26 Haziran 2012 Salı

ŞEHİR AKIBETİNİ KENDİ HAZIRLAR...

Yahya Düzenli


Hiçbir dış etki tek başına bir ülkenin veya bir şehrin yok olması, zafiyete uğratılması konusunda bütünüyle belirleyici tek etken olamaz. Bir ülkeye, bir halka, bir şehre dışarıdan yönelen tehlikeler, saldırılar çoğu kez kenetlenmeyi, birlikteliği pekiştirir, mukavemeti doğurur. Ortak değerler oluşturur. Onun içindir ki, tarihte birçok siyasî yönetici, ülkelerinin yönetimini elinde tutmak ve birliği sağlamak için mutlaka bir “dış düşman” icad etmişlerdir. Özellikle antik dönem “site-şehir devletleri” varlıklarını korumak için böyle bir temel varlık nedenine sahip olmak zorundaydılar.

Bu konuda Roma İmparatoru Sulla’nın, şehrimiz Trabzon’la ilgili önemli bir sözü var. Roma’ya karşı M.Ö. 85-86’larda savaşan son imparatorluk olan VI. Mithridates krallığındaki Trabzon İmparatorluğu, Roma karşısında yenilince Roma İmparatoru Sulla; “Eyvah, bütün düşmanlarımızı yok ettik. Şimdi imparatorluğu nasıl koruyacağız?” demiştir. 

Roma İmparatoru’nun bu sözünden, bir şehrin akıbetinin de başka şehirlerin yok oluşunu hazırlayan şartlarla kaim olduğu gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz?

Tıpkı bazı bakterilerin vücudun sağlığı için önemli bir test malzemesi olmaları gibi, düşmanlar da bir ülke veya şehrin yaşaması, var olması için önemli ve gerekli midir?

Konuyu ülkeden şehre indirgediğimizde… Bir şehir, kendisi hakkında ne karar verilirse verilsin, sonuçta kendi halkının vereceği kararla kaim olacak veya yok olacaktır. Kendi halkının uğraşları, önemsedikleri, öncelikleri, enerjisini nereye harcadığı şehrin akıbetini belirleyici temel etkendir.

Şehirlerin ‘kimlik bilinci’ varsa böyle bir soruya gerek yoktur. Ancak, modern zaman şehirlerinin kendi kendisini yok ediş cinnetine tutulduğuna, adeta epilepsi nöbetleri geçirdiğine şahit oldukça ‘karşı bir rakip veya düşman’a ihtiyaç olmadığını söyleyebiliriz.

Tarihte yaptıkları kötü işler sonucu helâk edilen, yok olan şehirler ve bu şehirlerin halklarının akıbetini bugün de okuyoruz. Kur’an-ı Kerîm’de uyarıcıları tanımadıkları, onların ikazlarına karşı çıktıkları için“yaptıkları kötü işler” sonucu yok edilen şehirlerin başında Sodom-Gomore, Medyen, Babil, Eyke, ….. geliyor.

“Yaptıkları kötü işler”in temel karakteri ve muhtevası tüm zamanlar boyunca değişmese de, modern zamanlarda sergilenen “kötü işler”den bazıları: Şehirlerini tahrip etmek, ‘kentsel dönüşüm’ kutsal kelimesi adına şehirlerini başkalaştırmak, tarihselliğine ihanet etmek,  kimliksiz hale getirmek, insanları “yaşanılabilir” bir şehir yerine “kaotik” bir şehirde yaşamaya mahkûm etmek..

Bugün, kendi yok oluş sebeplerini bizzat kendisi hazırlayan bir dünyada yaşıyoruz. Giderek hiçbir vahşi istilâcının yapamayacağı kötülük ve tahribatları kendi şehrine yapmaktan çekinmeyen bir anlayış şehirlere hakim oluyor. Bu da; başlattıkları “dönüşüm”lerin nerelere sıçrayabileceği, nerelere kadar gidebileceğine ilişkin başını ve sonunu belirleyemeyecekleri, hakim olamayacakları bir “çığır”ı açmakla oluyor. Ve şehirde açtıkları bu “kötülük çığırı” sonraki şehir yöneticilerinin devam ettirmeye mecbur kaldıkları bir yol haline geliyor. Cumhuriyetle birlikte başta medeniyet şehirleri olmak üzere tüm kadîm şehirlerimizin yaşadığı acı deneyimler buna önemli örneklerdir.

Mekânlar, özellikle de tarihî mekânlar, hangi döneme ait olursa olsun şehrin dokusunun parçası olmuş, şehirle bütünleşmiş yapılar,  bir organizmaya bağımlı organlar gibi şehirden beslenen, şehrin hayat verdiği, onların da şehre hayat kazandırdığı vazgeçilmez unsurlardır. Bu hayatî organları organizma bütününden koparıp yerlerine şehrin bağışıklık sistemiyle uyuşmayacak, bağışıklık sistemini bozacak, zayıflatacak yapıları yerleştirmek ortaya yapay, protez şehir ve şehir mekanları çıkarıyor.

Gafletten kaynaklanan şehir “katliamları”yla ihanetten kaynaklanan “katliamlar” sonuçta aynı yere çıkıyor. Onun için şehirde bugün ve yarın yaşayacak insanların yuvalarını bozmakla eşdeğer olan bu “dönüşüm uygulamaları”nın vebali yapanların üzerinedir, ancak bundan çok daha ağır bedelini ise gelecek nesiller ödeyecektir.

Maalesef ülkemizin tüm şehirlerinde başlayan ve giderek bir virüs gibi yayılan “kentsel dönüşüm” uygulamalarının akıbetinin “hayır”olamayacağını düşünüyoruz.

“Dönüşüm”den değil, dönüşümün istikametinin ve muhtevasının olmayışından endişe ediyoruz. İlgili veya ilgisiz hiçbir kurum ve kimsenin müdahil olamadığı bu uygulamalar karşısında cansız varlıklar gibi donmuş durumdayız.

Bugün “kentsel dönüşüm” adına yapılanlar böylesine bir “kötülük” ve “endişe” kaynağıdır.

Onun için bir şehrin kendisine yaptığı kötülük kadar, kimsenin yapamayacağı kötülükler işte bu türdendir. Onun içindir ki Üstad Necip Fazıl “Bu yurda her belâ içinden gelir. ‘Hep’leri hep, hiçin hiçinden gelir!” diyor.

Başlıktaki cümlemizi failini ekleyerek tekrarlayalım: “Şehir, kötü yöneticiler eliyle akıbetini kendi hazırlar!”

Bugün başta yaşadığımız şehir olmak üzere bütün şehirlerimiz böylesine “kötü yöneticiler”in buyruklarıyla hayata veda etmek üzere…

Yazık şehirlerimize…
Yazık buralarda “şehir” vehmiyle yaşayanlara…
 


19 Haziran 2012 Salı

“SANA BÜYÜK ŞEHİRLERDEN BAHSEDECEĞİM!”



Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Dünya görüşleri ne olursa olsun, hangi istikameti işaret ederse etsinler kültür-sanat ve edebiyat adamlarında şehrin ontolojik bir anlamı vardır. Şehir onları sarar, onlar da şehri kuşatırlar.

Başta “varlığın kemaliyle idrak ettirildiği” şehirler olan Mekke, Medine, Kudüs ve diğer medeniyet şehirleri temel ekseninde olmak üzere, Üstad Necip Fazıl doğduğu, yaşadığı ve mânâlandırdığı İstanbul’dan yola çıkarak diğer Anadolu şehirlerini anlatırken, bize onlardan “tüten ruh”u hissettirir.

Üstad’ın “Canım İstanbul” şiirindeki İstanbul, onu okuyan ve o şiirde âdeta eriyen herkesin görmeden gördüğü, yaşamadan yaşadığı, kendini yuvasında hissettiği, duyduğu bir ‘taç şehir’dir. İstanbul öylesine sarmıştır ki Üstadı ”Ay ve güneş ezelden iki İstanbul’ludur”  Bu şiir bütün tarihselliğiyle, gerçekliğiyle, oluş ve yok oluşuyla bütün bir şehrin ruhunu ortaya koyar.

Şehir aynı zamanda hüznün, melâlin, inkisarın da yatağıdır.

Büyüdükçe kozmopolit hale gelen ve kaotikleşen modern zaman şehirlerinin insanı hapseden, boğan kasveti karşısında çaresizlikten çılgına dönenler, çıkış yolu arayanlar, şehri olanca gerçekliğiyle tanımlayanlar gene şairlerdir. 

Üstad Necip Fazıl’ın ilk defa 1943’te çıkardığı “Büyük Doğu” mecmuasının ilk sayısındaki “Müjde” şiirinden başlayarak 1950’li yıllara kadar zaman zaman şiirleri, hikaye ve yazıları yayınlanan ressam, şair ve yazar Trabzon’lu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Sana Büyük Şehirlerden Bahsedeceğim” başlıklı şiiri, bugün büyük şehirlerimizin, metropollerimizin yaşadığı çalkantıyı yıllar öncesinden resmeder mahiyettedir. Şehrimizin hararetle beklediği “büyükşehir” statüsüyle nasıl bir hale bürüneceğinin de aynası niteliğinde Bedri Rahmi’nin bu şiirini bir kez de bu vesileyle okuyalım:

“Sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
En büyük camiler orada kurulur,
En küçük mezarlar orada kazılır
En kara yazılar orda dizilir.

Yüksek minarelerde selâ verilir,
Civar hanelerde zina edilir.
Büyük şehirlerde yalan söylenir,
Halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.

Büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
Öyle bir şehre yerleş ki,
Küçük olsun fakat bizim olsun.
Sokaklarında tanımadık yüz,
Ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
Her ağacına elin,
Her karış toprağına terin değsin.
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın.”

Büyük Şehir işte böyle bir şey… 


Büyük Şehir; müthiş gürültüsü içinde, her şeyden habersiz yaşayanlarla, herkesten habersiz ölenlerin birbirlerinin farkında olmadan karşılaştıkları bir arena adeta...

Biz, bize ait olan şehri istiyoruz. Bizim ait olduğumuz şehri istiyoruz. İçinde o şehrin sesini duymak, gurbette o şehrin yankısını işitmek istiyoruz. Yâni, kendimizden olanı, kendimizde olanı istiyoruz.

Gene Bedri Rahmi’nin “Büyük Şehir” başlıklı bir şiiri daha var ki, herkesin kendisini ona ait zannettiği, yaşadığını vehmettiği büyük şehri resmeder. Onu da okuyalım:

“Bir değil hallerin, beş değil,
Nasıl anlatsam hepsini bir bir,
Nasıl bağlansam sana nasıl, büyük şehir?
Yüz tane kolum olsa kucaklamağa yetmez,
Tepeden tırnağa dudak kesilsem, bitip tükenmezsin.
Anten misali gerilse bütün damarlarım,
Nasıl duyarım semt semt, bucak bucak seni,
Nasıl sararım?
Büyük hastanelerinde yatarım, insan dolu,
Büyük gemilerine binerim, mahşer,
Hanların dolu, hamamların dolu..
Gel gör ki her Allah’ın günü,
Göz göze, diz dize,
Tramvayda, sinemada, meyhanede, mabette.
Herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş,
Herkes gurbette..”

Büyük şehirde her şey “ur”laşmış, her şey yatağını kaybetmiş, ilişkiler mekanik, sevgiler metalik hale gelmiş. 

Büyüyen her şey büyüdüğü nisbette saflığını, temizliğini, arılığını kaybediyor. Şehir de öyle. Binbir tezatları içinde Büyükşehirlerde (Üstad’ın mısrasıyla) “Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet!”

Dileriz yeni ‘büyük şehir’lerde “herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş” olmaz, gurbette kaybolmaz!

12 Haziran 2012 Salı

ŞEHİRLERİMİZDE URLAŞMA VE KAYBEDİLEN ÖLÇÜ...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Daha doğrusu, tuhaflıkların sıradan hale geldiği bir ülkede yaşamanın dayanılmaz ‘ağırlığı’ altında eziliyoruz. Hayret bile edemiyoruz. Herkesin “kendini hariç tutarak” konuştuğu, eleştiride bulunduğu bir düşünce zemininde; yaptıklarınız kabul görmese de, saçma da olsa önemi yok. Özellikle “yaşanılabilir bir şehir”e olan ihtiyaç yerini ‘tek hücreli canlı’lara mahsus ‘barınaklar’a bırakınca, bu ‘yeni hal’e uygun tasarımlar da şehirlerimizi kaplamaya, kuşatmaya başladı.

Artık şehirlerimizin kutsal mekânları haline gelen AVM’ler, stadyumlar, arenalar, rezidanslar, iş kuleleri, insanın boynu kırılırcasına başını kaldırsa bile ucunu göremediği gökdelen konutlar, yeni bir “helâk”in habercisi adeta. Helâk yâni “yokoluş”.

Tarih, her çağda insanların toplu olarak yokoluşuna şahitlik ederken değişik gerekçeler gösterir. İnsanoğlunun, bir türlü tatmin edemediği ihtiraslarının bedeli olarak huzursuzluğunun, isyanının, çılgınlığının, haddini aşmanın nihayetinde“kendi eliyle” sonunu, ölümünü hazırlamasıdır helâk…

Kıyamet senaryosu yazmıyoruz… Sadece var olan gerçekliğe dikkat çekiyor, vurgu yapıyoruz. Günümüz insanının “ait olduğu yer”lerden koparılarak şehirlere “yığılması”, gökdelenlerde “istif edilmesi”, market eşyası gibi “paketlenmesi”, kendini “hapsetmesi” sonunu hazırlayıcı böyle bir kendi kendine helâk sürecini andırıyor…

“Bakterilere mahsus barınma ihtiyacı”nı insanlara lâyık gören bir şehir ve mekân anlayışının hüküm sürdüğü netameli zamanlardayız.

“Yaşanamaz şehir”ler ve “yaşanamaz mekânlar”ın ideal hayat kaynağı olarak sunulduğu modern zamanların en fazla vurduğu, savurduğu da bizim gibi “tarihine ait olamayışla, başka bir dünyaya eklemlenemeyiş” arasında çalkalanan toplumlardır.

İş o noktaya geldi ki, artık şehirde de mekânda da ölçüyü ve ölçeği kaybettik. Yeni bir ölçek de oluşturamadık. Şehirlerimizde tek ölçü: “büyüklük”, yâni “urlaşma”. İnşa ettiğiniz mekânlar ne kadar “büyük” olursa tatmininiz o kadar yüksek oluyor. Büyüme ile urlaşma veya ‘büyüyerek urlaşma’ tam da şehir ve mekanlarımızın bugün yaşadığı hali ve büründüğü silûeti ifade etmede yerli yerine oturuyor.

Yazıma böyle başlamamın nedeni; ülkemizin ünlü bir mimar-kent bilimcisinin (A.Vefik Alp) İstanbul/Ataşehir’de yapılmakta olan cami ile ilgili Başbakan’a yazdığı mektuptur. Söz konusu mimarın kaygılarının nedeni ne olursa olsun, söyledikleri şehirlerimizin ve ibadet mekânlarımızın geleceği adına gerçekten endişe verici nitelikte. Öyle anlaşılıyor ki yapılanları gördükçe Başbakanın şehirleşme ile ilgili yaptığı konuşmalardaki “tarih ve medeniyet” vurgusu krema vari bir tadın, bir damak zevkinin ötesinde bir şey ifade etmiyor.

Bu arada söz konusu mimar-kent tasarımcımızın çeşitli şehirlerde yaptığı “prestij projeler”in Başbakan’a yazdığı mektuptaki kaygı ve muhtevayla pek örtüşmediğine de vurgu yapalım. Onun için yukarıda “kendini hariç tutarak” diye bir kayıt koydum. Başbakan da, ilgili bakanlar da, yerel yöneticiler de, mimarlarımız da farkında mıdır bilinmez ama, herkes “kendini hariç tutarak” eleştirilerde bulunuyor, yazıyor, yapıyor.

Söz konusu mektupta dikkat çeken paragraflar şöyle:

“…İnanıyorum ki zaman zaman Türkiye için gerçekleştirmek istedikleri büyük projelerine çekinceler getirsem de Başbakanım bana kızmıyor, alınmıyorlar, beni partilerüstü bir uzman, bir hoca olarak algılıyor, söylediklerimi ve yaptıklarımı zihinlerinde not alıyor ve bir kısmının dikkate alınması için talimat veriyor.

Konum Ataşehir'de TEM kavşağında bitmek üzere olan anıtsal camii...

Doğma büyüme bir İstanbullu olarak sayın Başbakanıma tebliğ etmek isterim ki Ataşehir' e yaptırmakta oldukları bu devasa cami bir hayal kırıklığıdır. Sermimârân-ı Cihan Sinan'ın yaklaşık 500 yıl evvel gerçekleştirdiği şaheseri Edirne Selimiye Camisi'ni andıran Ataşehir Mimar Sinan Camisi'ni öncelikle mimari üslup açısından tartışmak isterdim. Ancak konuyu dağıtmamak için bu boyutu başka bir zamana bırakıp Başbakan'ıma, hoşgörülerine sığınarak, aşağıdaki soruyu yöneltmek istiyorum:

Aziz Başbakan'ım, Ataşehir’de devasa bir konut gökdeleninin altına bir anıt cami inşa etmek ne kadar isabetli bir yaklaşımdır?

Ben kendi cevabımı hemen vereyim...

Yapılar çevreleri ile değer kazanır veya kaybederler. Anıtsal, büyük bir cami etrafı boş veya alçak yapılanmış olan bir alana inşa edilmelidir. Kubbenin azametini, minarelerin zarafetini bozan kendinden daha yüksek daha azametli binaların yanına yapılmamalıdır. Aksi takdirde çok ciddi bir yanlış yapılmış olur ve kulun apartmanı Allah'ın evini ezer geçer.

Kudüs'teki kutsal varlıklarımız Mescid-i Aksa'ya, Kubbet-ül Sahra'ya bakınız. Çevrelerinde onları değil ezip geçmek, boylarına yaklaşan, onların egemenliği ile yarışan bir yapı var mıdır?

Bunun içindir ki imar planları, Kültür Varlıkları Koruma Kurulları bir mahalle cami çevresinde dahi kubbenin alt çizgisini aşan binalara izin vermemektedir. Bunun içindir ki Zeytinburnu Sahili'nde yapılan 3 yüksek rezidans kulesinin bazı açılardan bakıldığında Sultan Ahmet Camisi'nin minarelerinin aralarına girmeleri duyarlı kimselerin içini sızlatmış, koca İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu konudaki çaresizlik ve ezikliği bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Bunun içindir ki Haliç'e yapılan Metro Köprüsü'nü alttan taşıtmak yerine Sinan'ın Süleymaniye'nin minareleri ile yarışan 2 adet devasa ayak yapılmasına UNESCO dahi karşı çıkmış, ne acıdır ki bizim koruyamadığımız Sinan'a ve İstanbul silüetine elalem sahip çıkmaya çalışmıştır. Bizlerin anlamsız ısrarı karşısında bu yanlışlığı engelleyememişler, ancak güzelim İstanbul'umuzun siciline bir kara lekeyi işlemiş ve "Tarihi Yarımada'yı Dünya Kültür Miras Listesi'nden çıkarabiliriz" uyarılarını yapmışlardır...

Sayın Başbakan'ım, zat-ı alinizin yapımını bizzat takip ettiği bu camii inşaatı için koca Ataşehir'de etrafı açık bir arsa bulunamamış mıdır? Mimarlarınız (!), danışmanlarınız (!) ve dostlarınız bu Selimiye replikasının komşu konut binası tarafından ezildiğini, yok edildiğini, bitirildiğini size söylememişler midir?

Bu durumda Ataşehir Camisi'ne harcanmakta olan kaynaklara ve emeklere yazık olmamış mıdır?
Mekke-i Mükerreme'de büyük bir bölümünü ecdadımızın inşa ettiği Kutsal Kabe'nin yanına gökdelenler diken Suudilere en sert tepkileri bizler vermemiş miydik?

Ataşehir'de Büyük Usta Mimar Sinan'ın ruhu muazzep olmamış mıdır?”

Mektup böyle… Aslında mimarî geleneğimizin önemli ve oldukça hassas bir yönüne vurgu yapan bu önemli mektuba ne cevap verilmiştir, veya mimarın uyarıları dikkate alınmış mıdır bilinmez. Büyük ihtimalle de alınmamıştır. Herhalde cami ne kadar büyük olursa arkasındaki konut gökdeleniyle rekabette yarışacağı düşünülmüştür (!)

Mektubun yazarı mimarın aklına gelmiş midir bilemiyoruz ama aynı mektubu mimarın meslektaşlarına da göndermesi isabetli bir durum olurdu diye düşünüyoruz. Çünkü bu mektup aynı zamanda şehrin “bizi bu hale getiren işadamları, müteahhit ve mimarlardan kurtar!” diyen çağrısıdır, çığlığıdır, bir “itiraf” ilanıdır. Mektubun muhatabı siyasiler olduğu kadar, onlardan önce mimarlar, şehir plancıları, kent tasarımcılarıdır da.

Şehrimizde de muhtemel bu ve benzeri yapılaşmalara karşı, bu mektubu hafızamızın önemli bir hücresine yerleştirmemiz gerekiyor. Çok şükür ki son hamlelerini yapmasına rağmen yaşadığımız şehrin coğrafyası bu tür yeni yapı ve işgallere direnebilecek bir özelliğe sahip. Tek direnç hattımız da maalesef coğrafyamız…

Tarih ve Medeniyet sembollerini şehirlere nakşeden yakın Selçuklu-Osmanlı ve diğer beylik dönemleri şehir miraslarımızdaki mekân-mimarî ölçü ve ölçeğini kaybetmenin sonu, bugün şehirlerimizin yaşadığı “ur”laşma ve “his kaybı”dır.

Yaşanan garabet karşısında Ziya Paşa’nın beytini hatırlıyoruz: “Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizâmat. Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde!” Yâni; onlar dünyaya lafla düzen vermeye çalışırlar ama kendi evleri bin türlü düzensizlik, kargaşa ve çirkinlikle doludur.

Şehrin kendisine iadesi için değil, ihaneti için her şeyin yapıldığı bir vasatta hangi tarihten, hangi idrakten, hangi şehirden, hangi mimariden, hangi medeniyetten bahsedilebilir?

Yaşadıklarımız karşısında sadece Büyük Usta Mimar Sinan’ın ruhu değil, bütün bir tarihin, medeniyetin ruhu muazzep oluyor!

4 Haziran 2012 Pazartesi

"KRİTOVULOS TARİHİ" VE TRABZON...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde iki önemli medeniyet şehri İstanbul ve Trabzon, Fatih Sultan Mehmed’in eliyle ve her ikisi de “meşakkatli” bir uğraştan sonra fethedilmişti. Bu klasik dönemin şehirler bakımından üç önemli tarihi vardır. Bunlar: 1453 İstanbul’un Fethi, 1461 Trabzon’un Fethi, 1463 Saraybosna’nın Fethi.  Bu üç şehrin içerisinde bulunduğu coğrafyaya baktığımızda, İstanbul İmparatorluğun kalbi olarak merkezde, Saraybosna batıdaki en son şehir, Trabzon ise Bizansın son kalıntısı olarak doğudaki  en son sembol şehir olarak ‘medeniyet iklimi’ne katılıyor.

Fatih dönemini anlatan, dönemin olaylarına bizzat şahit olmuş iki büyük tarihçi ve yazdıkları kronikler günümüze kadar ulaştı. Bunlar Kritovulos ve Tursun Bey’dir. Tursun Bey’in “Târîh-i Ebü’l-Feth”i ve Kritovulos’un “Tarih”idir.

Bu yazımızda söz konusu edeceğimiz “Kritovulos Tarihi”, nihayet yazılışından 550 yıl sonra tam metin halinde Yunanca aslı ve Türkçe tercümesi bir arada olarak, Heyamola Yayınları tarafından basıldı. Dünyanın akışını değiştiren olaylara şahitlik eden bir eser olarak Kritovulos Tarihi’ni yayınlayan dostum, hemşehrim Ömer Asan’ı bu önemli ve güzel eseri gün ışığına çıkardığı için tebrik ediyorum.

Orijinal tek nüshası Topkapı Sarayı Yazmalar Kütüphanesi’nde olan eser, ilk defa 1859’da Alman edebiyatçı ve teolog Constantin Tischendorf tarafından fark edilmiştr. Eserle ilgili olarak kitaba önsöz yazan Prof. Dr. İlber Ortaylı şunları söylüyor: “Mihail Kritovulos İmrozludur ve son devir Bizans ve Osmanlı’nın İstanbul döneminin ilk Helen asıllı tarihçisi olup; büyük Hükümdarın Helen kültürüne ve tarihine olan ilgisini ve bilgisini ondan öğreniyoruz. Aynı zamanda da fethin bir dönemi kapatıp öbürünü açtığını, ama medeniyetlerin bir uzlaşma içinde devamlılık sağladığına bu parlak üslupla şahit oluyoruz. Kritovulos, döneminin olaylarını basit bir vakanüvis gibi değil, geriye gidişlerle ortaya koymaktadır. Bu nedenle bizim için dönemin diğer tarihçisi Tursun Bey kadar önemlidir. ‘Fatih Sultan Mehmed’in Fethine Dair Tarih’ adlı eseri, vazgeçilmez bir kaynaktır.”

Eseri Türkçeye çeviren Ari Çokona da önsözde şunları yazıyor: “.. Kritovulos’un tarih sahnesine çıkması İstanbul’un fethinden hemen sonradır… Kritovulos’un ‘Tarih’i, eşit uzunlukta olmayan beş kitapta, 1451-1467 yılları arasında gerçekleşen olayları anlatır. Tanığı olduğu dönemin tarihi önemini kavrayan yazar, Bizans İmparatorluğunun tarihten silinmesiyle yerine Osmanlıların geçişini, bu değişimin baş aktörü olarak gördüğü Fatih Sultan Mehmed’in saltanatı çerçevesinde vermeye çalışır…

… Kritovulos ‘Tarih’ini en geç 1453 yazında yazmaya başladı ve 1466 sonbaharına kadar yazmaya devam ederek kısa bir sunuş yazısıyla Sultan’a takdim etti. Kitabın bu bitmemiş hali 1461 sonbaharına kadar geliyor, yani (I, IV-8) kitaplardan oluşuyordu. Daha sonra düzeltme ve eklemelerde bulunarak, el yazmasının son şeklini, ikinci bir sunuş yazısıyla 1467 sonbaharında Sultan’a teslim etti…”   Ari Çokona “Kritovulos’un eseri hakkında değerlendirmelerle bulunan tarihçiler, Bizanslı bir yazarın, Bizans’ı tarihten silmiş olan II. Mehmed’in hayatını yazmış olmasını hoş karşılamazlar” der.

Eserine “Konusunu tasvir ederek yüce imparatora bu kitabın yazılmasının nedenlerini açıklayan mektup” başlığıyla giren Kritovulos ithafına “Bahtiyar, mazhar ve muzaffer, üstün ve yenilmez, Tanrının yardımıyla karanın ve denizin egemeni, şahların şahı, yüce İmparator Mehmet’e, kullarının kulu adalı Kritovulos’tan” cümleriyle başlar ve  “Çağdaşlarımız, çok sayıdaki, muhteşem ve büyük eserini önemsiz ve dikkati çekmeyecek olaylarmışçasına Hellen dilinde tasvir etmeye ya da onlar hakkında bir risale yazmaya değer görmeyerek unutulmaya terk ettiler. Senin eserlerinle kıyaslanamayacak derecede önemsiz olan başkalarının eserleri, Hellenler ve Hellen tarihçiliği sayesinde herkesçe bilinir ve ünlü olurken, çok parlak ve Makedonya’lı İskender ile onun düzeyindeki başka komutanlarla kralların eserlerinden hiç geri kalmayan senin eserlerin, sana şan ve şöhret kazandırarak güzel işler başarmak isteyenlere örnek ve parlak bir ders teşkil etmek üzere Hellen dilinde tasvir edilerek Hellenler arasında yayılmadı ve gelecek nesillere aktarılmadı. Oysa krallar arasında; sözleri, eserleri, felsefesi ve yönetim becerisiyle hem iyi bir kral hem de güçlü bir asker olmayı sadece sen başardın ya da bunu başarabilen çok az kişiden biri oldun. Bu yüzden, parlak talihinden cesaret alarak bu çalışmaya başlamayı ve sayılarıyla büyüklükleri başkalarının erdem ve başarılarını kat kat geçen erdemlerinle başarılarını elimden geldiğince en iyi şekilde Hellence bir eserle anlatmayı bir hak ve bir görev olarak algıladım.”

Eseri yazma usûlüne ilişkin ise “Yüce imparator, olayların bizzat tanığı olmadığım ve haklarında kesin bilgi sahibi olmadığım için, araştırmak, bilenlere sormak ve bana söylenenleri mümkün olduğunca ciddi bir şekilde incelemek zorunda kaldığımdan büyük zahmetlere katlandım. Anlatımımı babanın ölümünden hemen sonra Asya’dan Avrupa’ya geçtiğin ve saltanatının başladığı tarihten başlatarak bu kitabı yazdım ve beş bölüme ayırdım.”  diyor.

“Bu kitap Romalılarla savaşı ve Polis (İstanbul)’in fethini içeriyor”  diyen Kritovulos, bugüne kadar daha çok İstanbul’un Fethi’yle ilgili olarak gündeme gelen ve kaynak gösterilen “Tarihi”ni  5 kitaba (bölüme) ayırıyor. IV. Kitap, Kritovulos’un “Çağımızın önemli ve tanınmış şehri” dediği “Trabzon’un Fethi”ni öncesi, fethi ve sonrasıyla anlatıyor.  Bu konuda (Tursun Bey’le birlikte) de ilk kaynak olma niteliğine sahip.

Kritovulos fetih öncesi olaylara ayrıntılarıyla temas eder ve Fatih’in Trabzon’a girişini şöyle anlatır: “Bundan sonra Sultan şehre girdi, içini dolaşarak konumunu, yerleşik kısımlarını ve nüfusunu inceledi. Kale ile saraya çıktı, iç kalenin tahkimatını, sarayın yapılarıyla güzelliğini inceleyerek hayran kaldı ve şehrin her bakımdan takdire değer olduğuna kanaat getirdi. Ardından, krala, maiyetindeki herkese ve şehrin nüfuzlu ve zengin kişilerinden bazılarına, bütün servetlerini yanlarına almalarını, eşleri ve çocuklarıyla birlikte şehri terk ederek gemilere binmelerini emretti.” 

“Trabzon Kitaplığı” veya “Trabzon Kütüphanesi”nin önemli eserlerinden birisi olan “Kritovulos Tarihi”nden dolayı Heyamola Yayınları sahibi Ömer Asan’a tekrar teşekkür ediyor, ne yazık ki kültürle-kitapla bağını kopardığı nisbette hızla stadyuma doğru koşan Trabzon’un tarihin satır aralarında kalan “ihtişamı”nı yâdellerden de olsa dinlemekle teselli buluyoruz.