30 Ağustos 2011 Salı

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI’NA “OKUMA KILAVUZU -IV-" - İstanbul'u Anlamak-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Gerçekliğiyle rüyaları süsleyen şehirler, şehirlerin de kendilerine örnek aldığı şehirler vardır. Bu anlamda Mekke, Medine ve Kudüs’ün mekân ve mânâsı medeniyet coğrafyamızda “prototip” olarak varlığını sürdürmüştür hep. Medeniyetimizin kırılma dönemlerinde bile varlıklarını taşıdıkları ruh ve ‘sükûneti’yle koruyan bu şehirler, dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, varolan ve yeni kurulacak şehirlerimiz için de model teşkil etmiştir.

Medeniyet tasavvurumuzu kaybedip, şehir idrak ve inşamızdan uzaklaştığımız dönemlerde ortaya çıkan “kaos”un peşinden sürüklediği şehirlerimizi, her türlü çözülmeye, çürümeye ve bozulmaya rağmen ayakta tutan onların gördükleri işte bu “varoluş rüya”sıdır.

“Kimin şehri?” sorusu başta Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere bütün şehirlerimizi özenilir ve yaşanılır kılan temel sorudur. İstanbul da bu mânâda “işaret edildiği” ve “barındırdıkları”yla tarihsel çekiciliğini ve ihtişamını hâlâ koruyan bir medeniyet şehrimizdir.

Öyle ki, Hendek Savaşı için hazırlık yaparlarken, bir taştan çıkan kıvılcım üzerine Hz. Peygamber’in “Size Kostantiniyye’nin fethini müjdeliyorum!” sözü, İstanbul’un her şeyin ötesinde önemini ve “niçin fethedildiği”ni ortaya koyuyor.

İstanbul’un anlamı, böyle bir “büyük mânâ”ya işaret etmesidir.

“İstanbul’u Anlamak” büyük dâvâ, büyük iddia… O’nu anlamak, şehirlerimizi, ‘yaşadığımız şehrimizi’ anlamak olacaktır. Çünkü o bir remz şehirdir. Kendisine yüklenen mâna, kendisinden yükselen mânâ ile örtüşmüş olarak günümüze kadar gelmiştir. Fatih’in 1453’deki fethiyle birlikte Osmanlı coğrafyasının doğudaki en uzak şehri Trabzon’un 1461’de, batıdaki en uzak şehri Saraybosna’nın da 1463’te fethi ile birlikte İstanbul’un buralara taşınan manâsı, onun nasıl bir “taç şehir” olduğunu ortaya koyuyor.

İstanbul’un, barındırdığı eserler ve mimarî stokunun üzerinde bir manâsı olduğunu, tarih boyunca kendisine saldıranlardan ve ona meftûn olanlardan anlayabiliyoruz.

Şüphesiz Cumhuriyetle birlikte ‘tarihinden intikam’ öfkesiyle başlayan şehir yıkımlarından en büyük payı da yine İstanbul almıştır. Sonra diğer medeniyet şehrimiz Trabzon, Bursa, Diyarbakır, vd. bu tasarlanmış tahribatlardan paylarını almışlardır. Daha sonra bilinçsizce yapılan imar planları, kent tasarımları ve kentsel dönüşümler şehirlerimizi arabeskleştirmenin ötesinde tarihsel kimliğini, manâsını yok edecek girişimlere, uygulamalara sahne olmuşlardır.

“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu”muzun bu bölümünde rahmetli Mütefekkir Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “İSTANBUL’U ANLAMAK” kitabı önümüzde berrak bir YOL GÖSTERİCİ olarak izlerini takip etmemizi bekliyor.

Cansever, 1958 yılında İstanbul’da toplanan Uluslararası Mimarlar Birliği (Union International des Architects) şehircilik kongresi vesilesiyle İstanbul Valisi’nin verdiği davette, Kongrenin Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’un Vali’ye cevabını şöyle anlatıyor:

“Kongreye katılan yabancılara ve onlar adına Şehircilik Komitesi Başkanı Andre Gutton’a davete ve toplantıya katıldıkları için teşekkür etti. Gutton’un cevabı uzundu. Birinci cümlesi ise bütün toplumumuzun yüreğini titretmesi gereken önemdeydi. Bu cümle şöyleydi: ‘Öncelikle ifade etmek isterim ki, insanlık tarihin en büyük kültür çağlarının, en büyük değerlerinin üst üste ve zengin tabakalar halinde bir arada bulunduğu bu en müstesna toprak parçasının üzerindeki değerlerin hüsn ü muhafazası imtiyazına mukavvaten sahip bulunuyorsunuz. “’Bu cümlenin anlamı apaçıktır.Açıkça ‘Bu kültür değerlerini muhafaza edemezsiniz buradaki varlığınız ve bu toprağın sahibi olma hakkınız sona erer’ demek istiyordu Andre Gutton.”

Bir şehrin tarihsel kimliğini ifade eden eserlerini korumak, aynı zamanda o şehri korumaktır. İstanbul bu anlamda ‘bize ait’ bir şehir olarak her karesi korunması, yaşatılması gereken en önemli şehrimizdir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sinan bir an’aneyi tek başına tüketen ve kendinden sonra gelenlere pek az bir şey bırakan sanatkârlardandır” demişti. Cansever de Tanpınar’ın bu sözünden yola çıkarak “Tanpınar’ın bu sözü gerçeği yansıtır; ancak Sinan, 1571’den sonra vücuda getirdikleriyle, Tanpınar’ın tükettiğini söylediği muhteşem geleneğin ötesinde yeni ufuklar bulunduğunu ortaya koymuş ve bu sebeple mimarlığın en yüce temsilcilerinden biri düzeyine ulaşmıştır…. Sinan, dünyayı güzelleştiren eserler vücuda getiren, olağanüstü zenginlikte bir muhayyileye sahip, eserlerini mensup olduğu medeniyetin inanç temellerinden ayrılmaksızın vücuda getiren, onları, ulaştığı her merhalede yeni güzelliklerin farkına vararak şekillendiren bir cengâver, bir mü’mindir. En gelişmiş eseri addettiği Selimiye’den sonra vücuda getirdiği her eser, yaptıklarının devamı olmanın ötesinde, en berrak mimarî mesajları ve açıklamaları ihtiva eder.” tespitinde bulunuyor.

Cansever’in Mimar Sinan’a ilişkin bu cümleleri aslında kendisinin misyonunu ve fotoğrafını ortaya koyuyor.

Eğer eserine nüfuz edebilirsek Turgut Cansever’i anlamak İstanbul’u, İstanbul’u anlamak da Cansever’i anlamak olacaktır.

Hamaset bataklığına düşmeden belirtelim ki; İstanbul’u Cansever’den okuyabilmek; şehir idrakimizin temellenmesine, modern zamanlarda şehirlerimizi bekleyen tehlikelere, onları yarına taşımaya dair irade ortaya koyabilmek demektir.

Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık ilgililerinde eğer bir “medeniyet tasavvuru” varsa ve buna bağlı “şehir idraki” bulunuyorsa, İstanbul’u seyretmeden önce “Cansever’in İstanbul’u”nu okumak gibi bir yükümlülükleri var. “İstanbul’u Anlamak”ın oluşturacağı şehir idraki, bugüne kadar tahrip edile edile gelen şehirlerimizin ıslahı ve kurtuluşu için belki bir çare olabilir.

Cansever, “İslam Mimarlık Mirası içinde İstanbul” başlığı altında şehrin anlamından yola çıkarak; “İslâm, varlığın bütünlüğünü, insan hayatının bütün veçhelerini kapsar. Bu bakımdan evler, mahalleler ve şehirler İslâm mimarlık kültürünün büyük abidelerinden ayrılamaz. Evler ve mahalle İslâm mimarisinin en önemli ürünleridir. “ “…Bir taraftan, İslâm aleminin yenilgiler ve fukaralaşma sonunda yaşam düzeyinin gerilemesi, diğer taraftan da İslâmî inanç temellerinden uzaklaşma sonunda yaşam biçiminde meydana gelen değişmeler sebebiyle İslâm mesken mimarisi, mahalle ve şehir yapısı da çöküntüye uğradı.” diyor ve şu temel tespiti yapıyor: “İslam toplumunun çekirdek biçimleri olan ev ve mahalle, dış etkilere karşı en köklü direnç mihrakları oldukları için sömürgeci ve işgalci güçlerin de önemli hedefleri haline geldi…”

Mütefekkir Mimarın mahalle ve evi nasıl bir medeniyet perspektifiyle ontolojik bir biçimde ele aldığını hayretle okumaya devam ediyoruz:

“İslam ülkelerinin özellikle sömürgeci, işgalci kültürlerle daha yakından temas halinde bulunan şehirli nüfusu, İslâm’ın ev, mahalle ve şehir kültürünü reddedip, batı taklidi apartman hayatını tercih ettiği için bütün İslâm ülkelerinde evler ve mahalleler yok oldu. Büyük abideler de çevrelerinden koparılıp yalnız ve fonksiyonsuz ölü yapılar haline getirildi.

Bu durum, kırk-elli yıl kadar önce, İslam ülkelerinde az sayıda insan tarafından fark edildi. Bu küçük ekalliyetin şehir, ev, mahalle mimarisini koruma önerileri modernleşme taraftarlarınca alaya alınırken, diğer taraftan da kültürel amaçlarına yönelik yatırım programlarının yönlendirdiği büyük nüfus kitlelerinin etkisi altında öncelikle korunması gereken mesken stoku, mesken mimarisi, mahalleler ve tarihi şehirler yok oldu...”

“…Bugün, teknoloji fetişizminin ürünü olan mesken mimarisinin, birey ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunun anlaşılmasıyla, terk edilen veya taksim edilen İslam mesken mimarisinin meslek meseleleri için nasıl gerçek çözümleri içerdiği ve ülkemizde İslam mimarlık mirasının en önemli kısmını teşkil ettiği için İslam mesken mimarlık mirasından arta kalan ne varsa hepsinin korunmasının, ilk ve en önemli hedef haline geldiği anlaşılmış bulunmaktadır.”

Bu temel bakış açısına bağlı olarak İstanbul’u değerlendiren Cansever’in, her satırı özümsenmesi gereken “İstanbul’u Anlamak”taki pratik önerilerini buraya almıyor, onları ilgili teknik kadrolara bırakıyoruz. Sadece İstanbul başta olmak üzere bütün büyükşehirlerimize musallat olan “idareci acziyeti”ne işaret eden cümlesini alıyoruz: “Şehirsel nüfus hareketlerinin gelişmesinin kontrol edilemeyecek bir hıza ulaşmasını engellemekle görevli merkezî planlama ve karar organları, baskı gruplarının kısa vadeli taleplerini gözeten yaklaşımlarının esiri olmuş, şehirlerin kontrol edilemez nüfus dalgalarının baskısından korunması için gereken tedbirler alınamamıştır. Geliştirici sosyal, ekonomik ve fizikî planlama bütünlüğü yerine, baskı gruplarına hizmet eden tek boyutlu, merkezî ve iktisadî açıdan temenni niteliğini aşmayan planlar ile yetinilmiş, bu planlamada şehir ve mimarlık mirasının korunmasının yeri bile olmamıştır…” İstanbul’un gelecekteki nüfus artışına dikkat çeken Cansever; “buradan hareketle, metropole yeniden yerleşecek milyonlarca insandan bir tek kişinin bile son elli senedir yapılanlara benzer apartmanlara yerleştirilmesine müsaade edilmemeli, yeni konut inşaatı, tarihî İslâm ananesinin devamını sağlayacak şekilde gerçekleştirilmelidir. ..” diyor.

Cansever başka bir galaksiden mi söylüyor bunları dersiniz? Çünkü bu ‘radikal’ tedbirleri almak bir yana, anlayabilmek için bile “haylice idrak gerek”! Hele de devletlûların böyle bir “risk”e girmelerini düşünmek hayal olur. Cansever’in 1980 yılındaki bu uyarıları 31 yıl sonra hâlâ geçerli. Uyarıları geçerli ancak, uyarılanların üzerlerine almaları da mümkün görünmüyor.

Mevcut iktidarın çevre ve şehircilikte de yakaladığı ‘tarihî imkân ve fırsat’ı heba etmemesinin tek yolu Cansever’in bu ‘tarihî ikaz’larına kulak vermektir. Gerisi lâf ü güzâf… Aksi halde “500 bin konut yaptık 500 bin daha yapacağız” demenin manâsı, “500 bin tabut yaptık 500 bin daha yapacağız” demek olacaktır. Şehir bu demek değil. Sözün burasında Üstad Necip Fazıl’ın “Istırabından bile habersiz” dediği “…hasta hastalığının farkında olmasa veya hastalığına razı olsa bile doktorun onu zorla şifaya kavuşturma vazifesi” gibi bir görevi kendilerine misyon edinecek bir iktidar ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı var mıdır? Şimdilik sadece soru soruyoruz. Cevabı verilmediği takdirde gelecek nesillerin soru yerine nasıl bir hesap soracağını tahmin edemiyoruz.

Yazımızın burasında Cansever’in “İstanbul Anlamak’ kitabının bölüm başlıklarını verelim:

İstanbul’u Anlamak (İslam Mimarlık Mirası İçinde İstanbul, Sonsuzluğa Çakılı bir Yıldız: Boğaziçi, İstanbul’da Bahçe Kültürü, İstanbul Metropolünün Geleceği Açısından Haliç, Topkapı Projesi Hakkında, “Tarih Özenle Ayakta Kalır”, İstanbul’un Tahribi ve Çöküşü İçinde Eyüp Sultan ve Geleceği, Sultanahmet Camii Kalem İşleri Restorasyonu Hakkında, Salacak’ta Çürüksulu ya da Birgi Yalısı, Çukurçeşme Hanı Restorasyonu Projesi Vesilesiyle, Adalar’da Mimari Çevrenin Tarihi ve Geleceği, İstanbul İmar Hareketleri Tetkik Komisyonu Raporu, İstanbul’un Geleceği, Yarının İstanbul’u)

İstanbul’u Planlama (Ülke Ölçeğinde İstanbul’u Planlamak, Boğaz Köprüsü: Boğaz Geçişleri Sorununu Çözümleme Metodolojisi, İstanbul Planlamasının İlk Hedefleri, İstanbul Planlaması ve Alternatifler, İstanbul’un Temel Meseleleri, İstanbul Koruma Projesinin Temel Meseleleri, İstanbul’un Geleceği Nasıl Olmalıdır?, UIA Şehircilik Komisyonu’nun İstanbul’daki Toplantısı Münasebetiyle, İstanbul’u Endülüs’ün Sonu Bekliyor, Büyük Tarihi Anıtların ve Sitelerin Korunması, Restorasyonu Hakkında Not.)

Beyazıt Meydanı Tartışmaları Bir meydanın Yok Oluş Hikayesi (Dünden Bugüne Beyazıt Meydanı, Bir Cennetin Yok Oluş Hikayesi, Beyazıt Meydanı Meselesinin İç Yüzü, Beyazıt Meydanındaki Eski Eserlerin Durumları ve Restorasyonları Hakkında Rapor, Hürriyet (Beyazıt) Meydanı Projesi Üzerinde Yapılan Tartışmalar Dolayısıyla, Beyazıt Meydanı Projelerini Tetkik Toplantısı Zabtı)

İki Söyleşi (Yeditepe Üzerine, Üçüncü Köprü Üzerine Konuşma)

Daha önce söylediğimiz gibi: Sadece kitabın konu başlıkları bile bir yol haritası niteliğinde…

İstanbul’un her karesine ilişkin mekân üstü bir tutarlı bakış açısıyla ‘İstanbul’a adanmış’ bir mimarın kulaklarımızı patlatan ancak duyamadığımız feryâdlarına karşı duyma melekesini kaybeden kulaklarımızın ‘iltihap’dan kurtulması gerekiyor. Şüphesiz, öncelikle ilgili Bakanlığın…


Cansever’in İstanbul’u anlatırken kullandığı metaforlar da müthiş. Örneğin İstanbul’un 7 tepesi ile ilgili şu sözleri gibi: “Bu şehri 7 tepeyle tanımlama teşebbüsü, bir çevreyi idrak teşebbüsüdür. Bu konuda İslâm’ın getirdiği temel, çok ciddi, çok önemlidir…. Çevre bilincini, çevre idrakini canlı tutmak İslam kültürlerinin en temel kaygısı oluyor. Daha da ötesi, İslam’ın tarih düşüncesine göre, insan kendisi için mümkün olan bir gelişmeyi tamamlayamadan ikinci bir gelişmeyi gerçekleştiremiyor. Bundan hareketle, Hz. Adem, insanlığın ilk temel hikmetini geliştiren kişi sayılıyor.

Edebiyatta, şiirde tepelerden söz edilmesi, çevre bilincinin yeniden canlandırılmasının bir parçası olarak görülebilir. Şehir biçimlendirilmesinde başka meselelere ilgi gelişiyor. Büyük binalar topografyanın önemli noktalarına konuyor, oraya inşa ediliyor. Bina topografya ile bütünleşiyor. Tepelere inşa etmekle, binalara ve şehre ayrı bir anlam katmak mümkün oluyor. Bu yol, trafik, su gibi meselelerin çok üstünde bir kaygı. Adeta dinî bir misyonun yerine getirilmesine götürüyor insanı…”

Şehrin topografyasını bu derinlikte anlamak ve anlamlandırmada başka bir mütefekkir mimar var mıdır bilemiyorum.

Yazımız gereği kitabın neresinden alıntı yapacağımızı şaşırıyoruz. Şehirlerimiz için önerdikleri fantazyadan ibaret konformist çözümler değil. Cansever’in İstanbul’un herhangi bir mekânına ilişkin bir tespiti bize bütün şehirlerimizdeki problemlerin çözüm anahtarını sunuyor adeta.

Cansever’in “İstanbul İmar Hareketleri”yle ilgili yazısındaki şu sözleri tüm tarihî şehirlerimiz için geçerli: “İstanbul, topografyasıyla olduğu kadar, bu topografya üzerine işlenmiş iskeletiyle de, bugüne kadar kısmen intikal edebilmiş bir yaşam kültürünün ifadesidir. Bu şehir, millî varlığımızı teşkil eden temel kültür direklerinden ve bugünü, geçmişteki heybetli tarihe bağlayan en kuvvetli bağlardan bir tanesidir. Bu yüzden de İstanbul eski bir kitap gibi ele alınması ve ihtimam edilmesi gereken bir şehirdir. Biz, son yıllarda bu ihtimamı göstermek bir yana, şehrin tarihî karakterini, taşınması güç bir yük olarak algılayan bir zihniyet hakimiyetine şahit olmuş bulunuyoruz…”

İçinde yaşadığımız şehre bu gözle bakabiliyor muyuz? Veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız tüm şehirlerimize bu gözle bakabiliyor mu? Bakmak yetmiyor, görmek gerekli! Görebilmek için de Cansever’in bahsettiği şehir ve medeniyet gıdası gerek. Bu gıdaları kusmayacak, hazmedecek bir bünye gerekli…

“Çevre ve Şehircilik Bakanı’na Okuma Kılavuzu”yla akıl vermiyoruz. Sadece, çevre ve şehircilik için alınması gereken aklın nerede olduğuna işaret ediyoruz. Belki “selim akıl”a ihtiyaç hissedilir diye ‘adres’ gösteriyoruz.

İstanbul’a sun’i bir kanal açmadan evvel, öncelikle “idrak kanalları”nı muhakkik mimar rahmetli Cansever’e açabilsek, şehirlerimizi ‘yaşanılır’ kılmanın ilk adımını atmış olacağız.

“İstanbul, tam beş asır İslâm aleminin merkezi ve insanlık tarihinin en yüksek kültür odağı olarak geliştirilmişken bugün bir çirkinlikler ve kültürel kirlilikler ortamı haline düşürülmüş ise insanlığa, İslam alemine ve toplumumuza karşı ilk ve aslî görevimiz İstanbul’u tekrar eskisi gibi bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmek olmalıdır.”

Cansever’in İstanbul için söylediği bu sözleri, başta yaşadığımız şehir Trabzon olmak üzere tüm şehirlerimize teşmil edecek “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ve şehir yöneticilerini bekliyoruz !

“Yarının İstanbul’u” için de şunları söylüyor muhakkik mimarımız: “Türk düşünürleri gerçekten amaçlarını açıkça ve doğru tarif ederek topluma önderlik edememişlerdir…. Türk aydınının Türk halkına yönelik ümitsiz bakışını terk etmesi lazım. Ben şuna inanıyorum ki, yalnızlığımızı kırarak, daha yüksek sesle ve daha açık bir şekilde, Türk halkına İstanbul ve Türkiye şehirleşmesinin meselelerini nakletmeliyiz. Neden? Çünkü artık Türk halkının da açık seçik gördüğü bir felaketin eşiğine gelmiş bulunuyoruz….”

“Türk aydınları kendi kafalarındaki imajları Türk halkına kabul ettirebilmek için, merkezi devlet ideolojisini Tanzimat’tan başlayıp Cumhuriyete kadar tesis ettiler. Şimdi artık bu merkeziyetçilik iflas ediyor. Bu iflasa katlanmak mecburiyetindeyiz. Bugün karmaşa gibi görünen olay, aslında büyük çözümü kendi içinden ortaya çıkaracak bir potansiyele sahip.

Ümidimiz ve duamız; Cansever’in “eserleri”ni fark edecek ve gereğini yapacaklarda. Yoksa şehirlerde değil mezarlıklarda yaşamaya devam edeceğiz. Mezarlıklarda yâni nekropollerde…

Son söz: Batılı tarihçilerin de yazdığı, 1204’te tarihin benzerini az gördüğü bir tahrip cinnetiyle, dördüncü haçlı ordusu Lâtinlerinin istilâ ve yok ettiği İstanbul’la; diğer şehirlerimizi; “kentsel dönüşüm”, “marka şehir” ve “lider şehir” söylemleriyle dönüştüreyim derken acaba şehirlerimizin yıkımı mı hızlandırılıyor? Bu can alıcı-sıkıcı soruyu her adımda ilgili Bakanlık ve yerel yöneticilerin kendilerine sormaları “farz-ı ayn”dır diye düşünüyoruz.

Cansever’in “İstanbul’u Anlamak” kitabından birkaç levha ile yetinmek zorunda kaldık. Gerisi eserin içerisinde.

(Günebakış, 31 Ağustos 2011)

22 Ağustos 2011 Pazartesi

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI’NA “OKUMA KILAVUZU -III-” -Osmanlı Şehri

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Tarihî şehirlerin şu anda “müzelik malzeme” olarak yaşayan kalıntılarına bakıp da onları restorasyona tabi tutmak, o şehirlerin yeniden ihyası mıdır? Veya onların “yaşama çabası”nı mı gösterir? Tam aksine bu hal, onların ‘ölüm ilânı’nın tescilidir. Tıpkı, ölmek üzere olan bir canlının son bir varlık belirtisi olarak gösterdiği çırpınış gibi.

İlginçtir ki, yakın tarihî şehir ve mimarî tecrübemiz olan “Osmanlı Şehri”nden bahsetmenin, modern zamanlara dair bir şey üretememeden kaçma olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Kısmen doğrudur bu kanaat. Ancak, “Osmanlı Şehri”nden bahseden, Osmanlı Şehri’nin bugün de yaşayabileceğini söyleyen eğer mütefekkir-muhakkik mimar Turgut Cansever ise, o zaman tarihe kaçış değil, tarihe bakış, günü kavrayış ve geleceği inşa ediş sözkonusudur. Tabii, (tekrar edelim ki) dünya görüşü ve medeniyet idraki olanlar için sözkonusu olacak bir “şehir inşası”ndan bahsediyoruz.

Cansever, şehir ve mimaride antik dönemleri olduğu kadar, doğuyu ve batıyı da kılcal noktalarına kadar tanımış, anlamış, muhasebesini yapmış, eski deyimle ‘ağyarını mâni efrâdını câmi’ biçimde süzmüş bir mütefekkir mimar kimliğiyle en temel meseleyi şöyle ortaya koyar:: “Temel inanç sistemimizin bütün davranış ve ruh hallerimizi nasıl şekillendirdiğinin bilinci ile inanç sistemimizin bütün tercihlerimizi ve yaptıklarımızı nasıl biçimlendirmesi gerektiğin bilgisini tekrar tesis etmek aslî meselemizdir.”

Cansever’in ‘varlığı kavrayış’ biçiminin şehir mimariye yansıyışı öyle bir derinliğe iner ki bugünkü idrakler aciz kalır… “Osmanlı Şehri”nde kendisinden okuyoruz: “Muhyiddin Arabî, Füsus’ül-Hikem’de Şuayp Peygamber faslında ‘Ben her an ayrı bir şen’deyim’ ayeti kerimesinde Allah’ın bu vasfıyla, kâinatın her an, sürekli oluşum halinde olduğu hakikatine dikkat çeker. İşte bu hakikate inanç da, Osmanlı şehrinin ve mimarisinin üslubunun biçimlenmesini düzenleyen temel inanç olmuştur..” Bu konuda, işi müşahhasa indirgeyerek birebir örnekler verir muhakkik mimarımız.

Cansever çok derinlere iniyor, bütünleştiriyor, sistematize edip idraklerimizi zorlamadan ‘inşaya davet’ ediyor. Eski deyimle; müptedilerin muakkipleri, yani, evvelkilerin takipçileri olabilmek, onların izini sürebilmek bile hüner istiyor.

Çevresiyle birlikte “bizim şehrimiz”in her karesini titizlikle dokuyan Cansever Osmanlı Evi ile ilgili olarak “Osmanlı evi büyük bir berraklıkla, çok doğru bir teknolojik yapıya sahipse, bu, teknik olarak tam bir ‘hakikate yakın olmak’ (takva) düşüncesinin yansımasıdır. Berraklık, anlaşılabilir olmaya tekabül eder, sadelik zühd’e. Berraklık ve zühd, bir arada, meydana getirilen ifadelerin yahut teknolojinin içerisinde birbirinin zıddı şeylerin, çelişkilerin bulunmamasını temin eder…” tanımlaması yapıyor. Cansever’i anlayabilmek için “esas”tan önce epeyce “usûl” okumamız gerekecek.

Bu derinliği kim anlayamaz? dediğimizde karşımıza öncelikle SİYASÎ İRADE ve en büyük müteahhit olarak devlet çıkıyor. “Devlet müteahhitliği”nin verdiği tekebbür, umursamazlık ve “bilmişlik” vehmiyle elindeki imkânları “toplu koğuşlar”a heba eden TOKİ zevksizliği ve onun taşınacağından endişe ettiğimiz (fiilen gerçekleşmeye başlamıştır) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’yla Türkiye, modern zamanlarda ‘YENİ ŞEHİR FİKRİ ÜRETEBİLME ANLAYIŞI’ndan giderek uzaklaşmaktadır.

Aslında 9 yıllık tek partili siyasi dönemimizde (Ak Parti) şehircilik adına yapılanlar, 1950’li yılların tek partili döneminde (Demokrat Parti) yapılanlarla paralellik gösteriyor. 60 yıl önce de ‘yerli’liğinden şüphe duymadığımız bir Başbakan’ı başında bulunduğu hükümetin Bayındırlık Bakanlığı marifetiyle şehirlerimiz bilinçsizce tahrip edildi. Cumhuriyetle birlikte bilinçli ve kasıtlı başlanan şehir tahribatlarına (Emine ve Mehmed Öğün’ün ifadesiyle) “Tahribin şahikasına Demokrat Parti dönemi icraatlarıyla ulaşılır.” Cansever’in verdiği şu örnek bu trajediyi acı bir tebessümle önümüze koyuyor. Korkarız ki; “Sahip olduğu kıymetleri ortaya çıkarmak isterken oyuncak bebeğinin içerisindekini öğrenmek isteyip de onu parçalayan bir çocuk gibi yok eden, çevresinden mahrum bırakan, çırılçıplak hale getiren” siyasi, bürokrat ve teknokratlarla hazîn ve elîm bir şehircilik süreci izliyoruz ve izleyeceğiz. Bizler de bu gidişle yapılanlara karşı sadece “eyvah, eyvah” demekten başka imkânı olmayan dertliler olarak mı kalacağız dersiniz?

Rahmetli Cansever’in damadı ve kızı Emine-Mehmet Öğün, “Turgut Bey, merhum Adnan Menderes’i bu projelerin memleket hayrına olduğuna inandıran, ya da yanlışı yeterince dillendirmeyen, hatta ‘şakşakçılık’ yapan danışman üniversite hocaları olduğuna dikkat çekiyor..” diyor. Sanki bugünkü gibi…

Biz, feryâdımızı “şehir derdi”miz olduğu için bu okuma kılavuzunu denize atılan bir şişenin içindeki ‘esrarlı formül’ şeklinde Turgut Cansever’i işaret ederek sürdürüyoruz.

Çevre ve Şehircilik Bakanı’na “Okuma Kılavuzu-III”de sözkonusu ettiğimiz muhakkik Mimar Turgut Cansever’in “Osmanlı Şehri” bu anlamda, devrini tamamlamış, sezonluk bir malzeme gibi dönemini kapatmış bir şehir değildir.

“Kendi şehrimiz”in fikrî temellerini bilmemiz, tanımamız lâzım ki, üzerine inşa edeceklerimizle tezatsız bir bütün teşkil etsin. Bu noktada Cansever kendisiyle yapılan özel bir söyleşide işin temeline dikkat çekiyor:

“Velhasıl, bütün bunların da arkasında dünya karşısında insanın tavrının ve yerinin ne olması lazım geldiğine dair bir bütüncül düşünce, çözümleme ve bütün davranışlarımızı tanzim eden disiplin yatıyor. Bunu kaybettiğiniz zaman insanların her biri kısa akıllarının erdiği istikametlerde, akıllarının erdiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Burada dünyaya baktıkları zaman dünyanın binbir saçmalığı da bu çabanın içerisine malzeme diye giriyor ve çözümlemede ileriye doğru gitmek gerçekten son derece zor oluyor…”

“Osmanlı Şehri” derken, ne maket bir şehirden, ne nostalji fotoğraflarından, ne de mazide dolaşan gözlerle bir “nekropol” aramıyoruz. Bir Mütefekkir-Muhakkik Mimar gözüyle varlığı bütün olarak kavrayış, anlayış, anlamlandırış ve inşa ediliş biçiminin günümüze taşınmasından bahsediyoruz. Kendisinin “Doğrusu, insanlığın başarısı için, tabii ki Allah’ın açık bıraktığı sayısız yol vardır. Ama doğrusu, üzerinden geçilmiş ve başarılı olmuş yolları takip etmek de vardır…” dediği ve gösterdiği Osmanlı Şehri’ne bu gözle bakabiliyor ve böyle anlayabiliyor muyuz?

“Osmanlı Şehri”nin tarihsel bir ‘şark dekoru’ olmadığına, taşıdığı ‘değer’in sürdürülebilir niteliğine vurgu yapmak istiyoruz. Çünkü; tarih ve şehir ilişkisi, insan ve tarih ilişkisi gibi canlı, organik ve kesintisiz bir süreç izler.

Bu süreç Cansever’in projelendirmesiyle günümüze ve geleceğe taşınabilecek bir süreçtir. Rahmetli Cansever en son şehir ve mimari mirasımız olan Osmanlı Şehri’ni bütün muhtevasıyla projelendirerek önümüze koymuştur. Bundan sonra iş ‘okuma yazma bilen’lerde. Yâni, ilgililerde… Kendi özel muhtevası, bütünlüğü, dilini anlayabileceklerde… Öncelikle ve özellikle başta Çevre ve Şehircilik Bakanı ve Bakanlık bürokrasisinde…

Böyle bir idrak var mıdır, dersiniz? İyi niyetimizi muhafaza ederek ihtimaller ve tasavvurlar âleminde ‘evet’ dediğimiz bu soruya realiteler âleminde de ‘evet’ demek için zorlanıyoruz.

Cansever Osmanlı Şehri “insanlık tarihinde benzeri çok az olan müstesna bir kültür ürünüdür. Genellikle şehrin kendisi istisnai bir kültür ürünüdür..” der ve Osmanlı Şehri’nin bugün niçin anlaşılamadığına dair şunları söyler: “Bugün Osmanlı dünyasına, onu çöküş döneminin ızdırabını yaşayanların bakış açısından farklı olarak, tarafsız bir şekilde bakabilecek kadar uzak bulunuyoruz…” Bizim ilgililerimizin uzaklaştığı Osmanlı dünyasına, çağımızın büyük mimarı Le Corbusier’in nasıl yakınlaştığını anlatır Cansever: “1924’te Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u geziyor. Buradan hareket ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken, Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de (?) sonra mamur olacakmış gibi…”

Turgut Cansever, Osmanlı şehrinin hangi özellikleriyle ‘istisnai bir ürün’ olduğunu ayrıntılı olarak anlatmadan önce 20. yüzyılın önemli bir batılı Sanat Tarihçisi olan Ernst Diez’in tesbitlerine değinir. Der ki: “Diez’in tesbitini dile getirmek istiyorum. Bu, İslam şehrine, daha ziyade Osmanlı şehrine nasıl bakmamız lazım geldiğini gösterecek çok çarpıcı bir ikaz. Diez diyor ki; ‘Bir üslup, insanlık tarihi boyunca yalnızca 3-5 asırda bir vücut bulan bir kültür olayıdır. İşte 16. asır Osmanlı çinisi böyle bir üslup olayıdır. Ve üslubun özelliklerini anlatıyor. Üslubun özellikleri de çok önemli. Çünkü bir üslup, bütün bir kültürün ortak değerler sisteminin biçim dünyasına yansıması suretiyle oluşuyor.. “ Bugüne kadar görülemeyen bu önemli nüans, Diez’in de ötesinde Cansever tarafından önümüze konuluyor. Daha fazla ayrıntının yeri burası değil. “Osmanlı Şehri”ne bakılabilir…

‘Osmanlı Şehri bugüne kadar nasıl anlaşıldı?’ Sorusundan yola çıkan Cansever, Batılı şehir tarihçilerinin ‘iktisadi işleyiş ve sosyal ilişkiler’ açısından yüzeysel bir şekilde değerlendirdiklerini bahseder ve Orhan Gazi dönemine atıf yapar:

“Tabiî şehrin iktisadî gelişme göstermesi önemli, ama şehrin iktisadî gelişme ve büyümenin ötesinde, hangi özelliklere sahip olarak geliştiği ayrı bir mesele. Ayrıca bu anlatım ve benzer anlatımlar, şehrin bir bakıma ekonomik olayların bir ürünü olduğunu ileri süren teze tekabül ederken, esasında iktisadî hayatın da, Orhan Gazi’nin kervan yolunu değiştirme kararlılığı ve iradesinin ürünü olduğu gözden kaçmış bulunuyordu.” Ve sözün burasında Cansever bir şehrin kuruluşu, oluşumu ve değişimdeki en önemli tesbitini yapar: “Şehir, bir ön iradenin ürünüdür!”

İşte bizde olmayan, eğer olsaydı şehirlerimizin bugün böyle olmayacağı şey! Yâni “şehir idraki bulunan ön irade!” Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “müdîr fikir!” Kurucu, yönlendirici, kuşatıcı irade ve fikir.

Cansever, önceki yazılarımızda vurgu yaptığımız, “şehir imajı, İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır” diyor ve Osmanlı Şehri için “Sonsuz mekanlar içinde oluşmuş bütün Osmanlı cennetlerinin (şehirlerinin) her biri aynı prensiple, dünyayı güzelleştirmek ve şekillendirme prensipleriyle vücuda getirilmiş idi. Bu düzeni hâlâ Bursa’nın anlaşılabilecek kadar korunmuş bulunan mahallelerinde de görmek mümkündür.”

Osmanlı şehirleri’ni inşa eden atalarımız, bu dünyayı aşmış bir hesap ve mükellefiyet bilinciyle, onları amellerinin bir parçası “Cennet”ler haline getirmişlerdi. Ki; bâki âlemdeki cennetlerden belki bir damlanın ‘ne olduğu’ idrak edilsin diye mi acaba?

Bu bağlamda “dünyada yeni bir şey azdır. İlave edilecek şeyler vardır. Ama bu da bir insanı hem tevazu ile davranmaya sevk eder hem de yaptığı işin derinliğini fark etme imkânı tanır. Böyle yapıldığı zaman dünyada var olma hakkını kazanır. Bütün tarihe onu yeniden anlayarak, ona ilave edilecek şeyi bularak bakmaktır.” diyen Cansever’in varlığı nasıl bir derin idrakle kavradığını anlayabiliyoruz.

Bu noktada şu temel soruyu kendimize sormamız gerekiyor: Dünyada var olan herşey ‘varolma’ hakkı kazanıyor mu?

İlgili bakanlık yetkilileri Cansever’in “Osmanlı Şehri”ni okuma ‘dert’ine katlanmadan önce kitabın muhtevasından başlıkları aktaralım:

Birinci Bölüm
Şehir-Sanat-Mimarî (Şehir, Sanat ve Mimarî Hakkında, Yaşanan ve Seyirlik Sanatlar, Sanat Eseri Üzerine: Ömer Uluç’un Resmi Hakkında, Güzel-Çirkin Ve Bayağı Vesilesi İle, Mimari Ve Yapı, Mimarî Üzerine Düşünceler, Mimarîde Tezyinîlik, Kültürümüz Ve Şehirlerimiz, Çokseslilik Ya Da Polifoni, Modernleşme Ve Geleneklerimiz)

İkinci Bölüm
Osmanlı Şehri (Osmanlı Şehri, Osmanle Evi, Osmanlı Şehir Ve Devlet Yönetimini Biçimlendiren İlkeler, Divan Şiiri İle Osmanlı Şehrinin Ve Mimarlığının Ortak Temelleri, Osmanlı’da Bozulmanın Başlaması)

Üçüncü Bölüm
Sorunlar Ve Çözümler (Geleceğimiz İçin Şehirleşme Ve Mimari, Cumhuriyet Döneminde Mimarî Ve Yapı Sektörü, Şehirleşme, Konut Meselelerimiz: Çözüm Ve Niyet, Çevre Ve Değerler, Tarihi Çevre Nasıl Korunmalı?, Bodrum’un Gelişmesi Hakkında, Bodrum’da Mimarî-Demir Ve Ertegün Evleri, Ağa Han Mimarlık Ödülü Üzerine)

Sadece başlıklar bile Osmanlı Şehrinin ‘ruhunu’ bugüne taşımada yön gösterici niteliktedir.

“Osmanlı şehri, insanlık tarihinin müstesna bir kültürel aşamasıdır” diyen rahmetli Cansever’den yola çıkarak, Türkiye’nin hâlâ modern zamanlar tarihinin bu evresinde yakaladığı müthiş imkan ve fırsatla “insanlık tarihinde müstesna şehirler inşa edebilecek” potansiyele sahip olduğunu düşünüyoruz. ANCAK; bunu idrak edebilecek İRADE şartıyla…

Bu iradeyi ortaya koyması gereken Çevre Şehircilik Bakanlığı üzerine alınır mı bilemiyorum ama, belki de meşhur sözü şöyle düzeltmemiz gerekecek: “Şehircilik, Çevre ve Şehircilik bakanlığına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir!”

Sözü, her satırı “mısra-ı berceste” hükmünde olan Osmanlı Şehri’nden bir alıntıyla daha bitirelim:

“Osmanlı şehir oluşumunda merkezî ve yerel çözümlemenin bütünleşmesiyle her şehir özel bir çözüm oluyordu… “ Bu anlamda Saraybosna, İstanbul, Bursa, Amasya, Trabzon gibi Osmanlı’nın ‘taç şehirleri’ndeki merkezî ve yerel çözümlemeler bugünün merkezî ve yerel yöneticilerine bir şey hatırlatır mı dersiniz?

Hamasetten uzak durarak söylemek gerekirse: Bugün bile, Osmanlı’nın tarihî coğrafyası’nda hangi ‘Osmanlı Şehri’ne giderseniz gidin kendinizi ‘evinizde’ hissedersiniz. Saraybosna’yı, Prizren’i, Üsküp’ü Bursa’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan ayıramazsınız. Bunları kuşatan “şehir ruhu”nu üzerinizde hissedersiniz. Niçin? Çünkü bu şehirlerde dolaşmak (Muhakkik Mimar’ımızın deyimiyle) “Osmanlı Cennetleri”nde dolaşmaktır da onun için.

“Deryadan bir damla” bile alamadan yazımızı bitiriyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki; Çevre, Şehir ve Mimarîmize ilişkin sorular da çözümler de Cansever’de.

Bitirirken son söz: Çevre ve Şehir derdiniz varsa, dersinizi muhakkik mimar Turgut Cansever’den okumak, referanslarınızı ondan almak zorundasınız.

(Günebakış, 24 Ağustos 2011)

16 Ağustos 2011 Salı

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI’NA “OKUMA KILAVUZU -II-” -"İslâm'da Şehir ve Mimarî"-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Dünya görüşü ve “medeniyet tasavvuru” olmadan hiçbir iddianızı bir yere istinat ettiremez, hiçbir meselenizi bir çözüme kavuşturamazsınız. “Dünya Görüşü ve Medeniyet Tasavvuru”na sahip olmak ise, her şeyden önce “kimim, hangi dünyaya aidim, varlığımın anlamı ne?” gibi temel soruların cevaplarının verileceği “tezatsız, tutarlı bir ideoloji”ye sahip olmayı gerektirir.

“Şehircilik” davası da, insanın varlığını anlamlandırabilmesi için yerine getirmesi gereken bir mükellefiyet olarak, ona “emanet” edilmiş görevlerden biridir.

Her konuda olduğu gibi, “şehircilik”te de referanslarımızı ortaya koymak ve güncelleyerek yaşadığımız zamana taşımak zorundayız.

Viktor Hugo, yaşadığı XV. Yüzyılın Paris’ine ilişkin şunları söyler: “XV. Yüzyılda Paris yalnızca güzel bir kent değildi; tutarlı bir kent, Ortaçağın mimari ve tarihsel bir ürünü, taştan bir kronikti. O günden sonra koca kent günden güne bozuldu. Ardından roman tarzı Paris’in silindiği gotik Paris de silinmişti. Peki, onun yerini hangi Paris aldı diyeceğiz?”

Hugo’nun bu tespiti, bir şehrin nasıl kendine yabancılaştığı, kendi olmaktan çıktığı ve kimliksizleştiğine ilişkin önemli ipuçları veriyor.

Şimdi kalmasa da “bizim şehirlerimiz”in tamamı bu anlamda her biri kendilerini kuşatan “medeniyet” in yansıdığı, yaşandığı “tarihsel kronikler”di.

Ancak, tarihî kültürümüzden, medeniyet birikimimizden, şehir idrakimizden, yaşama biçimimizden o kadar uzaklaşıldı ki, artık “kendi değerimizi”, kendi mekânımızı, kendi şehrimizi, kendi mimarimizi dahi (bırakınız güncellemek, bugüne taşımak) tanıyamayacak durumdayız. Kendi şehrimizi yâni, İslâm Ruhu’nun kuşattığı, oluşturduğu “şehrimizi” unuttuk, kaybettik.

“Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu -II-“ başlıklı bu yazımızda Muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’in “İslâm’da Şehir ve Mimari” adlı kitabını, kaybettiğimiz şehir ve mimarimizi temellendiren, bugüne taşıyan, şehirlerimizin yarınına ilişkin teklifler getiren bir “şehir kroniği” olarak misal veriyoruz.

Sürekli vurgu yaptığım; Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bilinçli şehir katliamı; 50’li yıllardan sonra ‘imar planları’na kurban edilmiş, son 40 yıldır da ‘kentsel dönüşüm, marka şehirler’ gibi temeli olmayan, sun’i-taklitçi-kopyalamalarla idraksizce ve acımasızca şehir tahribatlarına, katliamlarına sebep olmuştur. Bu “şehir tahribatları” halen TOKİ, ilgili Bakanlıklar, Belediye Başkanlıkları ve muhteris müteahhitler eliyle-işbirliğiyle sürdürülmektedir maalesef.

Dünya görüşü olmayan, medeniyet idraki bulunmayan, şehir derdi çekmeyenlerin “yönetici irade sahibi” olduğu bir ülkenin akıbeti de böylece maalesef hayr olmuyor.

Bu konuda ümitsizliğimizi temelde muhafaza ederek -bütün ümitsizliğimize rağmen- belki yeni “Çevre ve Şehircilik Bakanı” ve Bakanlık bürokrasisi ve teknik kadrosunun dikkatlerini çeker diye Muhakkik Mimar Mütefekkir Turgut Cansever’i işaret ediyor, onun “yol haritası”nı önlerine koymalarını tavsiye ediyoruz.

“İslam’da Şehir ve Mimari”, Kaf dağına tırmanıp, oradan “bize ait” hayat unsurlarını bulup almak gibi bir şey. Ancak Turgut Cansever, “İslâm’da Şehir ve Mimarî”de Kaf dağındaki “hazine”yi önümüze seriyor. Tabii gören, anlayan, duyan, sezen, hisseden idraklere…

Cansever, kitabına tarihi bir muhasebe-sorgulamayla başlıyor: “İçinde bulunduğumuz yüzyılda İslâm ülkeleri, kültürel ve dinî kimliklerini reddetmelerinin sonucu olarak, kendi tarihi mimarlık miraslarını Batılı yayınlar ve araştırmalardan öğrenmek ve bunlar vasıtasıyla geçmişlerini değerlendirmek gibi garip bir durumla karşı karşıya kalmışlardır.

Hiçbir dikkatli değerlendirme ve eleştiriye tâbi tutmadan, gayr-i İslâmi düşünce ve inanç sistemlerine ait değerler ve tavırların benimsenmesinin sebep olduğu tahribatın İslâm dünyasında çok geç farkına varılmış olmakla birlikte; giderek, Batıya yönelmenin eleştirilmeden kabul edilmesinin hiçbir sorunu çözmediği yolunda bir bilinçlenme oluşmaya başlamıştır…”


Rahmetli Cansever’in bahsettiği “bilinçlenme”yi henüz ülkemizde göremediğimizi ifade edelim. Şehirlerimizde kimliksizlik, toplu konutlarımızın toplu tabutlar olarak yapılarımıza yansıyan şahsiyetsizliklerini gördükçe kendi inanç ve düşünce sistemimize ait bir bilinçlenmenin değil, ondan uzaklaşmanın devam ettiğine şahit oluyoruz. Cansever’in bu ifadelerini “olması gereken” bir ihtar olarak kabul ediyoruz.

Cansever, “İslâm’da insana verilen ‘her şeyi kendi yerine koyma’(adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir… Mimari, tüm varlık düzeyleriyle, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir.” diyerek nasıl bir “varlıkta birlik” derinliğine sahip olmamız gerektiğinin altını çiziyor.

Bugünkü zihinlerin bırakın derinliğini, kavramsal olarak bile anlamakta zorlanacakları bu satırlar aslında “şehir ve mimari” algımızın temelini oluşturuyor.

Cansever, kitabında girift kavramların “bizce”sini getiriyor ve tanım karşılıklarını anlaşılır bir şekilde veriyor. İşte onun mimari tanımı: “Mimarî, insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünüdür.” Peşinden ilave ediyor: “Varlığın bütün veçhelerini, karmaşık ve sınırsız alanları kuşatan bir disiplin olan mimarînin herhangi bir basit şematik formülle tanımlanması uygun olmaz... Bu bağlamda, insanın kararlarının, onun inançlarının gerçek yansımaları olduğunu açıklığa kavuşturmak büyük önem taşımaktadır…”

Şehir ve Mimari’de nasıl bir zihniyete sahip olmamız gereğine işaret eden Cansever; “İslâm mimarisi, kontrolden çıkmış ‘ratio’nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve tevhid anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür.Tevhid, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılış âlemini ‘olduğu gibi’ anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.”

İslâm Şehir ve Mimarî İdraki’nde Cansever tarafından keşfedilmiş bir temel özellik: “Sükûnet İçinde Hareket”. Karşılığını yine Cansever söylesin: “İslâm mimarisi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiidir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyiniliğe yöneliktir. Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun, tevazu, mükemmeliyet ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakiki bir biçim ifadesini elde etmek için İslâm mimarisinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır. ”

“İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi”nde “İslâm, insanı, çevrenin bilincine eriştikten ve çevrenin sorumluluğunu yüklendikten sonra var olan bir canlı addediyor. Burada çok önemli olan nokta, çevrenin sorumluluğunu insanın yüklenmiş olmasıdır. Yani, çevrenin sorumluluğunun idraki ve yüklenişi yoksa, orada insan da yoktur. Bu sorumluluğu yüklenmeyen bir toplumun dünyayı yalnız çirkinleştirme ihtimali vardır. Çevreyi korumak ve güzelleştirmek sorumluluğumuz ne demektir, nasıl gerçekleşir? Bunun kurallarını, şartlarını incelememiz gerekiyor ki, gerçekten gelecek nesillere güzel bir dünya bırakmak görevimizi ifa etmek yoluna girmiş olalım. O yola girmiş olmak, tabiatıyla, başarmak demek değildir.”

Cansever, bir tefekkür adamının yapması gerektiği şekilde, bir taraftan İslâm’ın şehir ve mimari algısını ortaya koyarken, diğer taraftan başta batılı zihniyet olmak üzere, tabiat karşısındaki yanılgılarını da hesaba çekiyor. İşte bir örnek: “..Modern çağın birkaç büyük yanılgısını dile getirmek istiyorum. Biz yalnız insanlara barınak yapmakla yetinmeyi düşünürsek, bu ahlâk dışı bir davranış olur. Dünyaya gelecek çocuklara, kendisine ev yapacağımız kişilere, belki konfor standartları ve geometrik standartları düşük fakat kültür standartları yüksek evler yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü o insanların da çevreleriyle bilinçli ve yüksek kültür düzeyinde ilişki kurmaya hakları olduğunu teslim etmek zorundayız..”

Sözün bu kısmı öncelikle TOKİ ZİHNİYETİ’ne ithaf olunur!

Cansever devam ediyor: “Peki biz bu yüksek kültür ürünü çevreleri 60 milyon insan için nasıl üretebiliriz? İnşa ettiğimiz yapılar bir asır yaşama gücüne sahiptir. Her inşa ettiğimiz yapı, yanındaki yapıyı etkilemektedir. Her inşa ettiğimiz yapıda biz yaşamıyoruz. O yapıyı bize sipariş eden de yaşamayacak. Onun yerine başkaları yaşayacak. O başkalarını bugünkü kaprislerimize, heveslerimize eser etmeye hakkımız olduğunu herhangi bir kişi söyleyebilir mi?... Halkımız, büyük bir kültürü tevarüs etmiştir. Dilinde, davranışında, âdabında, hissiyatında, şiirinde o kültürün izleri hala yaşamaktadır. Buna, bugünün bir kısım kültür değeri de ilave olmaktadır. Yani teknolojiden ve teknoloji zevkinden gelen değerler. Bugün bunları nasıl birleştireceğimiz meselesiyle karşı karşıyayız… Eğer gelecek nesillere güzel, çelişkileri olmayan bir dünya sunmak mesuliyetiyle karşı karşıya isek, oturup neyin ne olduğu hususunda, neyin nasıl yapılması hususunda karar vermek mecburiyetindeyiz. Taoist yahut Budist sükûnetini mi, Hıristiyan heyecanını mı, günahkâr heyecanını mı, yoksa erotik Rokoko heyecanını mı sunacağız insanlarımıza? “

Kimilerinin idraklerini zorlasa ve ilgililere “fantezi”, “ütopik” ve “lüks” gelse de bu satırları anlayabiliyorsak, kendimizi de, çevremizi de, şehrimizi de anlamanın ilk adamını atmış olacağız.

Üstad Necip Fazıl kendisine sorulan bir soruya metaforik bir cevap verir: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız, tahlili hep aynı çıkar!” Biz de bırakınız tahlili, yoğunluktan, derinlikten ve ağırlıktan dolayı “İslam’da şehir ve mimari”nin neresinden bir ‘damla’ almamız gerektiğinin sıkıntısını çekiyoruz.

Önceki yazımızdaki şablona uygun olarak Cansever’in “İslam’da Şehir ve Mimari”sinin konu başlıklarını aktaralım. Sadece bu başlıklar, çevre ve şehircilikte yol haritamızın referans noktalarını göstermeye yeter.

Birinci Bölüm :
İslâm’da Şehir ve Mimari (İslâm Mimarisi Üzerine Düşünceler, İslâm Mimarîsinin Temel Meseleleri, İmam Buhâri Türbesi Restorasyonu Çevresinde Düşünceler, Mimarîde Türk Millî Üslûbu)

İkinci Bölüm:
Şehirden Konuta
(Mimarî Üzerine Düşünceler, İnsanın Çevreyle Bilinçli İlişkisi, Şehir, Osmanlı Şehri, Mesken Mimarimizin Temel Meseleleri, Türk Evi ve Konut Sorunumuz, Sanat ve Mimarî Hakkında, “Türk Sanatı”)

Üçüncü Bölüm:
Mimarlık Mirası ve Koruma (Mimarlık Mirasımız ve Kültürümüzün Geleceği, Mimarlık Mirasının Korunması, Koruma Mevzuatının Etkileri ve Rolleri, Türkiye Turizmi ve Tarihî Mimarlık Değerlerinin Korunması, Tarihî Çevre Nasıl Korunmalı?, Koruma Planlaması ve Fizikî Planlama İçin Öneriler, Ortak Standartları Nasıl Kuracağız?)

Şüphesiz Cansever “varlığın farkına varma ve onu anlamlandırma” şuuruna sahip olanlara sesleniyor. Eserleri de bu şuurdakilerin okumasını bekliyor.

Ancak, “Yönetme Kibri”yle okumaktan azâde olanlar vardır. Yâni, okuma ihtiyacı hissetmeyenler. Bu yaştan ve bu makamdan sonra halâ mı okumak?.. diye düşünenler yâni. Gerçi ülkemizde Bakanlar başta olmak üzere vekiller, üst düzey bürokratlar ve siyasilerin bir şey ‘okuma’ lüksü yok. Belki de kendilerine “okuma tavsiyesi”ni bile hakaret kabul edebilirler.

Dünya denen fani tasarımlar âleminde bizim şehrimiz, “gerçek âlem”den renkler taşımalı.


Cansever “Şehir ve Cennet” başlığıyla buna da işaret ediyor: “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde Cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytanî sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük Erdem’in, yani yaradılış yasalarının bilgisine dayanarak ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir… Gerçek olma, yanılgıdan arınmış olma, zühd, renkliliğin neşesi, vakar ve en önemsiz ürünü monümental kılan gerçeğe yakınlığın yarattığı huşu hissi; çözümlemenin, tezyîniliğin, tarihî süreç içinde oluşumun tabiiliği, geleceğin şehirlerinin de kültürel temelini ve ifadesini oluşturmalıdır.”

Dünyada “cennet inşası” ! Olur şey değil! Müthiş ! Şüphesiz buradaki kasıt; şehirlerimizin nasıl bir “inşacı sorumluluk” istediği !

Cansever Mimarlığını anlatan “İdrak ve İnşa” adlı kitaptaki “Cansever’in İslâmi söylemi ve projeleri, İslam medeniyetinin ben-idrakinin güçlü özelliğinden kaynaklı bir üst değerler sistemi önermesi ile esnek özelliğinden kaynaklı olan yerel geleneklerle zıtlaşmayan yapısını örneklendirir.” tesbiti, Cansever’in modern dünyaya ‘medeniyet temelli’ nasıl bir “şehir ve mimari” teklif ettiğine vurgu yapar.

Cansever, katıldığı bir sempozyumda “Yaptığımın arkasında nelerin, hangi temellerin bulunması lâzım?” sorusunu sormak zaruretinden bahsederek her konuya teşmil edilebilecek, hususen de çevre ve şehirciliğe tahsis edilebilecek ölçüyü hatırlatıyor: “Hz. Peygamber, ümmetinin zevalinin kimlerden olacağını ifade ediyor; “Kötü emîrlerle kötü âlimlerden olacak” diyor.”

Ülkemiz ‘tahrip güçleri yüksek’ kötü yönetici ve kötü bilim adamlarından, projecilerden epey çekti. Daha da çekmek istemiyorsak Cansever’in ikazlarına, tekliflerine, tembihlerine, te’ilflerine kulak vermek zorundayız.

Şimdi anlaşılabiliyor mu, “şehir” derdinin nasıl bir “dert” ve sorumluluk olduğu?

Sözümüz bigânelere, nâdanlara değil, anlayanlara …

Büyük Ârif Yunus Emre ne diyor: “Ol imaret eylemez, sen virân olmayınca!” Çevremizi, şehrimizi imardan önce kendimizi, iç âlemimizi mâmur etmekten büyük mesele mi var?

Şehrimizle, yani ruhumuzla hesaplaşmaktan vazgeçip, onu kendi gerçekliğine döndürerek, geçmişimizle helalleşebiliriz. Bu da irade sahiplerine tavsiyemiz olsun.

“Okuma Kılavuzu”nun bu bölümünü Cansever’in muhteşem bir tespitiyle bitirelim: “Değişim sürecinin ilk adımı, İslam toplumunda bilgiyi inanca aksettiren, bu inançlara göre davranan, güzelliğin idrakine derin bir yetenek kesp eden, doğru gayeleri hedef alan, din ve ahlâk bağlamında varlığını, çevre bilincini ve sorumluluğunu kavrayan tavırların etkinliğini geliştirmek olmalıdır. Çünkü Allah, ancak ilimleriyle amel edenlere hakikî bilgiyi ihsan eder…”

Cansever’in bu satırlarını dua kabul ediyor ve duasının gerçekleşmesi için “sebepler âlemi”nin iddialılarını, ilgililerini, mes’ullerini, dertlilerini “muhasebe”ye, özeleştiriye davet ediyoruz.

Cansever’i anlamak, çevremizi ve şehrimizi anlamak olacaktır!

(Günebakış, 17 Ağustos 2011)

9 Ağustos 2011 Salı

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI’NA “OKUMA KILAVUZU” -I- "Kubbeyi Yere Koymamak"

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

İrfan ve hikmet ehli, muhataplarının keyfiyetini anlamak ve muhtevasını ölçmek için “ne okudun” diye sormazlar,“kimden okudun?” diye sorarlardı. Bazen da “ne okudun” sorusunu “kimden okudun”dan sonra yöneltirlerdi. Çünkü bilirlerdi ki “kimden okudun?” sorusunun içinde “ne okudun?”un cevabı vardır. Şimdilerde gözeleri kuruyan “irfan ve hikmet” pınarımızın kendi alanında “kâmil muhakkik”lerine ender de olsa rastlayınca “kimden okudun?”un ne anlama geldiğini hissederek anlayabiliyoruz.

Muhakkik-Mimar rahmetli Turgut Cansever’i hayatta iken okumasalar, görmeseler, görmek istemeseler de eserlerinin kılavuzluğunda bir “şehir tasarımı” ve “şehir yolculuğu” belki ya-parlar diye Çevre ve Şehircilik Bakanı’na bir Okuma Kılavuzu teklif ediyoruz. “Ön Notlar”dan sonra bu kılavuza devam ediyoruz.

Okumanın ve anlamanın yaşı, zamanı ve zemini yok! Hemen şimdi! Türkiye’nin her alanda yakaladığı müthiş fırsatı hakkiyle ve bütün imkânlarıyla kullanabilecek siyasî iradenin özellikle “çevre ve şehircilik”te bu fırsatı (TOKİ örneğinde olduğu gibi) heba etmemesi gerekiyor.

Endişemiz odur ki; dokuz yıldır heba edilen bu fırsat bundan sonra da heba edilecek!

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” olarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın sadece adı değişse de, değişmesini beklediğimiz zihniyeti ola ki farkeder diye bu “Okuma Kılavuzu”ndan kesitleri kendilerine sunmak istiyorum.

Öncelikle, endişelerimden yola çıkarak üç ay önce yazdığım yazılarımda yanılmadığımı görü-yorum. “Şehircilik Bakanlığı ve Endişelerimiz -I-” başlığıyla Mayıs ayında yazdığım yazıda “ Endişeliyiz… Türkiye yeni Şehircilik Bakanlığı’yla yeni ve hantal bürokrasi stoğunu artırmaya, yeni şehir kaoslarına, zevksizliklerine sahne olacak. Korkarız ki bu bakanlığın yönetim kadro-sunu büyük ölçüde TOKİ ve mevcut Bayındırlık Bakanlığı bürokrasisi oluşturacak.” demiştim.

Sanki yazımda sipariş vermiş ve adres göstermiş gibi, ilgili Bakan TOKİ Başkan Yardımcısı’nı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müsteşarı olarak atadı. Sebeplerini bilemiyorum. Herhalde kendi başkanlığı sırasındaki uyum ve zihniyetinden dolayıdır.

Şu anlaşılıyor ki; bundan sonra şehirlerimizin geleceğinde yeni bir ruh, yeni bir anlayış, yeni bir estetik ve yeni bir yapılanmadan ziyade, “eski usûl” talime devam edeceğiz.

Ayrıntıya girmeden, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkililerinin şehre dair “ne okuması” ve “kimden okuması gerektiği”ni işaret ederek devam edelim…

Hemen ifade edelim ki; bir deryayı küçük bir bardağa sığdırmak gibi imkansız bir iş üzerinde-yiz. Ancak maksadımız sadece “kılavuzu işaret” olduğu için müsterihiz.

Konumuz Rahmetli Turgut Çansever’in biyografisi değil. Dünya görüşü, medeniyet idraki ve inşasıyla bu toprakların ‘yeni ve yerli’ bir şehir kılavuzu olarak 89 yıl yaşayan ancak, görecek göz, anlayacak idrakin yoksunluğu yüzünden fark edilmeyen büyük Muhakkik Mimarın, “kad-rini seng-i musallada bilirler” kabilinden belki eserlerine nüfuz edilir ve anlaşılır.

Osmanlı’nın yükselme devrinin (XVI.yy.) Mimar Sinan’ı neyse Turgut Cansever’in de modern zamanların Türkiye ve İslâm Dünyası’ndaki fonksiyonu odur. Şu farkla: Sinan yapmış, anla-şılmış ve ekolleşmiştir. Cansever ise halâ anlaşılacak !

Rahmetli Cansever’in sıkça işaret ettiği ölçümüzü (hadis) hatırlatalım: “Hükümdarın iyisi, âlimin ayağına giden; âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir!” Bu ölçüye rağmen, müthiş bir mes’uliyet ve edep hissiyle projeleri ve eserlerini ilgili her yere taşımış bir tevazu adamıdır da rahmetli Cansever.

Şimdi sıra ve vebal siyasî irade ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nındır. Oluşturmaya başladığı teknisyen ve bürokrat kadrosuna dünya görüşü ve medeniyet bilincine sahip, sanat ve estetik derinliği olan insanları bulup, seçip bir “şehir seferberliği” başlatılmadığı takdirde “eskinin devamı”ndan ibaret “böyle gelmiş böyle gider” vurdumduymazlığı devam edecektir.

“Kubbeyi Yere Koymamak”, rahmetli Turgut Cansever’le yapılan röportajlardan oluşan kap-samlı bir kitap. Öyle bir kitap ki; Çevre, şehir, mimari, dünya görüşü bağlamında derinlikli olduğu kadar pratik bir ‘kılavuz kitap’ niteliğindedir. Öncelikle bu kitabın Bakanlığın tüm ilgili teknik ve idarî kadrosu tarafından okunup, içselleştirilip ‘hazmedilmesi’ gerekiyor. Tabii önce-likle ilgili Bakan ve Bakan Yardımcısı, Müsteşar, vs.vs. tarafından…

Artık “şehir nasıl kurulur”dan çok “şehir nasıl kurtulur” ve “şehir nasıl korunur?” sorularını sormak ve doğru cevaplar aramak zorundayız.

Öyle ki, “Kubbeyi Yere Koymamak”ın sadece konu başlıkları ve her konu ile ilgili Cansever’den yapılan alıntılar, her şeyi anlatmaya yeter:

Birinci Bölüm:

Mimarîde Aşkın Çözümleme

(Mimari Felsefesi: ‘Mimari’de yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke Türkiye’dir’. Varlığın Çelişkileri ve Çözümleri: ‘İslam kültürü büyük çelişkilere büyük çözümler getirmiştir’. Rönesans’ın Sonuçları: ‘İnsanlık tarihinin en yüksek çözümlemesini yok ettik!. Rönesans’ın Yanılgıları: ‘Rönesans varlığın bütünlüğünü gözden kaçırdı’. Mimaride Aşkın Çözümleme: ‘Mimarlığın bir üst düzey yaklaşımla yönlendirilmesi gerekir’. Mimari ve Kültürümüz: ‘Mimari, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi düzenleyen disiplindir’. İslam ve Şehir: ‘İslam, bir şehir dinidir’.)

İkinci Bölüm:

Osmanlı çözümlemesinden Postmodernizme

(İslâm Şehri ve Postmodernizm: ‘İslam şehri insanlık tarihinin en müstesna ürünüdür’. Osmanlı Şehirciliği: ‘Osmanlı şehirleri güzelliğin yaşandığı yerlerdir’. İslâm Kültürü: ‘Sadelik İslam kültürünün temel özelliğidir’. Mimar Niçin vardır?: ‘Mimarın görevi dünyayı güzelleştirmektir’. Türk Mimarisi ve Mimarları: ‘Ülkemizde mimari bir kimliğin varlığından söz etmek imkansızdır’. Mimarimizin geçmişi ve Geleceği: ‘Milli mimarimiz aslına geri dönmeli’. Türkiye’de Cami Mimarlığı: ‘Cumhuriyet, cami mimarlığını ihmal ederek marazileştirdi’. Dünden Bugüne İstanbul: ‘İstanbul’un fethi mimari fetihle tamamlandı’. Edirne Üzerine…: ‘Edirne’ye ikiyüzbin gül getirmek’. Sedad Hakkı Eldem Kimdir:: ‘S.H.Eldem, inandıklarıyla değil, virtüözlüğüyle öne çıkmayı tercih etmiştir’.)

Üçüncü Bölüm:

Ev’den Konuta

(Şehir Nasıl Korunur?: ‘Yeni konut politikalarının tesbit edilmesi zorunludur’. Konut Geleneğimiz ve Modernizm: ‘Konut sorununu aşmak, ancak toplumsal bir mutabakatla mümkündür’. Konut Sorunu: ‘Konut meselesi sil baştan ele alınmak mecburiyetindedir’. Toplu Konutların Sosyal Bedeli: ‘Sorumsuz insanlar olduk’. Konut Sorunu: ‘Şehirler zorunlu iskan alanlarıdır’. )

Dördüncü Bölüm:

Habitat ve Şehir

(Habitat II Üzerine: ‘Devlet konut konusunda yönetici değil, yönlendirici olmalı’. Habitat II Konferansı: ‘Habitat’ın amaçladığı çokseslilik Osmanlı’da zaten mevcuttu’. Şehir Kültürü: ‘Şehirleri ihanet vurdu’. Habitat, Çevre ve Şehir: ‘Mimari hayatın bütün alanlarını kapsayan bir hazinedir’. Mimari ve Çevre: ‘İnsanlar çevreyle aralarına sun’i sınırlar getiriyor’. İslâm: Dün, Bugün ve Yarını: ‘Varlığın bütününü görememek şirke açılan bir kapıdır’.)

Sadece bu başlıklar ve Cansever’in röportajlarından alınan birer cümle kitabın ehemmiyetini anlatmaya yeter.

“Kubbeyi Yere Koymamak”tan birkaç paragraf aktaralım:

“Dünyayı korumak için genç nesiller yeni bir bakış açısı getiriyor. Fakat doğayı doğa olarak korumak insanın ilk vazifesi ise, doğayı güzelleştirerek insanın doğayla bütünleşmesini sağ-lamak da kaçınılmaz ikinci vazifesidir. Sanıyorum ki, bu olmadan iktisat da yapılmaz, politika da…”

“.. Doğrusu, insanın yaptığının tutarlı olması gerekiyorsa, ‘neyi yapmak doğrudur ve bunun özünde ne olmalıdır?’ soruları kaçınılmaz bir şekilde beni peşinden sürükledi..”

“…Standartlar ruhu’nun tekrar Türkiye’de gündeme getirilmesi imkanı bulunmalı. Bir zaman-lar şiirde hece vezni gündeme getirilirken, aruz kalıplarının kısıtlayıcı, daraltıcı olduğu iddia ediliyordu. Standartlar ruhu edebiyatımızda, şiirimizde, musikimizde, mimarimizde, adabı-mızda, zevkimizde vardı. Bunların kaybedilmesiyle herşey çöktü…”

“İnsan-varlık ilişkisinin bilincini geliştirmeyi öngörmeyen yaklaşımların kültür değil, propa-ganda ve spekülasyon faaliyetleri oldukları âşikârdır…”

“… Mimari, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddi, organik, ruhî ve fikri bütün bir varlık alan ve tabakalarında düzenleyen disiplindir. Teknolojik, iktisadi ve politik sorunlara ek olarak in-sanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır…”

Turgut Cansever’le ilgili “İdrak ve İnşa” isimli ciddi kitap çalışmasındaki şu satırlar, Türkiye’nin şu anda yaşadığı dönüşümlerde sadece İslam Dünyası’na değil, bölgesine, belki de dünyaya, tarihsel köklerden referansını alan yeni bir “şehir ve mimari” dönüşümü yaşatabileceğinin işaretidir:

“Turgut Cansever’in yazılı eserlerine, kendisiyle yapılan söyleşilere ve hakkında yapılan yo-rumlara toplu olarak bakıldığında, İslam düşünce geleneğinin temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in hadislerinin önemli bir yer tuttuğu görülür. Cansever’in yoğun olarak kullandığı bir diğer kaynak da tasavvufun en önemli isimlerinden olan İbn Ara-bî’nin Füsûsü’l-hikem adlı eseridir. İbn Arabî’ye dayandırılan, Censever’in mimarisini temel-lendirdiği Tevhid inancının, Vahdet-i Vücud fikrinin de temelindeki isim İbn Arabî’dir. ‘Ferdiye-tin Yüceliği’ ve ‘Güzellik sevgisi’ düşüncelerini ve her peygamberin kendinden önceki peygam-berin hikmetini tamamladığı, dolayısıyla eklenme ve hareket gibi kavramları Füsus’tan çıkar-mıştır…. Turgut Cansever, dnya görüşünü inanç temelinde açıklar. Örneğin, kültürün ancak ‘insan-varlık ilişkisinin bilincini’ öngören yaklaşımlarla oluşabileceğini söyler. İnancını da bu ilişki doğrultusunda tanımlar. Şöyle der. ‘Doğrusu iddialılık insanı rahatsız ediyor. Tabi şunu söylemem gerekiyor: Benim inancım, gerçeğin en büyük sığınak olduğu inancıdır. Varlığına sığındığım gerçek bana kuvvet verdi ve devam etmeme fırsat tanıdı.’ Bu gerçeği ifadelendirir-ken, her aşamada, temel İslami inanç sistemlerine sıkça vurgu yapar. Tasavvufa göre, varlığın merkezinde Tanrı vardır ve insan onun karşısında yetersizlik içerisindedir. Cansever’in dünya görüşünü anlatırken kullandığı ‘varlığına sığınılan gerçek’ de Tanrı karşısındaki bu acziyetin ifadesidir. … ”

İşte Cansever, Çevre ve Şehirciliği böylesine derin bir ontolojik kavrayışla ele alıp, yaşanan zamana göre formüle ederek projelendiriyor.

Bugünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız ricaline biraz ağır, lüks ve fantezi gelse de idrakler bu yöne çevrilmediği ve zihinler böyle düşünmediği takdirde Türkiye çevre ve şehircilikte de modern zamanların ‘gettosu’ olmaktan kurtulamayacaktır.

Türkiye, çevre ve şehircilikte modern zamanlara sunabileceği bir “CANSEVER FELSEFESİ VE MODELİ”yle yeni bir ÇIĞIR başlatabilir. İmkanlar âleminde bu mümkündür fakat realiteler aleminin algıları acaba bu çığıra hazır mıdır?

Cansever “Kubbeyi Yere Koymamak”ta “Kaos yerine müthiş bir düzen geliyor ama müthiş bir değişme içerisinde…” teşhisiyle, üzerimize doğru gelen büyük değişim dalgasını gösteriyor. Ve bu dalgalar içerisinde “kosmos:düzen” teklif ediyor. “Büyük Kaos”a karşı “Büyük Kosmos” Türkiye ölçeğinde geliştirilebilir. Tabii Cansever kılavuz, eserleri de ‘yol haritası’ kabul edilir-se.

Tarihsel şehir ve mimarî birikimimiz, tecrübe ve stoğumuz, Cansever’in prizmasına yansımış bir biçimde İLGİLİLERİ ve DERTLİLERİ bekliyor!

Bu işi başarmak yâni, ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİKTE yeni bir ÇIĞIR AÇMA vebali, mes’uliyeti, zevki ve bir o kadar da onuru kimi bekliyor dersiniz?

Cansever’in “Kubbe’yi yere koymamak’ına dikkat çekebildik mi bilmiyorum.

Üstad Necip fazıl’ın mısrasıyla bitirelim:

“Buluştururlar bizi elbet bir gün hesapta,
Lâfını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta!”

Evet… Şehircilikte geçmiş ve bugün ile hesaplaşmak ve yarına hazırlanacak ‘büyük dönüşüm’ için “kubbeyi yere koymamak” idrakini arıyor ve bekliyoruz…

(Günebakış, 10 Ağustos 2011)

2 Ağustos 2011 Salı

ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANI'NA "OKUMA KILAVUZU" -Ön Notlar-

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com



Birkaç ay önce bu köşede, henüz kurulmamış olan “Şehircilik Bakanlığı ve Endişelerimiz” baş-lığıyla yazdığım iki yazıda endişelerimi dile getirmiştim. Yeni hükümetle birlikte kurulan “Çev-re ve Şehircilik Bakanlığı” ile şehir ve şehircilik adına duyduğum endişelerimin potansiyelden çıkıp gerçekleşmeye doğru gideceğinden artık şüphem yok.

Çünkü, Türkiye 9 yıllık tek partili bir siyasi istikrar dönemine rağmen, şehir ve şehircilikte bü-yük dönüşümü maalesef kaçırdı. İnsanlarımıza güya “yaşanabilir” mekânlar inşa eden TOKİ marifetiyle ve onun bütün şehir ve kasabalarımıza kadar sirayet eden hayaletiyle, şehirleri-mizdeki kaosun artarak devam ettiğine şahit olduk ve oluyoruz. TOKİ’nin yaptıklarıyla öğünen Başbakanın “500 bin konut inşa ettik, 500 bin daha inşa edeceğiz” cümlesini (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) maalesef “felix culpa: mes’ut cinayet” türünden bir ifade olarak anlıyorum.

Şehir ve medeniyet idraki ve bu idraki temellendirecek dünya görüşüne sahip olmayan bir siyasî iradenin ‘emirle’ yönlendirdiği “bürokratik zihniyet” şehirlerimizi ancak böyle “yaşayan kabristan”lara çevirebilir. Hele de buna uygun bir “inşaatçı-kalfa-mühendis” kadrosu da bu-lununca şehirlerimiz gerçekten “mâmur ve bayındır kabristan”lar haline geldi, geliyor (!)

Bu zihniyetin şehirlerimize saldırılarını 1930’larda ‘hainane’, 1950’lerde ‘gafilane’ yaşadık. Şimdi de ‘gayr-i şuurî’ yaşıyoruz.

Dikkat edilsin: Farklı yakada olan ama yaptıklarıyla paralelleşen bir “zihniyet”ten bahsediyo-ruz.

Çok sorduk, şimdi de soruyoruz: Siyasî irade ve onun uygulayıcısı TOKİ ve ilgili Bakanlıklar mutlu cinayetlerine “şehirleri gecekondulardan temizliyoruz ve yoksul kesimlere ev temin ediyoruz” gerekçesiyle haklılık kazandırabilirler mi?

Kötüyü, çirkini, yanlışı ortadan kaldırmak marifet değil. Neyi gerçekleştireceğiniz, neyi ihya edeceğimiz önemli. Bunun için de algılarınızı ve yaptıklarınızı ölçülendirecek bir “dünya görü-şü”, “şehir idraki” ve “medeniyet tasavvuru”nuz olması lazım. Aksi halde, ne yıktığınız “niçin” yıktığınızın, ne de yaptığınızı “niçin” yaptığınız hiçbir anlamı yoktur.

İşte bu bir “zihniyet” meselesidir. Olmayan, olamayan ve olamayacak olan da bu “zihniyet” meselesidir. Zihniyet, yâni neyi, niçin inşa edeceğinizin tahayyülü ve tasavvuru…

“Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diye beylik bir söz var. Çevre ve Şehircilik Bakan-lığı’nın başına getirilen eski TOKİ Başkanı ve muhtemeldir ki yönetici kadrolarıyla, çevre ve şehirlerimizde yapılacakları “yapılanlardan” tahmin edebiliyoruz.

Yazık şehirlerimize, yazık şehrimize!

Toplumların tarihinde belki yüz senede bir yakalanacak imkan ve fırsatın dokuz yılda harcan-dığı, heba edildiği, bir daha yakalanamayacağı kanaatindeyim. Hele şimdi, şehirle beraber çevrenin de ‘emanet’ edildiği bakanlıkla birlikte, ülkemiz iki yüz sene daha beklemek zorunda kalacak. Ancak dördüncü nesiller kendilerine “nasıl bir yaşanamaz şehir”ler bırakıldığının far-kına varabilecek (mi?)

Arkamızda büyük şehir ve mimarî birikimimiz dururken, hattâ bizi takip ederken, ondan ka-çan, onu anlayamayan, ona yabancılaşanların şehirlerimize vereceği tek şey: kaos ve kasvet-tir. Bakabilen, görebilen, anlayabilen için tarihî şehir birikimimiz, sadece arkamızda durmu-yor, önümüzde yürüyor. Ama ne görecek göz, ne bakacak yüz, ne de anlayacak idrak var!

Klasik savaş dönemlerinde insanlar kitleler halinde sadece savaşlarla yok ediliyordu. Ve tah-ribatlar sadece kendileriyle sınırlıydı. Yâni, bir savaş sadece muhatap iki topluluktan birisini yok ediyordu. Sonraki nesilleri etkilemiyordu.

Modern dünyanın yok edici savaş araçları sadece nükleer ve biyolojik silahlar değil. Savaş araçları da çeşitlendi. Savaşlar artık “şehir enstrumanları”yla devam ediyor. Şehrin bugünü ve yarınına ne kadar müdahale ederseniz (veya saldırırsanız) yükselişiniz ve başarınız da o ölçü-de oluyor.

Modern dünya hayal edilemeyecek kadar korkunç silahlarla üzerimize geliyor. Daha doğrusu bu silâhları hayatımızı “yaşanmaz kılmak” için biz davet ediyoruz. Şehrin ‘beton siluetleri, toplu konutlar, kentsel dönüşüm adına yapılanlar, insanı ve toplumu sadece biyolojik yok edişle karşı karşıya bırakmıyor, ruhunu, dünyasını ve gelecek nesillerini de yok ediyor.

Yeryüzünde var edilmesi ve yok edilmesi hedeflenen tek varlık “insan” olduğuna göre, ve her şey tasarımlar alemi olan dünyada onun elinden çıktığına göre; onun ‘sürdürülebilir buna-lım’a gireceği büyük mekân şehirleri ‘yaşanamaz’ hale getirdik mi, sabırla, huzurla onun ölümünü bekleyebiliriz (!)

Ortada hiç bir belirti yokken nereden mi çıktı bu endişeler?

Kıyamet zamanlarına davetiye çıkaran bir senaryo mu yazıyoruz?

Şehre ve insana dair endişelerimin tahakkuk etmesi bize azap veriyor. Cemil Meriç’in deyi-miyle “kaypak, hain, aldatıcı mefhumlara ışık tutmaya çalışan kuledeki nöbetçinin feryâdı” gibi sadece feryâd ediyoruz. “Zifiri bir karanlıkta çakılan kibrit” gibi belki birileri, ilgilileri sesimizi duyar, ışığı görür de gösterdiğimiz, işaret ettiğimiz istikamete, referanslarımıza bakar !

Kur’an bize kadîm zamanlardaki toplulukların yaptıklarından dolayı “helâki”ni anlatırken on-ları sanki ‘yaşanmamış’ hikâyeler gibi görenlere, modern zamanların “insan ve şehirleri”ni göstermek yeter de artar. Yaptıklarının karşılığı olarak kendilerini mahkûm ettikleri “zindan şehir”lerde helâke davetiye çıkaran insanlık…

İnsanın şehirde “helâk”i, birilerinin eliyle hızlanmamalı diye düşünüyorum.

“Çevre ve Şehircilik” Bakanlığından başladık, işi “helâk”e getirdik.

Bir gazete köşesinde yazılabilecek sınırlılıkta endişelerimi ‘hükümler halinde’ ifade etmeye çalışıyorum.

“Büyük iddialar”ın değil “büyük sorumluluklar”ın beklediği siyasî irade ve şehir yöneticileri-mizin yüklendikleri “vebal”in farkında olmaları gerekiyor.

Her şeye rağmen ümidimiz odur ki; bahşedilmiş müthiş bir topoğrafya ve muhteşem güzellik-lerle, kadîm zamanlardan beri kendisini ihya edecekleri bekleyen tüm şehirlerimiz gibi şeh-rimiz Trabzon’a değecek elin, çelik iş makinalarının değil, insanın izlerini taşımalı diye düşünüyoruz.

Duamız, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi; “Ancak bunca zevalden sonra kemal çığırı açılabilir.”

İş o çığırı açacak idrak ve onun inşasında…

Konuyu bahsetmek istediğim eksene getireyim: Önümüzdeki 5 hafta, büyük muhakkik mimar rahmetli Turgut Cansever’in, yaşarken kimsenin göremediği, ihtiyaç hissetmediği, halâ da hissetmediği beş büyük eserinden alıntılarla “Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu” hazırlamaya çalışacağız. Bu satırlarda zaman zaman bahsettiğimiz, alıntılar yaptığımız Mu-hakkik Mimarımızın eserlerinin “tahkik”i insanımıza, ülkemize, dünyamıza çok şeyler kazandı-racaktır. Her şeyden önce, Cansever’in söylediği gibi “insanın görevi dünyayı güzelleştirmek-tir” buyuran Hz. Peygamberin ölçüsüne sahip çıkmak ve “yaşanılabilir bir dünya inşa etme”yi ibadet bilme derdi ve zevki…

Sadece bu beş büyük eser, ülkemizi, şehirlerimizi yeniden İDRAK, İNŞA VE İHYA için gerçek bir YOL HARİTASI’dır. Tek mesele; Haritayı okuyacak, takip edecek ZİHNİYET’i bulabilmek ! Suyun karşı yakasındakiler için Turgut Cansever söylemi, dünya görüşünden dolayı “Türkiye mimar-lık ortamının benimsemediği ama yorum yapmadan da geçemediği tartışmalı bir alan”dır. Ancak suyun “bu yakası” için halâ farkına varılmamıştır.

Modern zamanlarda oluşturup dünyaya sunamadığımız ve kompleks içinde yabancı diyarlar-da aradığımız Şehir ve mimari şahsiyetimiz için dilenci gibi batı yollarını aşındırırken çaldığı-mız kapılarda bir gün bize “ahiret sorusu” gibi şu soruyu sorarlarsa hiç şaşırmayın:

-“Size Turgut Cansever gelmedi mi?”
-“Aradığınız şehrin anahtarının O’nda olduğunu halâ anlayamadınız mı?”

Yüzümüzde utanacak hücre kalmışsa, kapıyı yüzümüze çarparlar da, hazinemizden haberimiz olur belki.

Tarihî bir yük, vebal ve fırsatın emanet edildiği Karadenizli bir Başbakan ve Karadenizli bir “Çevre ve Şehircilik Bakanı”nın şehirlerimizi “imha”ya mı “ihya”ya mı memur olduklarını bu OKUMA KILAVUZU’na bakarak anlayabilirsiniz.

Önümüzdeki hafta başlayacağımız kılavuzun sadece başlıklarını verelim:

Okuma Kılavuzu I: “KUBBEYİ YERE KOYMAMAK”
Okuma Kılavuzu II: “İSLÂM’DA ŞEHİR VE MİMARİ”
Okuma Kılavuzu III: “OSMANLI ŞEHRİ”
Okuma Kılavuzu IV: “İSTANBULU ANLAMAK”
Okuma Kılavuzu V: “ŞEHİR VE KONUT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER”

Şüphesiz bu beş şaheser, kendi küçüklüğüyle yanından geçen dağı göremeyenlere bir şey söylemeyecektir. Ancak biz, (sorulmaz ya! Gene de) “şehirler tahrip edilip yıkılırken, kaosa sürüklenirken SEN NEREDEYDİN?” diye bir soruya muhatap olursak diye yazıyoruz.

Bu soruyu herkes kendisine sorduğu zaman “insan ve şehir”in felâhı başlamış olacaktır.

Mutlu cinayetlerine maktul arayan, o maktullere dört başı mamur kabristanlar kuran, kur-maktan zevk alan bir “zihniyet faciası” mı, yoksa şehrin hüzünlü nağmelerine kulak kabartan, insanî ihtiyaçları onun ruhunun haritasında bulabilen, vecdle çalışarak geleceğe ruh taşların-dan kurulu, aşk toprağı ile yoğrulmuş şehirler bırakabilmeyi önceleyen bir “zihniyet ve idrak harikası” mı sergileyecekler?

Umutsuzum. Keşke umut taşıyacak kadar bîhaber olabilseydim her şeyden.

Yine de endişelerimizde yanılmayı diliyorum.

(Günebakış, 3 Ağustos 2011)