24 Şubat 2013 Pazar

“ORGANSIZ BEDENLER” veya MEKÂNSIZ ŞEHİRLER…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


“Organsız beden”i hiç tahayyül ettiniz mi? Böyle birşey düşünebilir misiniz? Bu kavram dehşetli bir olguya işaret ediyor.

Kurgu filmlerde geleceğe ilişkin fantastik mekânlar ve tiplemelerle seyredebileceğimiz “organsız” bir beden düşünün… Organları olmayan bir beden… Veya organları kendine ait olmayan bir beden… Organlarını yönetemeyen bir beden… Organlarının kontrolden çıktığı bir beden… Organları arasında ahengi sağlayamayan bir beden…

Beden “organların birleşimi” değil midir? Organsız bir bedene “beden” denilebilir mi? Organlar olmayınca beden teşekkül edebilir mi?

Organ ve bedenle ilgili soruları çoğaltmak mümkün…

“Organsız Beden” kavramı yüzyılımızın önemli felsefecilerinden Deleuze ve Guattari’ye ait. Antonin Artaud’un ortaya attığı “Organsız Bedenler” kavramına Deleuze ve Guattari çok değişik anlamlar vererek, ilginç yorumlar yükleyerek, derinlik kazandırarak eserlerinde kullanır.

Deleuze’e göre organsız beden “eklemlenmemiş, parçalanmış ve yersiz yurtsuzlaşmış yeniden inşa edilmeye muktedir bir beden” olarak tanımlanıyor. Bu organik bir beden değil, hastalıklı bir bedendir ve sürekli yıkılma ve yeniden oluşum döngüsü içindedir. Beden organlarından bıktığında veya onları kaybettiğinde “organsız beden” oluşum yolundadır. “Organsız Beden organizmanın yerini almıştır” diye bir temel konumlama da yapar felsefecimiz.

Oldukça girift-karmaşık bu kavramı felsefî bağlamından kopararak “şehir”e taşıyalım..

Filozoflarımız modern felsefede, postmodern veya daha ileri yorumlarla nasıl yorumlarsa yorumlasınlar, icad ve inşa ettikleri bu metafor (mecaz) doğrudan şehirlerimizin bugünkü halini anlatmada önemli ipuçları veriyor… Dikkat çekici bu kavram, dünya görüşü ve medeniyet idraki kaybolmuş bir toplumun, inşa ettiği şehirleri oluşturan mekânların bir araya getirilmesiyle asla şehre ulaşılamayacağını ifade etmede de müthiş çağrışımlar ihtiva ediyor.

Modern zaman şehirleri ‘hastalıklı bir beden’e dönüşmüş durumda… Şehirde inşa edilen her mekân bedenin organsızlığını artırıyor ve hastalığını azdırıyor.

Güncel bir uygulamaya vurgu yaparak söylersek; şehirlerimize musallat olan “kentsel dönüşüm” denilen kasırga da “organsız beden”lerden ibaret/oluşan bir tümör yığını inşa ediyor…

Urlaşan ve giderek yeni tür urlarla bir “tümör yığını”na dönüşen şehirlerimizi anlatmada “organsız beden” kavramı önemli bir tanımlayıcı niteliğindedir. Külçe şeklinde büyük bir tümör haline gelmiş bedeni düşünün…

Bu beden canlı fakat ruhsuz, kendinden habersiz bir beden…

Modern zaman şehirleri bu şekilde… Canlı fakat ruhsuz…

Sağlıklı organlarıyla bir organizma bütünü olarak hayatiyetini sürdüren beden, giderek organların urlaşmasıyla bütünlüğünü kaybeder ve ‘organsız’ hale gelir.

Bugünkü şehirlerimiz de ‘kendine ait olmayan’ mekânlarla bir bütünlük içinde gözükse de aslında ‘organsız bedenler’ şeklinde varlığını sürdürüyor. Mekânı olmayan, mekân yerine “ur”lardan, tümörlerden oluşan yığının şehir olarak telâkki edilmesi onu ‘organsız beden’den ibaret hale getiriyor.

Kavramı yeniden üreten Deleuze “Kapitalizm ve Şizofreni”de şöyle der: “ Psikanalizin: “Dur, kendini yeniden bul” dediği yerde, biz onun yerine : “Daha devam edelim, daha öteye geçelim, Organsız Beden’imizi bulmadık henüz, kendi benliğimizden verimli şekilde boşanmadık, boşa çıkmadık, azat olmadık.” Anamnezi’nin (mutlak hafıza kaybı) yerine unutmayı koyalım, yorumun yerine deneyi. Organsız Bedenlerinizi bulun. Bunu nasıl yapacağınızı bulun. Bu bir ölüm kalım meselesidir…”

Sanki modern zaman şehirleri de kendisine bu şekilde sesleniyor: “Mekansız şehirlerimizi bulmadık henüz, kendi benliğimizden boşanmadık, azad olmadık. Mekânsız şehirlerinizi bulun. Bütün mekânlarınızı hastalıklı hale getirin ve mekânsız şehir olarak kalın!”

Şehirler o hale geldi ki artık ‘tevhid’ değil ‘tefrik’, yâni kosmos yerine kaos için çılgınca yarışıyor.

Maalesef böylesine olağandışı bir kurguyu bugün şehirlerimiz yaşıyor.

“Mutlak hafıza kaybı”na yol açan bizzat şehirlerimizin bugünkü kaotik hali… Ve onları bu hale getiren şehir yöneticileri, inşa edicileri, mimarlar vs. şehirle birlikte kendilerinin de hafızasız bir yaratık haline geldiklerini anlayamıyorlar…

Modern zaman şehirleri organlarını terk ediyor. Daha doğrusu defediyor. Kendisi de şehir olmaktan çıkıyor.

Bu kaosu en iyi kavramın müellifleri Gilles Deleuze ve Felix Guattari tanımlıyor:

“İnsanlar soruyor, o halde nedir Organsız Beden? – Ama zaten üzerindesinizdir, bir delinin koştuğu, bir körün el yordamıyla izlediği gibi: Çöl gezgini ya da steplerin göçeri. Üzerinde uyuyoruz, yaşamımıza uyanıyoruz, dövüşüyoruz – dövüyor ve dövülüyoruz (ya da kavga ediyor veya kavgaya muhatap oluyoruz) – yerimizi arıyoruz, bilinmedik mutluluklar ve pırıltılı mağlubiyetler tecrübe ediyoruz; üzerinde dahil oluyor ve dahil olunuyoruz; üzerinde seviyoruz…”

“Organsız bedenler” haline gelen şehirlerimizi ve hızla “organsız bedenler” için koşuşturan şehir yöneticilerimizi gördükçe hayat anlamsızlaşıyor…

Kim bilir, belki de “organsız beden” veya “mekânsız şehir” inşa edicilerinin amacı da budur!

Kim söylemişti hatırlamıyorum ama söylediği önemliydi: “Organsız bir bedenin parçası olmak için yanıp tutuşuyoruz!”

Allah böyle bir akıbetten insanları ve şehirlerimizi korusun!

18 Şubat 2013 Pazartesi

“BA’DE HARÂB-ÜL TÜRKİYE!”


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


“Ülkemiz vahim bir şehir ve kimlik kriziyle karşı karşıya” demenin vakti geçti. Artık şehir krizinin derinleştiği, krizin kronik bir hal aldığı ve bu halin artık kabullenildiği bir dönemdeyiz. Tıpkı, yüksek tansiyonla yaşamaya mahkûm bir insanın her an kriz riski taşıması gibi, şehirlerimiz de bu riski taşıyor. Taşımıyor, yaşıyor. “Yüksek tansiyon”la yaşamaya mahkûm insanla yüksek tansiyonla yaşamaya mahkûm şehir arasındaki müştereklik: Her ikisinin de kendilerini sağlıklı zannetmeleri… Bu halin sonucu ise: Beyin felci…

Günümüzde şehirlerimiz artık şehir olmaktan, yaşanılabilir olmaktan çıkmış, sadece tek hücreli biyolojik canlılara mahsus bir barınma mekânından başka bir şey ifade etmez hale gelmiştir. Devlet aygıtı TOKİ marifetiyle “ıslah” hamlelerinin “ifsat”a dönüşmesi ve bu halin kronikleşmesi şehirlerimizi içinden çıkılamayacak, belki birkaç asır sürecek bir “şehir felaketi”ne sürüklemiştir. Bu felâket halen “kentsel dönüşüm” adı altında hızla devam etmektedir.  

1984 yılında “konut ve kentleşme sorunlarının çözülmesi” amacıyla kurulan TOKİ’nin 29 yıl sonunda kazmasını, balyozunu vurduğu şehirlerimizde neler yaptığını gördükçe, şehir ve medeniyet idrakinden yoksunluğun nerelere gidebileceğine şahit oluyoruz.

Ne tür “maraz”ların müsebbibi olduğu ve “neleri ihya etmeye muktedirken neleri imha ettiği”nin farkında olmayan bu zihniyetle ülkemizin o müthiş tarihî şehir ve mimarî stoku ve birikimi yok sayılmış, heba edilmiş, yeni bir form ve muhtevaya kavuşturulamamıştır. Ne yazık ki son 10 yıldır görülmemiş bir hızla yürütülen uygulamalarla şehirlerimizin tefessühü daha da derinleşmiştir.

TOKİ, “Planlı kentleşme ve konut üretimi seferberliği kapsamında 81 il ve 800 ilçede 564.606 konut” yaptığını ve bunun “100 bin nüfuslu 22 adet şehir demek” olduğunu iftiharla söylerken, aslında ürettiklerinin ‘özürlü’lüğü aşmış marazî yapılar olduğunun da farkında değil. Daha önce de söylediğimiz gibi TOKİ’nin yaptıklarıyla övünmesi “şecaat arz ederken sirkatin söyleyen” bir nârâ!... Bitmedi ! TOKİ “ikinci 500 bin konut üretimi”ni de başlatmış durumda! Bizce bu şu demek: Ülkemiz ikinci bir marazlı konut dönemine giriyor.

Bu iftiharın sahiplerine ne diyelim? “Ne yazık ki yaptıklarının farkında bile değiller!” deyip, şifa dilemekten başka yapacak bir şey yok!

Hep eleştiriyor, tenkit ediyor, teklif getirmiyor muyuz? Bu konudaki yazılarımıza, özellikle de “Çevre ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu” başlığı altında yazdığımız 6 uzun yazıya bakmak, nelere işaret ettiğimizi anlatmaya yeter diye düşünüyoruz.

Bugün ise… Yapılan yoğun eleştirilerin etkisinden olsa gerek, TOKİ Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden, yöresel mimariden dem vuruyor…

TOKİ, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada 2013 yılından itibaren inşa edeceği konutlarda ‘yöresel mimari motifleri’ kullanılacağını söylüyor. Öncelikle 13 şehirde yöresel mimarideki konut projelerini tamamlayan TOKİ, konutlarda geleneksel Türk mimari özelliklerine riayet edileceğini,  Anadolu Selçuklu mimarisindeki “taç kapı”ların apartman girişlerinde uygulanacağını vs. söylüyor. Tıpkı taşra kasabalarında cumhuriyet bayramlarında altından geçilen “tak”lar gibi… Batı tipi apartmanların girişine doğu tipi Selçuklu ‘taç kapı’ları! Tam bir arabesk. Buna ancak tebessüm edilir.

Bu açıklamalar yapılan yoğun eleştirilerden “zevahiri kurtarma”ya yönelik sıyrılma çabaları mıdır dersiniz.

Biz, mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve ilgili diğer kurumların kadro ve zihniyetiyle ciddi bir “şehir imar ve inşası” olabileceğini asla düşünmüyoruz!

Bu açıklamalar ve hazırlandığı söylenen konut projelerinin şablonların ötesinde bir mana ifade etmediğini düşünüyoruz.

Soruyoruz:

·        TOKİ’nin 29 yıllık tarihinde, tarihî şehir birikimimize, mimarî stokumuza, tarzımıza, üslubumuza dair bir tane uluslararası yayını var mı? Aynı şekilde; eski adları “Bayındırlık ve İskân”, “İmar ve İskân”, şimdiki adı “Çevre ve Şehircilik” olan bakanlığın yayınladığı bir eser var mı?

·        TOKİ’nin veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Medeniyet Tasavvuru ve Şehir İdrakine ilişkin manifesto çapında bir metni- kitabî muhtevası var mı?

·        TOKİ veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in farkında mıdır? Gerek yapı gerekse de kitabî eserlerine ilişkin bir değerlendirmesi, çalışması var mı?

·        TOKİ şimdi “Selçuklu ve Osmanlı konut tarzı”na yönelik konutlar inşa edeceğini söylerken bu konuda hangi literatürü taramış ve hangi sonuçlara ulaşmıştır?

Bu soruların cevabını verebilecek bir TOKİ zihniyeti ve Şehircilik Bakanlığımızın olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle dünya görüşü, medeniyet tasavvuru ve şehir idrakinin olması gerekir.

TOKİ’nin açıklamaları ve hazırladığını söylediği projelere itibar etmediğimizi ifade ederek, o tarihî cümleyi tekrarlayalım: “BA’DE HARÂB-ÜL BASRA!” Yâni, “Basra harâb olduktan sonra!”

Atasözü haline gelmiş bu cümle idrakleri donduruyor, şehirlerimizin ne hale getirildiğini, hicranla, hüzünle, acıyla ifade ediyor.

Sözün burasında Prof. Sadettin Ökten’i dinleyelim: “Biz hep ‘şehir, insanı dönüştürür’ algısıyla konuşuyoruz. Ama esasında usta şehri kuran, kurulmuş bir şehri dönüştüren bir medeniyet telakkisi olması lazım. Şu anda bizde o yok… Orası aşınmış vaziyette, onun yerine yarım yamalak kapitalist bir dünya görüşü var… Şu anda bir şey yapamasak bile en azından olayın farkına varalım. Bir medeniyet telakkisine sahip olmaya doğru gidiyoruz. Belki olursa, ama bu Osmanlı’nın tekrarı olmayacak. Osmanlı’dan kök alan yeni bir medeniyet telakkisi olacak, o zaman şehri yeniden inşa edebiliriz. Bize devrolunan emaneti yeniden üreterek hayata geçirebiliriz. Onun dışında bu halle ne şehir kurulabilir, ne de kendilerine emanet olunan şahsiyetli bir şehir korunabilir. Tarumar ederler…”

Ökten’in “Bir medeniyet telakkisine sahip olmaya doğru gidiyoruz” sözünü “Bir medeniyet telakkisinden uzaklaşıyoruz!”  şeklinde dönüştürelim ve şöyle soralım:

TOKİ’nin  “100 bin nüfuslu 22 şehir” ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “Kentsel Dönüşüm”lerini gördükten sonra “BA’DE HARÂB-ÜL TÜRKİYE!” demekte haksız mıyız?

 

 

12 Şubat 2013 Salı

AKYAZI “OLİMPOSU” HIZLA YÜKSELİYOR… -tedavisi gayr-i kabil bir şehir hastalığı üzerine-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bir yazımızda “İhdas kapasitesi yüksek şehirlerin ifsat kapasitesi de yüksektir” demiş ve “futbol”un bazı tarihî şehirlerimizde “makul sınırları aşmış” biçimde bir bumerang veya şehre radyasyon yağdıran bulutlar gibi şehri kuşattığına vurgu yapmıştım. İlginçtir ki futbol, özellikle Trabzon gibi kadîm medeniyet şehirlerinde hayatiyetin tek sebebi olmuştur.

Modern zamanlarda bir şehrin ifsadına en bariz örnek “Trabzon ve futbol”dur. Trabzon ihdas kapasitesiyle öne çıkan bir şehir olmak yerine futbolla özdeşleştirilmiş ismiyle kendinden bahsettirmeye devam ettikçe hiçbir ihdas, yâni “değer ortaya çıkarma, değer oluşturma” gücüne kavuşamayacaktır. Nitekim durumu ortada… İşin bir diğer yönü; bütün bir şehir futbola kilitlenmesine rağmen, futbolunun hali de ortada…

Trabzon, ‘futbola endeksli varoluşu’nda, “dünya kenti”, “spor kenti”, “marka şehir” gibi yapay-yapıştırma vasıflardan sonra şimdi de en son sahip olduğu “Olimpiyatlar Şehri” unvanına layık(!) olmak için var gücüyle çaba gösteriyor.

Önce “2011 Avrupa Gençlik Olimpiyatları”, sonra 2012 “Türk-İslam Dünyası Mühendislik-Mimarlık ve Şehircilik Olimpiyatları”yla Trabzon, ‘anakronik’ biçimde eski Yunan sitesinin olimpik geleneklerini sürdürme yarışına girmiş gibi… Kimbilir belki de antik yunan kentlerinden çok daha önce olimpiyat kenti olma hakkını ve vasfını kazanmış bir kenttir (!)  

Tabii bu ‘kerameti kendinden menkul’ bir unvan. Bu vasfına uygun sun’i bir temel elbette bulunabilir. Bakarsınız bir arkeolog grubu görevlendirilir, Trabzon’un yükseklerinde yayla veya ormanlarında antik bir “olimpiyat meş’alesi” bile bulabilirler, antik Yunan ve Latince olimpiyat kitabelerine bile rastlayabilirler (!)

Olimpiyatların antik tarihine ilişkin kısa bir ansiklopedik malumat aktaralım da şehrimizin nasıl bir etkinliğe sahne olduğunu daha iyi anlayalım:

Elde kesin bilgi olmamakla beraber, mitolojiye göre ilk olimpiyat oyunları Olimpiya Kralı kahraman Pelops’a kurbanların sunulmasıyla başlar. Hristiyan Yunanlı düşünür Titus Flavius Clemens Olimpiyat oyunlarının “Pelops’un ruhuna sunulan armağanlardan başka bir şey olmadığı”nı söyler.

Başka bir efsaneye göre ise mitolojik kahraman Herakles’in Olimpiya’da bir oyunu kazanmasıyla, bir diğer efsanede ise Antik Yunan tanrılarının en büyüğü olan Zeus’un Titan Kronos karşısında aldığı yenilgiden sonra doğduğu şeklindedir. Bazı kaynaklarda ise Elis Kralı İfitos’un M.Ö. 9. Yy.da halkını savaştan korumak için kâhin Pythia’ya giderek danıştığı ve onun da “tanrılar onuruna oyunlar düzenleyerek onların rızasını kazanmasını önerdiği” ifade edilir. Olimpiyat oyunları tanrıların yaşadığına inanılan dağın adı olan Olimpiya Dağı’nda düzenlenir.”

Yâni anlayacağınız olimpiyatların kökeni putperest “dinî bir ritüel” olarak başlamış ve halen devam ediyor…

“Olimpiyat Şehri Trabzon” ifadesine gelirsek, herhalde bir akl-ı evvel’in yeni ve muhteşem bir buluşu olarak benimsenmiş olsa gerek.

Olimpiyatlar için ayrılan bütçenin, uğruna yapılan harcamaların hiç önemi yok. Yeter ki Trabzon’a “Olimpiyat Şehri” etiketi yapıştırılsın.

Gelelim “Olimpiyatlar Şehri”nin en büyük “kutsal mekânı”na…

“Akyazı Stadyumu”ndan bahsediyoruz… Olimpiyatlara uygun bir isimlendirme ile “AKYAZI OLİMPOSU” veya “AKYAZI SUNAĞI”… Öyle ya şehrin bütün enerjisinin biriktiği 11 mitolojik yaratığın mekânı olacak AKYAZI OLİMPOSU…

40 bin kişilik Akyazı Stadyumu veya Akyazı Olimposu için yapılan dolgunun tamamlandığı  ve ihalenin de bu yıl ortalarında yapılacağı Belediye Başkanı tarafından “müjdeleniyor”.

Bir şehrin bütün enerjisini ısrarla stadyuma yönlendiren ve bunu büyük ölçüde başaranları tebrik (!) etmek gerekiyor. Hele de Trabzon insanı gibi heyecanı yüksek bir potansiyeli stadyuma hapsettikleri için tebrik üstüne tebrik etmeli…

Hiç kimse katılmasa da, bizce hem Olimpiyatlara hem de AKYAZI OLİMPOSU’na harcanan kaynağa yazık… Ancak, bütün duyargaları futbolla virüslenmiş bir şehre bunu anlatmak  mümkün değil…

Şehrin medeniyet damarlarının yeniden canlanmasının önünde en büyük engel olan ‘futbol tutkusu’nun bir türlü normalleşemediği Trabzon’u siyasiler, şehir yöneticileri, kültür-sanat çevreleri, ticaret ve sanayi kuruluşlarının hep birlikte “futbol”la özdeşleştirmeleri ve şehrin futbolla sembolleştirilmesi modern zaman hastalıklarının en belirginlerinden birisidir.

Şehirde sportif bir eylemi aşmış, nevrotik bir hal almış olan futbola yönlendirilen insan ve diğer kaynakların kimlerce “yönetildiği” de işin ayrı bir yönü.

Peki, Trabzon futbolla ne kazanmıştır? Futboldan ne kazanmıştır? Sinir uçlarının daha çok elektriklenmesinden başka hiçbir şey.  Şüphesiz birileri futbolun şehirdeki bu yüksek itibarından nemalanmış, isimleri ve kasaları pay almıştır.

Kimliği, şahsiyeti, bütün değerleri futbola indirgenmiş, futbola endekslenmiş bir şehrin geleceğinden endişe etmiyoruz, geleceğini kaybettiğini düşünüyoruz.

Ne yazık ki, bu zihniyet şehrin kimyasını etkiledikçe şehrin ruh köküne çöken bu tortular şehrin geleceğini tüketmeye devam edecektir.  

Kim ne düşünürse düşünsün; enerjisini doğru istikamete yöneltmeyi başarabildiği ölçüde Trabzon kendine ve geleceğine sahip çıkabilir diye düşünüyoruz.

Medeniyet şehirlerine musallat, tedavisi gayr-i kabil bu bulaşıcı hastalıklara parmak basmaya zaman zaman devam edeceğiz.

 

5 Şubat 2013 Salı

ŞEHİR: TASARLANMIŞ BİR HAPİSHANE...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yaşadığımız şehrin ‘yaşamamamız gereken şehir’ olduğuna dair bir his sahibi miyiz? Şöyle de sorabiliriz: “Yaşamamız gereken şehirde yaşama irademiz var mı? Bu soruya doğrudan evet veya hayır demek mümkün değil. Çünkü insanın doğduğu yere ilişkin iradî bir tercihi sözkonusu değil. Ancak, kendini ve çevresini idrak etmesiyle “fark”ına vardığı yâni “ayırt etme özelliğine sahip olduğu” andan itibaren bir iradî tercihten söz edebiliriz.  O ana kadar şehir kendisini çevreleyen, kuşatan bir hisardır adeta. O’nu içinde şekillendiren,  kendisine tercih hakkı vermeyen bir ‘belirleyici’dir. Bir anlamda, o şehre mahkûmdur. Yaşadığı şehir ‘yaşamaya mecbur ve mahkûm olduğu’ şehirdir. Şehir onun kimlik, değer, aidiyet kalıplarını oluşturan, ona direnemeyeceği hâkim bir güçtür. Bu gücün ister farkında olun ister olmayın, sizin üzerinizde mutlak bir otorite ve denetimi vardır. Onu kabullenirken de, ona direnirken de onun gücünü tahkim ediyorsunuz.

O halde insan, kendi imal ve inşa ettiğinin mahkûmu mudur? Eseri önünde çaresiz insan, eserinin elinde sadece bir araçtan mı ibarettir ?

Bir İngiliz romancı “Kokain Geceleri” isimli romanında modern zaman şehirlerinin insanın “yaşaması gereken yerler” olmadığına işaret ederken “Karayibler’in ve Hawaii adalarının sahilleri gibi, gezmeyle ya da dinlenmeyle hiçbir ilgisinin olmadığını, özellikle tasarlanmış bir tür hapishane olduğunu hissettim” diyor.

İşte bu “his”se sahip olduğunuz an, şehrin ruhunu hissediyorsunuz demektir. Kasvete veya huzura davet ruhunu…

Modern zaman şehirleri işte böylesine bir “tasarlanmış hapishane” haline gelmiş durumda. Daha da kötüsü şu ki; kadîm şehirlerin coğrafyası ve mekânları tahrip edile edile ‘protez yaratıklar’ haline geldiklerini, insanın da bu mekânlara mahkûm ‘protez varlık’ olarak metalik bir hayatın parçası olduğunu söylemek hiç de abartılı olmasa gerek.

Kadîm zamanlarda “insan elinin değmesiyle” tabiat imar ve ihya edilerek, insana özgü ‘yaşanmaya değer’ bir hayat sunarken; modern zamanlarda “insan eli” her şeyi imhaya, yıkıma, yok oluşa götürüyor. Şehir insanı parçalayan, atomize eden bir bumerang.  İnsanın şehir inşa etme adına yaptığı her şey kendisini tahribe memur bir bumerang gibi geri dönüp onu imha edeceği anı bekliyor.

İnsan, geçmişi ve geleceği olmayan, bugüne mahkûm bir zaman dışılığı yaşadığı modern zaman şehirlerinde “hayat adını verdiği zannın” acı döngüsünde varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Kendisi için şehir adı verilen “hapishaneyi” tasarlayıp inşa eden insanın bu hapishaneden çıksa da başka bir hapishaneye mecbur ve mahkûm olmadığı söylenebilir mi? Ancak, içinde yaşadığı hapishanenin farkına vardığı an anesteziden çıkıyormuşçasına şehrin ve varlığının idrakinde olabilir. Yoksa tıpkı mitolojide anlatıldığı gibi, sırtındaki kayayı tepeye çıkaracakken her seferinde aşağı yuvarlamaya mahkûm edilmiş Sisyphos gibi azabı devam edecek.

Şehre anlam ve işlev kazandıran insanın bakışı ve idrakidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap şehrin varoluşunu anlamlı kılar.

Yaşadığımız şehrin “tasarlanmış bir hapishane” olmaması için ne yapıyoruz, ne yapılıyor? Kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, olimpiyat kenti, Avrupa kenti… gibi komplekslerle kapandığımız “hapishane şehir”de hafızamız da harekete geçemiyor.

Bir kere de “Ya her şeyi hatırlarsa? O zaman ne olacak?” diye soralım ve cevap arayalım?

İnsan… Hatırlayabilecek mi?

Üstad Necip Fazıl, modern zaman şehirlerinin boğuculuğu ve kasvetini derinden hissederek “Dağlarda şarkı söyle” şiirinde;
“Uzansan, göğe ersen.
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
der. Gene Üstad “Şehirlerin Dışından” başlıklı şiirinde derinden hissettiği şehre dair şu mısraları yazar:
“Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler! ;
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!” 


Büyük fikir adamı ve âriflerin söze ve mısralara döktükleri hislerini kavrayabiliyorsak yaşadığımız şehrin nasıl bir hapishane olduğunu da anlıyabiliyoruz demektir.