kurumu, terk edilmiş bir bebeği sahiplenir ve ona Truman adını verir. Truman’ın etrafında, gerçekte var olmayan, gerçekliği olmayan sanal bir ada oluştururlar. Truman bu adada büyür, hayata atılır, sigortacılık mesleğini icra eder. Yaşı ilerlemesine rağmen bulunduğu adada aslında hapis hayatı yaşadığını, bulunduğu yerin büyük bir stüdyo olduğunu bilmez. Kahramanımızın tüm hayatı her karesiyle canlı yayında kitlelere seyrettirilir. Adanın adı “Seahaven”dir. Bu sanal hayatta Truman hariç herkes senaryo gereği rollerini oynayan oyunculardır. Truman Burbank ise televizyon show’unun ana oyuncusu olduğunu bilmeden “gerçek zannettiği” hayatını yaşamaya devam eder. Herkes Truman’a ‘yaşadığı hayatın ne kadar mükemmel bir hayat olduğu”nu telkin eder. Hayatı 24 saat boyunca tüm dünyaya canlı olarak seyrettirilir. Fakat uzun bir süre sonra Truman bazı şeylerden şüphelenerek gerçekleri öğrenmeye başlıyor.

Truman yaşadığı sanal hayatın sonunda adadan kaçmaya çalışır ve denize açılmak üzere harekete geçtiğinde “gerçek hayat mekânı zannettiği” stüdyonun duvarına çarpar ve müthiş gerçeği o zaman anlar.

Aslında hepimiz yaşadığımız dünyada/şehirde, farkında olmadığımız böyle bir senaryonun oyuncuları mıyız? Figüranları mıyız?

Modern zamanların metalik ve mekanik şehirleri içerisinde yaşadıklarımız, farkında olalım veya olmayalım bizi böyle bir hayatı sürdürmeye ‘mahkûm ettiren’ bir atmosfere sahip.

Öyle şehirlerde yaşıyoruz ki; bu şehirlerin ‘gerçekliğini sorgulama’yı bile aklımızdan geçiremiyoruz. Sorgulamaya kalkışsak bile, kendini ele vermeyen bir soğuklukla bizden kaçıyor… Aslanda biz bu ‘kurgu şehir’de gerçek hayatı yaşadığını zanneden Truman Burbank’larız adeta. Farkımız; şehirden kaçmak için harekete geçtiğimizde şehrin duvarlarına çarpsak da bir ‘fanus içinde’ olduğumuzu anlayamamamız.

Modern zamanların sanal şehirleri bir TV stüdyosu gibi bize ‘mutlak gerçeklik’ olarak sunuluyor. Sunumu yapanlar malûm meçhuller… Senaryoda yerimiz hep aynı. Yüzyılımızın şehir ve insan ‘algı’sı bizi nerede olursak olalım, hangi tarih-kültür mirasına sahip olursak olalım aynı sona doğru hızla itiyor. Batılı-Doğulu demeden herkes bulunduğu şehirde gerçek zannettiği sanal rolleri oynuyor.

Büyük muhakkik mimar Turgut Cansever bunu, yüzyılımızın “kültür çöküntüsünün belirgin özelliklerinden biri, gayri insanî tekdüzeleşme”si olarak ifade ediyor.

Truman Burbank’ın yaşadığı hayat aslında hepimizin yaşadığı hayat… Hatta Truman, bizden daha çok varlık bilincini taşıyor. Biz, böyle bir hayatın içinde olduğumuzu bilmemize rağmen habersizmişçesine bu hayatı yaşıyoruz. Sanki “aslolan gerçeklik değil, sanallıktır”a iman etmiş mü’minleriz. Bu imanı taşıdığımız sürece Truman’ın “Seahaven”inde yaşamaya devam edeceğiz. Truman dışında her şeyin sahte, kurulup-yıkılabilen yapay bir dekordan ibaret olduğu hayatı, daha iyi bir hayata tercih edemediğimiz için burada yaşamaya mahkûmuz.

Yaşadığımız şehir-stüdyo o hale getirildi ki, her dekoru paslanmış, küflenmiş, dökülmeye yüz tutmuş çehresiyle bize ısrarla gerçek kimliğini dikte etmeye çalışsa da biz bunu görmek istememekte ısrar ediyoruz.

Sözün burasında Üstad’ın “Çile”sinden mısraları hatırlıyoruz:

“Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;


Mekânı bir satıh, zamanı vehim.


Bütün bir kainat muşamba dekor,


Bütün bir insanlık yalana teslim.”



Şehirde bize sunulanların baş döndürücü büyüleyiciliği karşısında sarsıntı geçiriyoruz. Zaten modern zamanların insanı esir alan en önemli enstrümanları: Hız, renk, ritm ve büyü… Şehir, sesi ve rengini bunlarla sergiliyor.

The Truman Show filminde bir cümle var ki, insanın şehirde nasıl aldatıldığını ve sanal bir dekora mahkûm edildiğini ortaya koyuyor:

“Dışarıda, benim sana sunduğum dünyadan daha fazla gerçek yok!”

İnsana, kendisine sunulan sanal dünyanın gerçekliği kabul ettiriliyor. Ve biz, hepimiz şehrimizi de tüm yeryüzünü de Seahaven gibi zannediyoruz.

“Şehir Stüdyo”ya hapsedildiğimizin farkına vardığımız zaman insanî gerçekliğimizin de farkına varırız.

Şehrimize bir de The Truman Show’da yaşıyoruz gibi bakmaya ne dersiniz?

(Günebakış, 23 Şubat 2011)

14 Şubat 2011 Pazartesi

1930'LARIN "ŞEHİR KATLİAMI"YLA BUGÜNÜN "ŞEHİR KATLİAMI" ARASINDA FARK VAR MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Tarihten ne kadar kaçarsanız kaçın, ne kadar reddederseniz reddedin, öyle bir an geliyor ki bilinçaltınıza yerleşen ‘tarih kodları’ sizi bırakmıyor, onlardan sonuna kadar kaçamıyorsunuz. Aslında tarihten değil, bilinçaltınızdaki ‘saplantılar’dan kaçıyorsunuz. Bilinçaltınız sürekli ‘tarih sendromu’ yaşarken, siz tarihe karşı verdiğinizi zannettiğiniz savaşın sonunda yenilgiye uğradığınızı bile fark etmiyorsunuz.

Bu durum herhalde sadece bize mahsus bir “ruh hastalığı” olsa gerek.

Şehir tarihinde de öyle… Tarihten kalan ne varsa onları yok etme, kalanlardan da tiksinme ve onları görmeme adına şehirde yapılanları önce alkışlasanız, onaylasanız da, giderek “insana göre” bir şehir tasarımı değil, ‘tarihinden intikam alma adına’ bir şehir terziliği-katliamı yapıldığına şahit oluyorsunuz.

Tarihinden, tarihselliğinden kopartılan şehir sizi sürekli kovalıyor. Bir süre sonra reddettiğiniz, kaçtığınız tarihin veya tarihî şehrin silüeti altında eziliyorsunuz, ona izah edemediğiniz bir hayranlık duymaya çalışıyorsunuz. Ancak bu sadece bir kültür hayranlığıdır. İçselleştirilmiş, hazmedilmiş bir tarihî kültür değil.

Trabzon da bu anlamda 1930’lu yıllarda ‘büyük katliam’lar yaşamış bir şehirdir. Şehir katliamı, cumhuriyet ideolojisini ne pahasına olursa olsun yerleştirme adına yapılmıştır. Konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Sadece İmaret külliyesinin yıktırılıp üzerine bugünkü Atapark’ın inşa edilmesi örneği yeter…

Medeniyet şehirlerinin böyle bir trajik kaderi var. Tarihte, ‘yaşanmaya değer hayat’a tecelligâh olan şehirlerin muhteşem bir kemalden müthiş bir zevale uğraması neredeyse kaçınılmaz olmuş.

Cumhuriyet ideolojisinin önemli yazar, edebiyatçı, siyasetçi ve mübelliğlerinden Falih Rıfkı Atay’ın 1932’de bir gazetede yazdığı ‘alev ve beton’ başlıklı yazısı 79 yıl sonra günümüz şehirlerine, özellikle de şehrimize yapılan ‘kötülük’leri anlatıyor sanki. Cumhuriyet ideolojisinin şehir tasarımında, tarihî binaların-mekânların yıkılıp batıdan apartılan apartmanlarla donatılması karşısında Falih Rıfkı isyan ediyor. Sadece İstanbul’da yapılanlar karşısında donup kalan yazar, diğer medeniyet şehirlerinde yapılanları görseydi nasıl tepki verirdi bilemiyoruz. Falih Rıfkı, kendi tarihine duyduğu nefreti sözkonusu yazısının sonunda “biz maziye bin kere daha üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” diyor. Böylesine bir tarih nefreti haçlıları bile çıldırtacak türden bir nefrettir.

Falih Rıfkı, 1930’larda İstanbul’daki şehir katliamı ve şehrin betonlaştırılmasına isyan ediyor: “Kırmızı alevden daha korkunç bir canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsüzlüğün canavarlaştırdığı betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok ettiğini göreceksiniz…. Hep birbirinden kopya, plan parası verilmemek için yapı kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat apartmanlar, hep birbirine denizi kapayarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve hijyen adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın, hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.”

Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılanların bilgisizlik ve zevksizliği aşmış bir ‘şehir ihaneti’ olduğunu söylemenin bile fantezi olduğu idraksizlik ikliminde yaşıyoruz.

1930’larda “devlet eliyle” yapılan şehir katliamı 2010’larda gene “devlet eliyle” yapılıyor. Devletin sadece şehirlerimize değil, en ücra kasabalarımıza kadar bir “mızrak” gibi sapladığı “TOKİ” yapıları, 1930’lu yılların cumhuriyet ideoglarının hayallerini süslüyordu. Ömürleri yetmedi ama tasarladıkları şehirlere ‘devlet eli’ 70 küsür yıl sonra ulaşabildi. Onlar bile temelini attıkları (daha doğrusu tarihî temelini yok etmek istedikleri) “cumhuriyetin şehirleri”nin bu derece ‘görkemi’ karşısında şaşkınlıktan dillerini yutarlardı herhalde!

1930’ların edebiyatçı, sanatçı, siyasetçi, şehir plancısı, devlet adamı, vs.leri bugünün devlet yöneticileri (özellikle de TOKİ)’nin marifetiyle şimdi mezarlarında rahat uyuyorlardır (!)

Falih Rıfkı gibi bir “Cumhuriyet İdeologu”nu 1930’larda çıldırtacak şehir katliamları 2010’larda TOKİ’nin “Kentsel dönüşüm”lerinin muhteşem başarıları olarak karşımıza getiriliyorsa o şehri idrak terk etmiş, ahlâk ve zevk o şehirden kaçmış demektir.

Bugünün iktidarları, bayındırlık ve imardan sorumlu bakanları, TOKİ yöneticileri belki Falih Rıfkı’nın sözkonusu yazısını okurlar da “ne yaptıkları”nı sorgularlar. Yaptığı işin ‘marifet’ olduğunu ve de ‘taltif’ edildiğini, alkışlandığını görenlerin böyle bir sorguya ihtiyaç duymadıkları da bir gerçek. Problem; dünün medeniyet idrakli mimarı ile bugünün ‘kalfa kafası’ arasındaki farktadır. Tarihî şehirlerimizin inşası ile TOKİ’nin oluşturduğu şehir siteleri arasındaki ‘idrak’ farkı, problemin kaynağıdır.

Şehirlerimizi “kırmızı alevden daha korkunç bir canavar”ın zevksizliği, bilgisizliği ve idraksizliğine teslim ederseniz ortaya gördüğünüz şehir manzarası çıkıyor. TOKİ adeta şehirlerimizin DOKU’suna musallat olmuş bir kasırga gibi esip yıkmaya devam ediyor.

Büyük Şair Fuzulî’nin meşhur mısraının ilgili olmamasına rağmen yeri burası: “Ben isterim belâyı, çün ister belâ beni !”

· Doğruyu gösterme imkânına sahipken yanlışla,
· Güzeli inşa etme imkânına sahipken çirkinle şehirlerimizi istilâ eden ZİHNİYET ancak yeni bir zihniyet ve idrakle yok edilebilir.

Şehrimiz Trabzon’a da bir ‘fatih’ edasıyla davet edilen ve giren TOKİ, bakalım daha ne işgallere, ne katliamlara imza atacak? Bunun hesabını, daha doğrusu faturasını gelecek nesiller hak etmedikleri biçimde ödeyecekler!

Ne yapalım?

Şehrimize bakıp da Yahya Kemal gibi hüzünlenelim mi?

“Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan, bu zamanlarda, fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor. Ruh da tıpkı hava gibi alçaklarda bulanık, yükseklerde saf; şehirlerden dağlara çıkınca tortusu dibe iniyor…”

Biz de şehrimizden uzakta şehrimizi seyrederken bunları düşünüyoruz.

(Günebakış, 16 Şubat 2011)

8 Şubat 2011 Salı

ŞEHİR VE SİMGE... "Fluctat nec mergitur!"

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Simgeler-semboller, insan, eşya ve hadiselerin muhtevasını ifade eden, ifşa eden modern zamanların önemli imaj araçlarıdır. Sadece modern zamanlarda değil, kadîm zamanlardan günümüze kadar simgeler, insanın dünyayı tanımlamasında önemli işlev görmüştür. Günümüzde insanın idrak kalıplarının neredeyse simgelerden başka bir muhtevaya imkân bırakmaması, çağımızın simge ve imajlar çağı olarak önemli bir farklılığını da ortaya koyuyor.

Simgeler aslında bütünü çağrıştıran parçalardır. ‘Parça bütünün habercisidir’ hikmetini konumuza indirgediğimizde; parça-bütün ilişkisi, simge-muhteva ilişkisine tekabül eden, işaret eden bir öneme sahiptir.

Simge, dil devrimiyle Fransızca ‘signe’, Latince ‘signum’dan aşırılmış. Dilimizdeki karşılığı “remz” veya “remiz”. Eski lügatlarımızda işaret, timsal, ima, gizli huruf anlamlarına geliyor. Kamus-u Türkî’de ‘bir maksadı anlatan resim, şekil’ diye geçiyor. Üstad Necip Fazıl’ın ‘Evim’ şiirinden bir mısra: “Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!” Remz, ifade ettiği maddeyi aşmış bir manâ ifade ediyor, delalet ettiği şeye göre kıymet ve anlam kazanıyor.

Şehirler de kendilerini bütün olarak muhtevalarıyla ifadelendirdikleri gibi, muhtevalarına uygun düşecek simgelerle de ifade ederler. Bu anlamda günümüz şehirleri müthiş bir zevksizliği, kabalığı, estetik yoksunluğunu ifade eden simgeler çöplüğüne dönmüş durumda. Her şehrin, hatta her ilçenin, köyün simgesi var. Simge koymanın ölçüsü yok. Bitkilerden hayvanlara, eşyalardan insanlara kadar tam bir simgeler mezarlığı ülkemiz… Şehir yöneticilerinde selîm bir zevk ve estetik idrakînin olmayışı, simge arayışında tarihî şehirlerimizden günümüze intikal eden tarihî silüeti bile görmeyi engelliyor.

Her şehrin bir arması, simgesi olmalı. Ancak simge tarihî sürekliliğin ifadesi de olmalı. Simgeler, modern zaman şehirlerine karşı şahsiyetini halâ sürdürebilen özellikle medeniyet şehirlerinin kadîm tarih ve kültürünün ifşası için mutlaka gerekli… Şehir varlık iddia edebiliyorsa, ifade ve ifşa için simge gerekli. Varlık isimlendirmeye muhtaç olduğu gibi simgeye de muhtaç..

Şehrimizin de tarihsel derinliğine, kültürel zenginliğine, medeniyet şehri kimliğine delâlet eden remzi-simgesi olmalı.

Tarihin bırakmamak için direndiği, kültürün kaçtığı, estetiğin terk ettiği, aklın tutulduğu, idrakin şaşırdığı günümüzün kaotik şehirleri ve şehir yöneticilerine bırakılamayacak kadar hassas ve zor bir iştir simge işi. Ve de şehirlerimizin/şehrimizin simgesi bugünün şehir yöneticilerine bırakılamayacak kadar önemli bir iştir.

Halâ büyük tarihî şehirlerimizin kendilerini ifade edebilecek bir simgeleri yok. Olanların da iptidailiği ortada.

Şehir simgesi sadece şekil ve logolardan ibaret değil. Bir cümle, tanımlayıcı bir kelime de bir şehrin simgesi olabiliyor. Medine’ye ‘münevvere’, Mekke’ye ‘mükerreme’, Kudüs’e, Buhara’ya, Şam’a ‘şerîf’ sıfatları da bu şehirlerimizin ‘değer’ine ve önemine işaret ediyor.

Ayrıca tarihte Roma için: “Bütün yollar Roma’ya çıkar!” sözü de şehir simgesi olarak bugüne kadar gelmiş önemli bir cümledir.

Günümüzün batı şehirlerinin birçoğunun simgesi var. Fransa’nın başkenti Paris’in simgesi ‘yelkenli gemi’ figürüdür. Bu figürün/simgenin altında da “Fluctuat nec mergitur!” yazılıdır. Yâni, “Dalgalar dövdü, ama batmadı!”. Bir şehir kültürü yazarı Paris için şunları söylüyor: “Paris’in sırlarından biri bu sözün içinde gizlidir. Diğer önemli şehirlerin tersine, bu şehir, uzun tarihi boyunca birçok darbe almış, ama hiçbir zaman tamamen tahrip olmamıştır. Örneğin Londra’nın 1666, Lizbon’un 1755 veya Berlin’in 1945’te başına geldiği gibi çok büyük bir yıkım yaşamamış, sürekliliğini korumuş, imzasını muhafaza etmiş, meydana gelen büyük değişimler, bir yangının, bir depremin veya bir savaşın sonucu olmamış, Paris’i Paris’liler (ve hatta bütün dünya) hem oluşturmuş hem de değiştirmişler, bazen yıkıp bazan yaparak, hep daha ‘güzel’e doğru yol almışlardır. Bir Roma kenti olarak kariyerine başlayan Paris, daha başından itibaren belli eksenler etrafında yol alan bir gelişme göstermiştir…”

Bu sözleri anlayabilecek, şehrine böyle bakabilme idrak ve ehliyetinde şehir yöneticilerimiz ve şehirlilerimiz var mı?

Sözü Trabzon’a getirelim ve Trabzon’da bağlayalım:

Şehrimiz, tarihsel sürekliliğinin ifadesi olabilecek bir simgeyi henüz bulabilmiş değil. Bulacağı da meçhul. Ne grafik şekil olarak, ne de cümle olarak. Simgenin şehrin imar plânı kadar önemli olduğunu bilenler zuhur edene kadar, şehir zevk ve estetik idrakine sahip şehir yöneticileri gelene kadar şehrimizin “simge”siz kalması şehrin hayrına olacaktır !

Hiçbir derinlik ve estetik güzellik ifade etmeyen gemi, kemençe, horon figürleri şehrimizin çekileceği estetik idraksizlik ve zevksizliğin sembolleridir. Şehrin girişine bordo-maviye boyanmış demir yığınından oluşan, şehre değil de maden ocağına giriyormuş intibaını veren ilkel bir tak ve üzerindeki ilkel yazılar şehri değil, şehrin estetik yoksunu yöneticilerini temsil ediyor.

Şehrimize Batı’nın Paris’i gibi “dalgalar dövdü, ama batmadı!” diyebilmek için epey çile çekmek gerekecek. Şöyle de diyebiliriz: Şehrimizi batırmak için içeriden öyle dövüyoruz ki başka bir batırıcıya ihtiyaç yok!

Yanlışlıklar, çirkinlikler, zevksizliklerle malûl bir şehir değil; tarihî derinlikle birlikte ‘temsil ettiği manâ”nın idrakinde şehir yöneticileri ve şehirlilerle “kendisi” olabilecek şehre “şehir” denilir.

Şehrimizi feth için gelen Fatih Sultan Mehmed’i Zigana zirvelerinde “Hey oğul! Trabzon’a bunca zahmet nedendür? Trabzon nedür ki?” diye vazgeçirmeye çalışan Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun’un sorusuna “...Bu zahmet Trabzon için değildir… Eğer bu zahmeti ihtiyar etmez isek “ cevabını veren Fatih’in şehri aşmış bir ‘medeniyet idraki’nin bugünkü şehir yöneticileri/emanetçileri farkında mıdırlar? Veya neyin farkındadırlar? Nerede yaşadıklarının farkında mıdırlar?

Bu sorulara verilecek cevapların muhtevası, şehrimizin manasını yansıtacak “simge”de yüklü olmalıdır.

“Şehirlerin remzi” olan bir medeniyet şehri, “remzlerin şehri” de olabilmelidir!

(Günebakış, 9 Şubat 2011)