30 Temmuz 2012 Pazartesi

GELDİĞİMİZ YERE DÖNELİM, ŞEHRİ YOK ETMEDİĞİMİZ ZAMANLARA!

Yahya Düzenli

Yerli olduğu “zannedilen”, yerli “kıyafetleri” taşıyan, yerli gibi “konuşmaya çalışan” şehir yöneticilerinin şehirlerine verdikleri zarar, yaptıkları kötülükler, işgalcilerin-istilâcıların yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek derecede vahimdir.   Bu iki tür “istilâcı” arasındaki fark şu ki; birisi ‘bizden zannedilerek’ tedricen, yavaş yavaş, hissettirmeden, bazı kavramlarınarkasına sığınarak şehri tahrip ediyor, diğeri ise doğrudan.

Tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve yaşanılabilirlik perspektifinden şehrimize bakabilecek yabancı bir gezginin şehirlerimizin bugünkü hali için vereceği ilk hüküm; “bu şehirlerin büyük bir istilâya, tahribata uğradığı” olacaktır. Bir başka hüküm ise; “bu şehirlerin hiçbir şahsiyetlerinin kalmadığı ve şehir yöneticilerinin şehirlerini şahsiyetsizleştirmek için elinden geldiğince gayret ettiği”, bir başka hüküm ise; “bütün bu şehir tahribatlarına-katliamlarına rağmen acaba şehirde hiç mi yaşayan yok? Hiç mi tepki veren yok? Şehir bütünüyle boşaldı mı yoksa?” şeklinde hayret dolu ifadeler olacaktır.

Bu üç tamamlayıcı hüküm ışığında yaşadığımız şehre bakın. Eğer tarih, medeniyet, mimarî, estetik ve bunların tümünün sonucu olan “yaşanabilirlik” konusunda bir fikriniz ve pratiğiniz varsa bizi bu hale mahkûm ve mecbur edenlere karşı koymak, şehrimizi ve kendimizi korumak gibi bir mükellefiyetimizin olduğunu anlarsınız.

Çünkü şehir adına yapılan her şeyin, her türlü tahribatın yapılandan daha büyük ve dehşetli bir şekilde bize döndüğünü, bizi boğacak uygulamalar olduğunu düşündüğümüzde hem şehrimizi, hem de kendimizi ‘kurtarma’ adına mevzilenmemizin kaçınılmaz olduğunu görürsünüz.

Nasıl bir mevzilenme? Siyasî iradeye ve onun emrindeki şehir yöneticileri ve uygulamacılara karşı en azından “yüksek sesle” şehrimize sahip çıkma adına ne gerekiyorsa o yönde mevzilenmeli, duruş sergilenmelidir. Hatta şehri korumanın varlığımızla kaim bir ödev olduğu bilinciyle şehre sahip çıkabilmeliyiz.

Nasıl? İşte bütün mesele de bu…

Şehrimizi bir “ibadet bilinciyle” korumalıyız.  Çünkü tüm insanî oluşların gerçekleştiği ‘büyük mekân’ şehirdir.  Örneğin muharref Tevrat’ın Mezmurlar Kitabı’nda Küdüs’le ilgili şu cümleler yer alır:

“Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalimi en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın! “

Bir şehre aidiyetin “yemin”le bağlandığı, şehri bir “ibadet tutkusu”yla sevmenin, onda yok olmanın, her an onunla vecd halinde olmanın ifadesidir bu satırlar.

Bir şehre sahip çıkmanın ibadet haline geldiği ve bu ibadetin vazgeçilemezliğinin ifadesi olan böyle bir yemin aynı zamanda ertelenemeyen, devredilemeyen bir mükellefiyetin, geri dönüşü olmayan bir yürüyüşe çıkmanın ifadesidir.

Bizim için de böyle değil mi? Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı yapınız!”  ölçüsü bize şehrin korunması gereken kutsal bir yönünü işaret ediyor, emrediyor!

Bu noktada Muhakkik Mimar Turgut Cansever’e kulak verelim: “Canlılar içerisinde geleceği en yüksek bir bilinç, bir sorumluluk ile idrak edebilecek varlık insandır. Tabii şu var, meselâ karıncalar, geleceği düşünebiliyorlar; ama yalnız yuvalarını düzeltiyorlar. İşte kuşların, çeşitli canlıların bu tip çabaları var; ama insan, bütün dünyayı biçimlendiriyor, dünyaya müdahale ediyor. Dolayısiyle bu müdahalenin gerçekte, gelecek için de geçerli bir müdahale olması, son derece ciddi bir sorumluluk haline geliyor…”

Bugünkü şehircilik ve ilgili bakanlıklarda, şehir yöneticilerinde böyle bir sorumluluk var mı? Böyle bir sorumluluğu taşıyacak idrak var mı?

Şehirlerimizi kendilerinin de “ne idüğü”nü bilmedikleri bir kutsal kelime olan “kentsel dönüşüm”  adına tahrip etmekte yarışanlara şu ibret ve dehşet dolu olayı hatırlatsak acaba biraz olsun “biz ne yapıyoruz?”, diye kendilerine sorarlar mı?

Bulgar Ordusu 1912’de Balkan Savaşı’nda Edirne’yi işgal ettiğinde, bir süre sonra Selimiye’yi yıkma kararı alır. Fakat işgalcilerin komutanı bir türlü yıkma emrini veremiyor. “Bunu Çar Hazretlerine sormamız lazım” diyor ve yıkmak için izin istiyor. Çar Ferdinand, tüm siyasetçilerin, bakanların, belediye başkanlarının,  valilerin, mimarların, vs. zihinlerine kazımaları gereken şu muhteşem cevabı veriyor: “Hayır! Tarih karşısında böyle bir sorumluluğu üzerime alamam”.

Var mı böyle bir idrak şehir yöneticilerinde?

Ne acıdır ki, dünyanın ağızları açık bir şekilde seyrettiği medeniyet şehirlerimize, üzerimizdeki sigara paketini koruduğumuz kadar sahip çıkmıyoruz! Bu ayıbın, bu utancın farkında bile değiliz!

Kime ne söylemek istiyoruz? Kimi hangi göreve çağırıyoruz?  Kime hangi suçlamayı yöneltiyoruz? Bunların hepsinin cevabı Çar’ın cevabının içinde.

İşgalci ve imarcının birbirine karıştığı, artık yerli “imar”cılar var olduğu sürece yabancı işgalcilerin tenezzül etmeyeceği şehir istilâlarına karşı, büyük sinemacı Tarkovski’nin “Geldiğimiz yere dönelim, suyu kirletmediğimiz zamanlara..” cümlesine benzer şekilde, bizim de şehir katliamlarını gördükçe şöyle mi dememiz gerekecek: “Geldiğimiz yere dönelim, şehri kirletmediğimiz, yok etmediğimiz, öldürmediğimiz zamanlara!”

Hangi idrak, hangi şehir yöneticileri ve hangi insanla? Temel soru da bu.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

HİS İPTALİ Mİ? HAZ CİNNETİ Mİ?

Yahya Düzenli


İstilâcıların bile yapamayacağı bir şekilde, bizden başka hiçbir ülkenin belki de yaşamadığı “şehir katliamları”nı yaşamış fakat hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmiş, ne katledilen şehri yeniden inşa etme tasası taşımış, ne de katledenlerden hesap sorabilmiş bir ülkenin bugün, istilâcıları aratırcasına yaşadığı hale ne ad vermek gerekir bilemiyorum. “Kentsel dönüşüm” adına yaşanan ve yaşanacakları görüp düşündükçe yeni keşfedilen bir hastalığa verilecek ad gibi bu hali nasıl vasıflandırmak gerekiyor? “Şehir sendromu” veya “şehir travması” denilebilir mi? Denilemez. Çünkü, sendrom veya travma bünyevî bir rahatsızlığın dışa vurum biçimidir.  Rahatsızlığın hastalıklı, patolojik bir tezahür şeklidir. Bugün yaşadığımız şehir katliâmları karşısında travma geçirmemiz gerektiği halde tam aksine (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “his iptali”ne yakalanmış, onu da aşmış bir biçimde “haz cinneti”ne tutulmuş durumdayız. Yapılanlar karşısında acı duymamız gerekirken haz duyuyoruz.

Bu “haz cinneti” içerisinde yıkılan ve yerine dikilen her şeye karşı müthiş bir hayranlık içerisindeyiz. Dikilenler ne kadar hacimli, ebatlı ve urlaşmış büyüklükte ise o derece zevk alıyoruz. Son kalıntılarıyla varoluş savaşı veren şehirlerimizin tarihle olan bağlarının, tarihî  renk ve muhtevalarını yansıtan ‘mekanları’nın, şehri kadîm zamanlarına götüren ‘parça’larının yok edilişi karşısında hiçbir organımız harekete geçemiyor. Niçin? Çünkü ‘bizim’ olan ‘bize ait’ olan her şeye o kadar yabancılaştık ki artık onları tanıyamıyoruz. Filozof Heraklit’in cümlesiyle “O onca yakın oldukları şeyden uzaklaşıyorlar ve her gün rastladıkları şeyler yabancı geliyor onlara.”

Şehir o hale geldi ve biz o hale getirildik ki yaşadığımız şehir “insanı kendine çeken” bir mekânken, “insanın üzerine çöken” bir şehir haline geliyor ve bu hale alışıyoruz, üzerimize çöken kasvetin ağırlığını hissetmiyoruz bile. Yokedilenleri  görmemekle, anlamamakla his iptali içindeyken, şehrin dönüşümü adıyla yaşanan gayr-i insanî gelişmeler karşısında haz cinneti içindeyiz.

Şehrimiz/şehirlerimiz (A. Perret’in deyimiyle) “kule kent”lere dönüşüyor. Bu ‘kule kent’ler kendisinden önceki şehirden hiçbir iz taşımıyor. Böylece artık tarihsizlik, köksüzlük modern zaman şehir inşalarının eksenine oturuyor. Örnek mi? Yanıbaşınızda yükselen devasa yapılara bakmanız yeter. Size neyi hatırlattığını, sizi neye/nereye çağırdığını anlayabiliyor ve hissedebiliyorsanız nasıl bir yabancılaşma içinde olduğunuzu da anlayabiliyorsunuzdur. Yâni his iptaline yakalandığınızın farkındasınızdır.

İdrakin şehri terk ettiği, aklın dumura uğradığı, estetiğin kaybolduğu, yaşamanın metabolizmayla özdeşleştiği bir dünyanın insanı haline gelmek ve bu hali sorgulamamak his iptali, bu halin devamı da haz cinnetidir. 

‘İnsanın etrafında olup bitenleri görmeme hakkına sahip olmadığı’nı bilenlerin bile çaresizlik içinde köşelerine çekildiği, şehre dair her şeyin siyasî iradenin kararı ve yönetimi altında olduğu bir dünyada fikirden, sanattan, estetikten, mimarîden bahsetmek olsa olsa başka bir galaksinin kavramlarından bahsetmek olur.

Aksine ülkemizden ve şehirlerimizden bahsediyoruz. Endişe duyuyoruz. Daha doğrusu endişe bile duyamaz hale geliyoruz. Çünkü endişe sınırı geçildi. Önümüzde ‘yok oluş’ var. Ve bu yokoluş bize hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey ihtar etmiyor, hiçbir şeyi idrak ettirmiyor!

S. Zweig gezip gördüğü Ypern şehrindeki değişime ilişkin “Yüzyıllara kafa tutan bir kahraman gibi yükselen yapının yerinde, şimdi hastalıklı dişleri andıran birkaç kara ve kırık taş sütun duruyor. Kentin yüreği koparılmış” diyor ve devam ediyor: “Görüntü tüyler ürpertici.1918 hava bombardımanının ardından, kraterler dolu bir araziyi andıran, bir moloz yığınından farksız Ypern’i gösteren, uçaktan çekilmiş, şimdi dükkan vitrinlerinde duran fotoğraflardan daha da ürpertici.”

Bütün şehirlerimizin son on yıldır “kentsel dönüşüm”, “marka şehirler” adına yaşadıkları, zaten yürekleri epeyce tahrip edilmiş olan şehirlerimizin artık yüreklerini koparmaktan ibaret.  Şehirlerimizin “yeniden inşa”sı için her alanda imkan ve fırsat yakalanmışken, batıya yaptığı birkaç günlük gezide gördüklerini kopyalamak adına şehirlerimizi dokularıyla uyuşmayacak yapı ve mekânlarla istilâ eden siyasîler ve yerel yöneticiler elinde yok edilen şehirlerimiz… Bu yelteniş (Gene Üstad’ın deyimiyle) “kutup ayısını hurma ağacı ikliminde beslemek” garabetidir. 

Olmayan üç temel haslet: İdrak, inşa, ihya… 

Yaşayanların bir şey yapmadığı, her şeye ortak olduğu şehir katliamları karşısında kadîm bir sözü hatırlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. O müthiş söz şu: “Ölülerin gölgeleri savaş sona erse de savaşmaya devam eder.”  Tarih, şehir, medeniyet adına toprağın üstündekilerin tıkalı olan idrakleri karşısında yerin altındakiler mi savaşmaya devam ediyor acaba? Onların gölgeleri, ‘bıraktıkları şehir ve mekânları öldükten sonra bile korumak için savaşmaları’ metaforu bize hiç mi bir şey anlatmıyor, hatırlatmıyor?

Başımıza gelen her şey yaptıklarımızın yahut da yapmaya muktedirken yapmadıklarımızın karşılığıdır.

Hislerimizin iadesi için çok mu geç kaldık?








16 Temmuz 2012 Pazartesi

MODERN DÜNYANIN NEKROPOLLERİ: GÜVENLİKLİ SİTELER...


Yahya Düzenli

Uyarıya gerek yok. Çünkü şehri hızla terk ediyoruz. Şehir zaten can çekişiyor,  kendisi kalmadı. Ruhu, tarihi, mekânları, insanları değişti. Değişen şey artık eskisinden izler taşımıyor. Eski halinden eser yok. Onun için yeni “şehr”in yani yeni GÜVENLİKLİ SİTELER’in mekanik-heyulaî silueti bir an önce şehri boşaltmamız için son ihtarını yapıyor!

Tarihî süreklilik, medeniyet, şehir ruhu, şehir idrak ve inşası diye bir şey kalmadı. Adeta kendi nekropollerini hazırlarcasına güvenlikli siteler inşa ediliyor. Herkesin arzusu güvenlikli sitede yaşamak, yâni modern dünya nekropollerine gömülmek!

Güvenlikli Site veya nekropol… Güvenlikte olan ölülerin (güvenlikli ölüler)  istif edildiği yer… Korkunç bir akıbet…

Şehirden koptuk, mahalleden koptuk, insandan koptuk. Daha doğrusu kaçtık! Niçin? Çünkü insanca yaşamayı unuttuk. “Komşuyu komşuya vâris kılacak” kadar mekânlarıyla birlikte ruhları da yakınlaşmış insanlar artık birbirinden endişe eden, kendini diğerine karşı güvensiz hisseden, her an tasalluta maruz kalacağı paranoyasıyla yaşayan insanlar haline geldi. Tek kurtuluş yeri: Güvenlikli Siteler..

Oralar güvenli mi? Evet! Çünkü nekropolde güvenlik mutlaktır!  Hiç kimse sizi rahatsız etmez. Tüm dünyalılara karşı güvendesiniz! 

Böylesine bir imkânsızı gerçekleştirebilmek için en uygun zaman modern zamanlar… Yâni kaos zamanları…

Bir Çin bedduasını hatırlıyorum: “İnşallah değişen zamanlarda yaşarsın!”  Bu bedduanın tuttuğu, gerçek olduğu zamanlardayız. Değişen zamanlar böylesine bir hayat tarzına doğru sürüklüyor insanı. Daha doğrusu insanoğlu kendisini sürüklüyor.

Bir şehrin (siyasî deyimle) üniter yapısını parçalayıp güvenlikli sitelere ayırmak, onun bütünlüğünü bozarak başka bir varoluş ve ‘yaşama biçimi’ne dönüştürmekte yerel yönetimler, müteahhitler ve de kapital sahipleri adeta yarışıyor. Şehir halkı bu yarışta seyirci. Artık ortada şehir yok, güvenlikli site var. Bundan sonra büyük ihtimalle “şehir” hem kavram hem de ruh, muhteva ve mekân olarak kaybolup yerine adı A, B, C, X Güvenlikli Sitesi olan modern zaman siloları var olacak. Hatta var oluyor..

Şehir savaşı kaybetti! Güvenlikli Siteler savaştan galip çıktılar. Artık şehre elvedâ!

Petra Kuppinger Kahire örneğinde incelediği “Yeni Güvenlikli Siteler” üzerine konuşuyor: “Piyasanın daha üst katmanlarında daha yüksek fiyatlara sahip ve çoğunlukla kentten daha uzak alanlara kurulmuş yerleşim yerleri arsalarının en fazla % 8’ini konut alanı olarak kullanılacağını belirtmektedirler. Öte yandan, yeşil alanın bol olması en seçkin güvenlikli sitelerin yalnızca bir özelliğidir. Gardenia Park, örneğin, Piramitlerden 12,5 km. uzakta (kent merkezine değil), ‘6 Ekim Kenti’nin en güzel yerinde’ konuşlanmıştır. 250 villanın müstakbel ev sahiplerine polis karakolu, itfaiye, hastaneler (birden fazla!) çeşitli alışveriş ve kültür merkezleri (yine birden fazla!) olmak üzere baş döndürücü çeşitlilikte hizmetler vaad etmektedir. Daha detaya girmek gerekirse, proje reklamları 120 kişilik balo odasına sahip bir Kulüp Evi, Olimpik yüzme havuzu, tenis ve duvar tenisi kortlarından bahsedilmektedir. Gardenia Park, müstakbel sakinlerine ve ‘tek bir giriş kapısı ve profesyonel yönetici grubunun üst düzey mahremiyeti ve güvenliği temin ettiği’ “büyük titizlikle seçilmiş bir topluluk” vaat etmektedir… Site ailenizin sağlık ve mutluluğu için gerekli hizmetlerin eşliğinde yeşillik ve mahremiyet içinde seçkin bir yaşamı garanti eder”. Kısacası “hizmetler lüks otellerle yarışacak düzeydedir.”

Dünya “küreselleşme” denilen efsanenin boğucu istilası altında artık tek tip “robotik hayat”ı kabullenmiş biçimde insanları “insanca hayat”tan uzaklaştırıyor. Her ülkede böyle. Ülkemizde boy boy tam sayfa gazete ilanlarındaki güvenlikli sitelerde yaşamaya önce hayaller, sonra zihinler, sonra da bedenler hızla alıştırılıyor. Zaten güvenlikli siteler kimi batılı yazarlarca “küreselleşmenin başarılı bir sembolü” olarak nitelendiriliyor. Kuppinger bu bağlamda şöyle devam ediyor: “Bunlar küreselleşmeci eğilimlerin özgün eklemlenmeleridir. Çok açık ki, öncelikli olarak karşımızda sermaye, kültürel akımlar, metaların yanı sıra yaşam tarzlarının her zamankinden daha hızlı bir şekilde dolaşıma girdiği küreselleşme bağlamı vardır. Bu tür sermayenin ve kültürel akımların dolaşımı artık sadece belli yerlerle sınırlı değildir. Aksine yerelleşmelerini sağlayacak kaynak ve irade olan her yerde varlıklarını göstermektedirler. Bu küresel akımlar hiçbir yerde durmazlar ve nihayetinde hiçbir yere ait değillerdir… Yatırımlar, diğer küresel kentlerde yaşanan deneyimleri doğrudan yansıtan bir biçimde, neredeyse istisnasız bir şekilde kâr getirecek lüks konutlara, lüks eğlence ve boş zaman mekânlarına yöneldi. Bu haliyle Kahire’de yaşanan, küreselleşen herhangi bir kentte yaşanan hikâyenin tekrarı gibi görünmektedir...”

Modern dünyanın da efendileri ve köleleri var. Bunlar Güvenlikli Sitelerde yaşayanlarla, bu sitelerde yaşayamayanlar!

Güvenlikli sitelerde tecrit olma, izole olma günümüz insanına şehevî bir haz veriyor. Bir yazarımız (Mustafa Özel) gelecek nesillerin yaşayacakları bu tip sitelere ilişkin endişeleniyor: “…. Ya küçük çocuklarımız, ya bebekler? Onlar hayatları boyunca yoksullardan uzak, onlardan korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönmeyecekler mi? Yoksulların çocuklarıyla aynı mahallede büyüyüp aynı okulda okumadıkları için onların dertleriyle dertlenmeyeceklerdir…”

Kendi dünya görüşüne yabancılaşan, tarihî köklerine bağlı yeni şehir tasarımları ortaya koyamayan bir toplumun akıbeti şehri terk edip güvenlikli sitelere yâni GÜVENLİKLİ NEKROPOLlere mahkûm olmaktır. Nekropoller’e… Ölüler kentine… 

Bunların adı GÜVENLİKLİ SİTE veya daha da çekici bir adlandırmayla REZİDANS olmuş ne önemi var. Yeter ki güvenlikli nekropolde ruhsuz bir biçimde varolun(!)

Şehirleri hızla terk edip Güvenlikli sitelere doğru koşuyu üç kelimeyle formüle edecek olursak: kaçmak, kapanmak, kapılanmak!

Modern dünyanın gösteri ve tüketim histerisine mahkûm ettiği insanı tedavi etmenin çaresi var mı? Hayır! Niçin? Çünkü bu yöndeki susuzluğu bir türlü tatmin olmuyor.  Bu hale vücut veren sebeplere ilişkin bir batılı (M. Featherstone) ‘Postmodernizm ve Tüketim Kültürü” isimli yazısında şunları söylüyor: “Tüketim kültürünün yeni kahramanları bir hayat tarzını üzerinde düşünmeksizin gelenek ya da alışkanlık yoluyla benimsemekten ziyade, hayat tarzını bir hayat projesi haline getirir; bir hayat tarzı çerçevesinde bir araya getirdikleri ürünlerin, giysilerin, pratiklerin, tecrübelerin, görünüşlerin ve bedensel özelliklerin tikelliğinde kendi bireyselliklerini ve üslup anlayışlarını teşhir ederler. Tüketim kültürü içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir beğeniden yoksun olup olmadığını gösterecek şekilde evi, mobilyaları, dekorasyonu, otomobili ve diğer faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varmasını sağlar…”

Mesele de bu! Modern dünya gerçekler dünyası olmaktan çok, imajlar, illüzyonlar, fetişler, mitler dünyası. Bu dünyada şehir kayboluyor, insanın başı dönüyor…

Ya modern dünyanın nekropolleri olan güvenlikli sitelere karşı şehri yaşatacak yahut da yok olacağız!

NOT: Konu ile ilgilenenlere İdealkent dergisinin son sayısının (sayı:6) “Güvenlikli Siteler” konusunda yoğun bir muhtevaya sahip olduğunu haber verelim.

10 Temmuz 2012 Salı

ŞEHİRDEN KAÇIP "GÜVENLİKLİ SİTE"LERE SIĞINMAK...



Yahya Düzenli

“Tarihsel aidiyet zorlayıcıdır” denir. Oysa bizim gibi tarihsel aidiyeti oldukça derin ve tahkim edilmiş bir kültürden gelen toplumun bugünkü haline baktığımızda tarihsel aidiyetin artık kaybolduğunu görüyoruz. Zorlayıcılıktan öte, her alanda tarihsel aidiyetten kaçışın adeta kaybedilmiş bir savaşın sonunda sağ kalanların son bir çırpınışla ölümden kaçışı gibi “kurtuluş” zannedildiği bir zamanda yaşıyoruz. Halbuki hangi ihtiyaçla ve nereye kaçarsak kaçalım aslında “kendimiz”den kaçıyoruz.  Bu bir genetik yokoluştur.

Genetiğinizi bozmadıkça, genetik size oldukça geniş bir gelenek imkânı sunar. Ancak genetiğiniz bir kez bozuldu mu artık “başkalaşım” sürecini durdurmak, yeni bir genetik, gen haritası oluşturmak mümkün olamıyor. Bugün genetik bozulmanın vahim sonuçlarının her alanda ortaya çıktığına şahit oldukça, ‘nasıl bir dünya’ya doğru gittiğimizi ürpererek görmek için sıradan bir göz yeterli. Ancak görmek için gözü, duymak için kulağı, anlamak için idraki olmayanlar için “genetik bozulma”nın bir şey ifade etmediği, aksine yeni “yaşam alanları” sunduğuna da vurgu yapalım…

Şehir ve mekân… Yâni şehir ve yaşadığımız hayat tarzı genetik bozulmamızın en belirgin göstergeleri. Yaşama biçimimizdeki müthiş değişimi görmek için şehirlerimizin hızla değişen, dönüşen yâni bozulan ve başkalaşan mahiyetine bakmak, nasıl bir savrulma içinde olduğumuzu ifade için yeterli..

Son on yıllardır “kentsel dönüşüm” denilen ‘kutsal logos’ adına şehirlerimizin nasıl bir tahribata uğradığını gördükçe, Cengiz, Hülâgü, Haçlılar, vs. gibi istilâcıların şehirlere musallat olmalarındaki “şehvet ve cinnet”i anlayabiliyoruz.

Şehre tasallutun böyle bir ‘çekici’ tarafı var demek ki…Bu tasallut ister düşmanca, doğrudan, isterse de “dönüşüm, değişim, kentsel yapılanma” adı altında olsun, hiç fark etmez… Sonuçları aynı… Tahribat, yıkım ve adına “şehir” denemeyecek yaşanamaz bir canlılar deposu…

Sözü bugünkü şehir dönüşümlerinin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan “GÜVENLİKLİ SİTE”lere getirmek istiyorum.

“GÜVENLİKLİ SİTE” yeni bir kavram olmanın ötesinde yeni bir yaşama alanı, hayat tarzı…

Öyle bir hale geldik ki, şehirlerde “tersine inkılâp” denilen bir yaşama biçiminin vahşice geri döndüğüne, insanın korkudan ibaret bir varlık ve ‘güvenlik’ ihtiyacının bu korkuya yeni sığınma mekanları aradığı bir ‘nesne’ haline geldiğini görüyoruz.

Petra Kuppinger Amerikan Antropoloji Derneğinin dergisindeki “Güvenlikli Siteler”le ilgili yazısında (İdeal Kent dergisinin çevirisiyle) bu duruma şöyle değiniyor: “Yaşam tarzlarını ve mülklerini korumak için duvarlar ve kapılar kullanmak fikri yeni bir şey değildir. Ötekilere ve olası işgalcilere dair somut ya da adı konmamış korkular insanlık tarihinin değişmez özellikleri olagelmiştir. Ortaçağ Avrupa kentleri ve çağdaşları, örneğin Çin’de ya da Ortadoğu’da yer alan kentler, yerli ya da yabancı düşmanlarını engellemek için etkileyici duvarlar ve kapılar inşa etmişlerdir.”

Şehirlerimizde “mahalle”yi hızla terk edip, daha doğrusu kaybedip, “GÜVENLİKLİ SİTE”lere kaçmanın artık özenilir ve ideal bir hal aldığını gördükçe, yeni şehir anlayışı ve yapılanmasının da ŞEHİR DEĞİL GARNİZON olduğunu söyleyelim… Özellikle hiçbir tarih, medeniyet, şehir idraki olmayan, böyle bir ontolojik temele ihtiyaç hissetmeyen, sadece “arsa, rant ve kâr” derdinde olan işadamlarının ilgili devlet kurumları, belediyeler ve bazı sivil toplum kuruluşları oluru ve aracılığıyla şehirlerimizin genetiğini nasıl bozduklarını görebiliyor muyuz?

GÜVENLİKLİ SİTE’de oturmak artık bir İMTİYAZ. Surlar arkasında, korumalar eşliğinde, elektronik gözetim aygıtlarıyla evinizin içine kadar harici denetime tabi tutulmak, adeta bir kobay gibi gözetim altında şuursuzca bitkisel hayat sürdürmek… 0, olağanüstü bir güven ve zevk veriyor günümüz insanına.

Tekrar edelim: En vahimi neye sahip olunduğunun idraki yok ki, neyin kaybedildiğinin idraki olsun.

P. Kuppinger’in diğer batılı şehircilerin tesbitleriyle zenginleştirdiği konu ile ilgili yazısından alıntılarla devam edelim:

“Modern ulus devletin güçlenmesine paralel olarak küçük çaplı savaş tehditlerinin ve yerel eşkıyalık korkusunun azalmasıyla birlikte gelişmekte olan modern kentte temel vurgu artık kenti duvarlarla çevrelemek değil, kentte içsel barışı ve düzeni garantilemek üzere kamusal alanı korumak ve reformlaştırmaktı. Kentin görece güvenli bir yer olduğuna dair daha önceleri var olan hissiyat, yerini kent mekanlarının tehlike ile özdeşleştirilmesine bırakmıştı…”

Modern zamanlarda şehir hayatının ideal biçiminin “GÜVENLİKLİ SİTE”yle kaim olduğuna neredeyse herkes hemfikir. Bu hal “yaşama” değil “sığınma” psikolojisinin bir ürünü… Diğer canlı mahlûkların sığınma ve barınma ihtiyaçlarıyla insanın bugünkü GÜVNENLİKLİ SİTE temelindeki sığınma ve barınma ihtiyacı arasında neredeyse hiçbir fark kalmadı desek çok mu abartmış oluruz?

Bugün, “idealinizdeki yaşama mekânı, ev nedir?” diye bir soru sorulsa verilecek cevap büyük çoğunlukla “Güvenlikli Sitede yaşamak” olacaktır.

Güvenlikli sitede yaşama arzusu, bastırılmış “terkedilmişlik duygusu”nun “terk etme ihtiyacı”na dönüşmesi olsa gerek…

İnsan yok, komşu yok, komşuluk ihtiyacı yok, şehir ve mahalle kültürü yok, tarih ve hatıra yok. Ne mutlu “GÜVENLİKLİ SİTE”lerde yaşayanlara ‘(!) Öyle ya, oturduğunuz site ne kadar elektro güvenlik aygıtlarıyla korunursa o derece güvenlikte ve itibarlı oluyorsunuz! Tıpkı laboratuvarda sayısız deneyler sonucu yeni keşfedilen bir mikroorganizmanın dondurucuda korumaya alınması gibi (!)

P. Kuppinger bu dönüşümün nedenine ilişkin şunları söylüyor: “Kent mekanlarında gözlenen bu dramatik dönüşümler, ‘ayrışma ve güvenlik eğilimli bir topluma’ doğru gidişe işaret eden kapsamlı siyasi ve toplumsal değişimlerin yansımalarıdır. Başlıca amacı sokakları, kamusal meydanları ve bu alanları kullanan kalabalıkları denetlemek olan erken dönem modern kent politikalarının aksine, yeni eğilim mekânlarının tamamiyle ayrıştırılması, orta ve üst sınıfların kaleleştirilmiş mekanlar arkasında koruma altına alınması ve kamusal alanlarla onları kullanan alt sınıf kent sakinlerinin giderek daha fazla göz ardı edilmesidir. İnsanların denetiminden mekânların denetimine geçiş yönetişim rejiminde gözlenen kapsamlı değişimlerin işaretçisidir…”

“.. Dahası, kaygı verici bir biçimde, kentsel ayrışma ve kapalı alanlar seçkinlerin bizatihi kaçmak istedikleri toplumsal ayrışma süreçlerini yeniden üretmekte ve hatta bunları daha da hızlandırmaktadır. Sömürge sonrası metropollerde, halihazırda var olan kayda değer eşitsizlikler bağlamında, yoksul kitleler daha birkaç on yıl önce verili kabul edilen en temel kamusal hizmetlerden mahrum bırakılmaya başlandıkça, bu kutuplaşma daha da patlayıcı hale gelmektedir. Bu talihsiz kısır döngü kırılmadıkça, bu gelişmeler daha yüksek duvarların inşa edilmesini ve daha gelişmiş güvenlik teknolojilerinin kullanılmasını bir zorunluluk olarak dayatacaktır..”.

Batıda böyle.. Peki ya bizde? Görmemiş, sonradan görme, zevksiz, eğitimsiz, estetiksiz şehir yöneticileri, müteahhitler ve bunlara yol açan siyasilerin marifetiyle birdenbire göğe doğru yükselen bizce GÜVENLİKSİZ SİTELER’in hali aklımıza tarihî bir olguyu getirdi. O da şu: Hz. Salih’in Semud kavminin helâki… Teknolojik imkanlar ve varlık içinde bir hayat süren bu topluluğun varlıklarından kaynaklanan isyanları, Hz. Salih’in onları uyarılarına aldırmayıp, isyan ederek sapıtmaları ve yüksek dağlarda yaptıkları ihtişamlı evler-yapılar bugünkü görkemli gökdelenleri, GÜVENLİKLİ SİTELERİ andırıyordu adeta…Sığındıkları o güvenlikli siteler, kendilerine yeni bir hayat sunabildi mi? Hayır! Akıbetleri Kur’an’da anlatılıyor…

Böyle bir akıbetten Allah korusun…

Yabancı unsurları bile bünyesinde eriten, dönüştüren, yeni bir terkiple orijinalitesine katan, kendine özgü kılan, ‘aidiyet havzası ve mekanları’ oluşturan bir kültürden gelmemize rağmen, modern zamanlarda kendini yeniden üretemeyen, ‘şehir idraki’ kaybolmuş bir hale gelmenin sonucu şehirden kaçarak “GÜVENLİKLİ SİTE”lere sığınmaya mahkûm olduk…

Artık tarihsel kültür ve alışkanlıklarımıza paydos! Kimse artık “Tanrı misafiri” diye kimsenin kapısını çalamayacak. İkinci bir emre kadar “komşu komşunun külüne muhtaç olamayacak!”. Özel üniformalıları “sakıncasız” birisi olduğunuza dair ikna edebilir ve “kimlik kontrolü”nden geçebilirseniz ‘yüksek güvenlikli surlarla kuşatılmış’ siteye alınacaksınız.

Modern zamanlarda bu kadar meşakkate katlanmak ve surları aşmak her fatihe nasip olmaz (!)

Şehirden kaçan insan kendisini Güvenlikli siteye atıyor! Böylece şehrin koruyamadığı insanı GÜVENLİKLİ SİTE’nin elektronik gözleri ve kolları koruyacak (!)  Güvenlikli sitelere kaçmakla Batı’daki “İnsan insanın kurdudur” anlayışının testinden de böylece geçmiş oluyoruz. Yâni bu sözü ispatlamış oluyoruz!

Mahallenin imha edilip güvenlikli sitelerin inşa edilmesi şehri kaybettiğimizin alenî ilânıdır!

“Şehir aidiyeti”nden kaçıp güvenlikli sitede yer arayan insan, bu kaçışla varlık zeminini imha ettiğinin farkında mıdır?

3 Temmuz 2012 Salı

ŞEHRE YAPILANLAR KARŞISINDA YÜZÜMÜZ NİÇİN KIZARMIYOR ?

Yahya Düzenli

Modern zamanlar şehir ve insanları hızla bilinmeyen kaotik istikametlere sürüklerken, bir taraftan da hızla tarihe, daha doğrusu şehirlerin tarihî yapılarına doğru geriye koşturuyor. Şehir de ‘kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, vb.’ gibi modern yok edicilere karşı direnemeyince bu kez tarihî dokudan son kalan ‘organ parçaları’nı koruma tutkusu ortaya çıkıyor ve şehrin ruhundan çok şehrin iskeletine sarılıp, korunulmaya çalışılıyor. Tabii bu bizim gibi, bir asra yakın tarihini inkâr, köklerini iptal cinnetine tutulan (başka benzeri görülmeyen) bir ülkede tarihi yeniden canlandırma olarak dile getiriliyor. Ancak, korunmaya çalışılan şehrin tarihî organları, organizma bütününden ayrılmış olarak canlılığını sürdürebiliyor mu? derseniz, bu soruya evet demek oldukça zor.

Şehirde tarih “hatıralar antolojisi” olarak görülmemeli. Tarihî mekânlar da müzelik eşya olarak yaşamamalı, yaşatılmamalı. Hamaset, hasret yerini yaşayan gerçekliğe bırakmalı. Aksi halde geçmişin rüyalarında kendimizi ve şehrimizi kaybederiz.

Bu bağlamda “kültür mantarı” türünden veya “plastik dekor” zevkiyle, yahut da bir ‘antikacı’ gibi şehir ve tarihe merak saran, ilgi duyanların yaklaşımları tarih, şehir ve medeniyet derinliğini idrake müsait değil.

Osmanlı’nın tarihi coğrafyasında, Balkanlar bandında, özellikle Bosna-Hersek’te yaşanan büyük şehir ve insan katliamları, jenosidlere rağmen bugün Saraybosna, Mostar gibi şehirlerin kendilerini adeta “ba’sü ba’de-lmevt: ölüp yeniden dirilme” şeklinde var etmeleri karşısında insan hayrete düşüyor! Birkaç yıl önce bizim de şahit olduğumuz bu “şehir dirilişleri”nden bahseden Mimar Oktay Ekinci “Saraybosna’da yüzüm kızardı” başlığıyla Bosna-Hersek gezi notlarını yayınlarken kendisinin belki de sadece kalıbını gördüğü, ancak onları kalıba döken ruh ve iklimi göremediği bir medeniyetin, batının içlerinde halâ canlılığını “yaşayarak” sürdüren mekânlarını “koruma” çabalarını şöyle anlatıyor:
“Saraybosna’daki tarihi ve doğal değerlerin korunmasından sorumlu “Kültürel Miras Enstitüsü”nü ziyaret ettiğimizde, dayanamayıp soruyorum: “Kurşun deliklerini savaşın anımsanması için mi koruyorsunuz?”
Enstitü Başkanı’nın acı gülümsemesi “evet” der gibi ama söylediği daha etkileyici: “Savaşta tahrip olan tarihi binaların onarımına öncelik veriyoruz; çünkü özellikle tarihimizi, geçmişimizi yok etmek, bizi kimliksiz bırakmak istediler..”
Bu cevap bize, cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’lere kadar süren doğrudan şehir katliamlarında tarihî eserlerin-mekânların nasıl yok edildiğini hatırlatıyor. İlk aklımıza gelenler: Trabzon’da Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in bizzat yürüttüğü Gülbahar Hatun külliyesi katliamı, Konya’da General Fahrettin Altay’ın emriyle Selçuklu Sultanlarının kabirlerinin bulunduğu mekânlara yapılan katliamlar ve daha birçok tarihî şehrimizde yapılan şehir katliamları…

Yüzyılın insan ve şehir katliamını yaşayan Bosna-Hersek’te katliam sonrasına ilişkin devam ediyor söz konusu mimarımız:

“Biliyorsunuz UNESCO, özellikle “savaş yıkımı” altındaki tarihi kentleri Dünya Mirası listesinden çıkartıyor; “tehlikedeki miras” listesine alıyor... İstanbul’un ise hiç savaş yaşamadığı halde aynı listeye aktarılmak istenmesinin ne denli “hazin” olduğunu Saraybosna’da daha açık görüyorsunuz...

Osmanlı uygarlığının tüm değerlerini sahiplenmeleri sadece imarda değil, “yaşam”da da gözleniyor. O kadar ki paralarının adı bile “kayme”…

Kenti sarmalayan yamaçlardaki tüm yapılar 2 ya da 3 katlı ve sık ağaçlar içine gizlenmişler... Yüksek binalar sadece kent merkezindeler... Yani, Saraybosna’yı “TOKİ”vari dev beton kütleler değil, yeşille bütünleşen “insan ölçeği”nde kent dokusu kuşatmış... “Şehircilik ve kent kültürü” açısından bizde ne kadar yanlış varsa, belki de tümünün olmadığı bir kentle karşı karşıyayız...”

Saraybosna’daki muhteşem Osmanlı eseri Başçarşı’ya ilişkin ise şunları söylüyor:

“Başçarşı’nın tüm işyerleri, binaları, her şeyi, “tarihi dokusuyla yaşatılarak” korunuyor… Restore edilen sokakların taş döşemeleri bile neredeyse 200 yıllık ...”

Evet… Mimarımız “Saraybosna’da yüzüm kızardı”  diyor ama bizim ne yapılan tarih katliamlarını hatırlamaktan ne de halen “kentsel dönüşüm” adına yapılanlardan yüzümüz kızarıyor!

Mekânın sadece maddesine hayran olmak şüphesiz önemli ancak; o maddeyi inşa eden iklim, ruh, mânâ ve muhtevayı da unutmamak gerekiyor.

Tarih ve hatıraların “yaşayan mekânlar”la birlikte korunduğu, sürdürüldüğü Bosna-Hersek’le yaşadığımız şehri düşünelim!

1930’larda Tahsin Uzer marifetiyle, sonra da vurdumduymaz şehir yöneticileri eliyle yok edilen şehrimizin tarihî organlarını düşündüğümüzde içimiz sızlıyor mu? Sızlamakla birlikte şehrin nasıl tarihî kimliğine, tarihî coğrafyasına tedricen yabancılaştığını görebiliyor muyuz? Yüzyıl sonra şehrimize gelecek gezginlerin nasıl bir şehri anlatacağını düşünebiliyor muyuz? Asla… Eski tarihi muhteva ve siluetinden hiçbir iz kalmamış bir ‘modern zaman arabesk şehri’nden başka ne görebilirler ki ?

Böyle bir akıbetten ürperiyoruz.

Hiçbir tarihî dönemde, şehrimiz modern zamanlarda olduğu şekliyle tarih ve coğrafya tahribatı yaşamamıştır. Tarih ve coğrafyanın verdiği muhteşem imkân ve avantajlara rağmen yaşadığınız şehri ısrarla ‘kaotik’ bir arabeske çevirmek sadece “bize” mahsus bir maharet olsa gerek…

Şehrine yapılanlara karşı hissizleşen, ruh ve zihin travması yaşayan bir şehir ve halkının hafızasına yeniden kavuşması için geç mi kalındı?

1992-95 yılları arasında her şeyi yok edilen-katledilen Bosna-Hersek’in yeniden dirilişini resmeden şehirlerini gördükçe, “imkansız” diye bir şeyin olmadığını fark ediyoruz. Bütün mesele de bu “fark edebilme”de yatıyor.