27 Ağustos 2013 Salı

ŞEHİR'DE HÜZÜN VE KASVET...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Hal’dan kaal’e dökülünce kelimeler kısırlaşıyor. Hüzün ve kasvet kelimeleri gibi. “Hüzün” insanı derinliğine çeken bir elem, üzüntü hâli. Kasvet ise; keder, tasa, gam, melâl demek. Hatta kasvet için eski lûgatlarda ‘kalp katılığı’ da deniliyor. Hüzünle kasvet arasında (birbirine dönüşmek anlamında) çok ince bir sınır var.  Sözlükteki tanımlarından öte, iki kelime insanın modern zaman şehirlerindeki halini kâmil manasıyla anlatan bir derinliğine sahip. “Şehir’de insan” veya “Şehir’li insan”ın günümüz dünyasındaki karşılığını bu iki kelimeyle tercüme ettirmek mümkün.

Fransız romancı Balzac “Goriot Baba” romanında kahramanlarının diliyle bazen bir pansiyon odasını, bazen üç katlı bir evi ve oradaki hayattan kesitlerle 19. Yüzyıl Paris’ini anlatırken, şehrin küçük, gizli ve esrarlı mekânlarının tahlillerini yapar ve bu mekânlardan Batı’nın bu müthiş şehrinin tefessüh etmiş ruhunu ortaya koyar. Balzac, bir yanıyla Paris’te “kasvet”in kuşattığı insanı anlatır.

Gençlik devremizde okuduğumuz Goriot Baba romanını yıllar sonra tekrar elime alıp altını çizdiğim satırları okuduğumda, bugün bizim şehirlerimizin, metropollerimizin giderek Balzac’ın anlattığı mülevves Paris’e benzemek için nasıl çırpındığına şahit oluyoruz. Hatta şahit olmuyoruz, yaşıyoruz.

İşte Goriot Baba’dan bir kesit:

“Kaldırımlar kurudur burada, derelerde ne çamur, ne su vardır, duvar diplerinde otlar

yükselir. Burada en kaygısız insan bile rahatsız, gelip geçenler hüzünlü, evler kasvetli mi kasvetlidir, yüksek duvarlar hapishane kokar, bir araba sesi bir olay olur. Yolunu şaşırıp da buraya düşmüş bir Parisli küçük pansiyonlar ya da okullar, düşkünlükler ya da sıkıntılar görür yalnızca, can çekişen yaşlılığı, çalışmak zorunda bulunan, tutsak edilmiş, şen gençliği görür.”

Bakalım yaşadığımız şehre… Belki de hiç görmediğimiz, varlığından bile habersiz olduğumuz böylesi mekânlar ve insanları bürümüş hüzün ve kasvet giderek şehrin baskın karakterine yansıyor.

Gene Balzac’dan Paris’le ilgili müthiş bir gözlem: “Bu kentte gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir. Burada erdem yerilir, masumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki kesimden oluşur; aldatanlar ve aldatılanlar… Büyükbabaların ölmeleri beklenmektedir; dürüstler enayidir; yüce fikirler ancak bir amaç için var olan araçlardır; din yalnızca yönetmek için gerekli bir şeydir; dirayet yapmacık bir şeydir; her şey sömürülür ve satılır; gülünç olmak kendini reklam etmenin ve kapıları açmanın bir yoludur: Gençler yüz yaşındadırlar ve yaşlıları hor görürler…”

Balzac’ın 19. Yüzyıl Paris’inin iki yüzyıl sonra klonlanmış halini, adeta ülkemizin metropolleri olarak görüyoruz.

Şehrin artık insana ‘varlığını idrak ettirici’ ruh üflemediği, yaşama ahlâkı telkin etmediği bir zamandayız.

İnsanın şehirde varlığını idrakten uzaklaşırken düştüğü halin “hüzün” mü “kasvet” mi olduğunu bile anlayamıyoruz.

Biz de hüzünle kasvet arasında Hz. Mevlana’nın şu sözünü hatırlıyoruz: “Aklını başına al da nöbetle gelen mülk ve saltanata sevinme.”

Şehirler ruhumuzu kahreyleyen bu cinai şebekenin hücre evidir artık. Bu hücre evinde hep birlikte yaşamaya mahkumuz. Hüznümüz de, kasvetimiz de ortak bir efendinin, şehrin kabuslar üreten “uygar” ruhunun esareti altında.

Belki de bunun için biz aslında ne hüzünlüyüz, ne de kasvetli.

Sadece yorgun tutsaklar gibiyiz. Ne kötü hamurla yoğurmuş şehrin ruhu bizi.

Görüntünün egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu nedenledir şehirlerimizin görüntü içine gizlenmiş sefaleti.

Bizim de sefilleşen ruhlarımız o görüntünün ücra bir yerinde, küçük bir fındık tanesi kadar yer kaplıyor. Düşünün… Yeryüzünde kapladığımız yer bu kadar, ama doymak bilmez iştihamız kâinatı ram etmeye çalışıyor kendine.

İnsanoğlu şehrini kaybetti. Hüznünü kaybetti. Kasvet bile ona fazla artık.

Şehirlerden kalkan bir cenaze gibiyiz her akşam. Mağaramızda, küçük tabutluklarımızda kendi muhasebemizi bile yapmaktan aciz, sonsuz ufukların mağrur sahipleri pozunda kendimize bile ağlayamıyoruz artık.

Ne güzel denir, “ört ki ölem”.

20 Ağustos 2013 Salı

KAYBETTİĞİMİZ İDRAK VE ‘EV’E DAİR YAŞADIĞIMIZ TEZAD…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Doğduğum ve henüz üç yaşındayken ayrıldığım köyüme kısa süreli kalmak için geldiğimde, şöyle bir ağaca yaslanıp da ormanlar içindeki Of-Çaykara Vadisini seyrederken, üzeri yeşilin her tonuyla tezyin edilmiş ‘etrafını huni gibi kaplayan’ o güzelim dağ kümelerinin arkasında nasıl bir şehir kaosu yaşandığını düşündüm. Bırakınız şehir kaosunu, ev ve mekan inşasındaki çirkinliğin Doğu Karadeniz’in bu yalçın dağ köylerine tırmanamayacağını zannederken, içinde bulunduğum kendi evim bile bana meydan okurcasına yaşadığımız tezadı heykelleştiriyordu.

Üstad Necip Fazıl “İdeolocya Örgüsü”nda köy’ü tarif ederken;köy, kasabalara ve sehirlere doğru yontulan ve nihayet büyük (Metropolis)te en muğdil çizgilerine kavusan cemiyet heykelinin maddî ve manevî iptidaî madde kaynağını belirtir; ve bu bakımdan birinci derecede bir kıymet ve ehemmiyet arzeder.”

Büyük metropollerin bile mayasını köy olarak gösteren Üstad’ın bu derin fotoğrafıyla köyümüze bakabilmemize imkân yok. Çünkü o köy, ideal çizgileri ile tasavvurlarda bile kalmadı artık.

Cinnet derecesinde şehir, mimari, tarih, kültür ve medeniyet hassasiyeti taşımama, bu konudaki temel metinleri referans göstermeme, günümüze taşımama ve yazılar yazmama rağmen köyümde inşa ettiğim evin hem başlarken hem de tamamlandığında “inşa etmem gereken ev olmadığı”nı gördüm. Halbuki rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in mimarî düzeyde bir “dünya cenneti” olarak tasavvur ettiği “Türk evi”ne ilişkin şu sözleri yüzümüze çarpan bir tokat mahiyetindeydi. Okuduk ama ne yazık ki oralı bile olamadık: “Her evin bu cenneti gerçekleştirme iradesi ve başarısını başlatan ve sağlayan iki temel unsur; insanın çevreyi idrak etmesi ve herkesin Allah’ın yarattığı güzel dünyayı sonsuz bir saygı ile koruyup güzelleştirmeyi aslî vazife saymasıdır.”

İtiraf edeyim ki bu tezatları yaşarken trajik bir biçimde Ziya Paşa’nın şu mısralarını hatırladım:

“Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizâmât;
Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”

Ne yazık ki şehre, mimariye eleştiriler getirirken bu tezadı yaşamaya mahkûm olmuşuz.  

Bazı şeylerin imkân değil idrak işi olduğunu anlayamıyoruz. Çünkü idraki kaybettik.

Doğu Karadeniz coğrafyasının gücü, yabancı unsurları eritme ve kendine dönüştürme mahareti ve kendinden olmayan unsurlara karşı direnişine rağmen köyde/köylerimizde oksitlenmeyi aşmış bir mimarî çürümenin yaşandığına şahit oluyoruz. Bu hal, şehirlerimizin mevcut durumu ve geleceğinin kıyamet şartlarıyla (kaos) kuşatılmış olduğu gerçeğini bana bir kez daha hatırlattı.

Belli duyarlılıkları taşısanız, idrak ve irfan sahibi olsanız bile modern zamanlarda öylesine kuşatılmışsınız ki, tek başınıza bu kuşatmayı yarmanıza ve yaşamanıza imkân yok. Direnmenizin tek bir anlamı olabilir. O da; sonraki nesillere eğer bırakabilirseniz göstereceğiniz direnme gücüdür. Neye, niçin, nasıl direndiğiniz, karşı çıktığınız ve yerine neyi inşa ettiğiniz…

Dünya görüşünün kaybı, dünya tasarımı ve inşasının kaybını birlikte getiriyor. Sonra medeniyet idrakini terk ediyorsunuz, daha sonra mekân algınız değişiyor. İnşa ettiğiniz mekânlar sizi kuşatıyor ve biçimlendiriyor.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever bu konuda işe derin bir kavrayışla el attığı “Türk Evi”ni anlatırken şunları söylüyor: “… Varlık tasavvurunun ilk kabulleri, mekânın ve varlığın yapısının idrakinde yatar. Türk evinin mimarî ve sanat eseri niteliğini belirleyen temel unsurların başında, varlığın sonsuz mekân içinde bağımsız ferdiyete sahip unsurlarının herhangi bir tayin edici, bağlayıcı merkeze tabi olmadan aditif, kümülatif ve açık bütünlükler oluşturması gelmektedir.” Cansever, artık ruhuyla birlikte maddesini de kaybettiğimiz o “evimiz”in inşasında nasıl bir ölçü derinliği bulunduğuna işaret ediyor: “Türk evi bu açıdan İslâmi kültürlerin en önemli bir ürünüdür. İlâhî, transandantal iradeyi, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız uymak olan İslâm’ın bir ürünü olarak varlığın bütün alanlarında maddi, biyo-sosyal, psişik ve manevî düzeylerinde; yaradılışın yasa ve kurallarına, ilâhi iradeye ve yalnızca bu iradeye uyarak vücuda getirilen Türk evi ve mahallesinde, her binanın tarihî sürecin bir icabı olarak değişmeye açık yapısı ile ileriki nesilleri herhangi bir şahıs ve zümre iradesine tâbi kılmayan yapısı, insanlığın tarih boyunca oluşturduğu, insanı ve ferdiyeti en yüce varlık ve değer haline getiren bir yaklaşımın ürünü ve aynı zamanda insanın hayatını düzenlemek üzere inşa ettiği çevresine yansımasıdır.”

Bugün böylesine bir şehir ve ev idraki var mıdır? Veya bu idrakle inşa edilmiş bir şehir ve evimiz mevcut mudur?

Sözümüzün burasında gene Cansever’in, şu müthiş tespit ve ikazını hatırlıyoruz: “İnsanın vücuda getirdiği her şeyin güzelliği, mutlak gerçeğin ‘yapılan’da var olması ile oluşur. “Var olan”, vücuda getirilen nesnelerin sonsuzluk içinde yer alışlarında transandantalın, ‘İlâhi Emrin’ objektif âlemde tezahürüyle oluşan tezyînîlik sayesinde, insan, dünyayı güzelleştirme vazifesini gerçekleştirir. Bu çerçeve içinde yeryüzü cennetlerini, yani Türk evi ve mahallelerini vücuda getirenlerin amaçları ve yolu, 20. Asır insanlığının ve ülkemizin içinde yaşadığı kültürel sefaleti aşmak için takip edilecek en önemli örnek ve yol olacaktır.”

“İnsan idrakinin ve sorumluluk duygusunun kısıtlamalardan ve şeytanî bozulmalardan arındırıldığı bir ortamda, Türk evini tesis etmiş nesillerin; maddî ve teknik malzemeye ait standartlar düzenini ve hazır yapı, mimarî elemanları ve imkânlarını kendi tercihleri ile bütünleştirerek bu evleri vücuda getirdikleri bilinmektedir.”

Cansever’in bu terbiyevî ikazıyla birlikte çözümünü de işaret ettiği şehre, yaşama mekânlarımıza ve “evimize” dair ontolojik feryâdını duyabiliyor muyuz?

Hiç zannetmiyorum.

“Kentsel dönüşüm kasırgası”nın şehirleri önüne katıp süpürdüğü bir zeminde Cansever’in yukarıdaki uyarılarına bugüne kadar kulak tıkayan ilgilileri ‘kulak vermeye’ çağırmak artık nafile bir uğraş olacaktır.

Kendimize inşa ettiğimize bile bütünüyle hakim olamadığımız yerde hangi muhakkikin ikazlarına aldırış edilir ki?

Kaybede kaybede hızla ilerliyoruz. Tarihi, medeniyeti, mimariyi, şehri, köyü… her şeyi kaybettik.

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “her şeyi o kadar berbât ettiler ki, büsbütün berhava etmeden toplama imkânı kalmadı!”

12 Ağustos 2013 Pazartesi

YENİ TRABZON VALİSİ VE ŞEHRİN KUŞATILMIŞLIĞI… -tavsiye ve öğütname babında birkaç cümle-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yeni tayin edilen Trabzon Valisinin Köroğlu gibi kendisi gelmeden ‘nâmı’ gelmeye başladı. Vali demek, bir anlamda ‘mesaj’ demek. Yeni vali de mesajlarıyla Trabzon’a doğru yola çıktı.  Dahası da var. Amasya Valiliğinden Trabzon’a atanan Vali “Amasya gibi tarihi derinlikleri olan bir şehzadeler şehrinden Trabzon gibi yine tarihi derinliği olan şehzadeler şehrine geliyorum.” şeklinde ‘beylik’ bir söz ediyor, doğru da söylüyor. Bu sözü bize Amasya’da doğan ve Trabzon’da 29 yıl şehzadelik (Valilik) yapan büyük devlet inşacısı Yavuz’u hatırlatıyor…  Ancak, ne yazık ki şehzade şehirlerinin Valisinin Trabzon’a doğru yola koyulurken bir diğer beyanatı da şehrin bugünkü sun’i popülaritesi ile ilgili.  Vali’nin Amasya’dan Trabzon’a yönelik ilk açıklamaları Trabzon’un ‘gündelik kültürü’nün ürünü sokak sloganları: “Trabzonspor marka olmuş bir değer”. Bir değeri de “Bize her yer Trabzon.”

Siyasetçisinden iş adamına, bürokratından kültür-sanat çevrelerine, dağdaki çobandan akademisyenlere kadar ‘ne anlama geldiği’ düşünülmeden dudak tiryakiliği keyfiyle sirayet etmiş olan özellikle bu iki slogan zannedildiğinin aksine “şehir aidiyeti”ni değil “şehir asabiyeti”ni ifade eder. Bu iki slogan üzerine epey yazılar yazdığımız ve ‘etimoloji’lerine kadar irdelediğimiz için bu yazımızı buna tahsis etmeyeceğiz.

Yeni Vali, herhalde şehri kuşatıcı bir bakışla tanıdığını ifade etmek ihtiyacından olsa gerek bunları söylüyor. Ya da Trabzon’a ‘kutsal cümleler’ olarak ‘yapıştırılan’ bu sloganlar bir enfeksiyon gibi öylesine yayılıcı ki nerede kime bulaşacağı belli olmuyor.

“Değer”in anlamı, etimolojisi, ne olduğu ayrı bir mesele… Futbol, söylenildiği gibi Trabzon için bir değer. İnsanların kendilerini “O’na göre” şekillendirdikleri, referans aldıkları bir mesnet. Ancak, şehrin “ihdas kapasitesi”ni değil “ifsat kapasitesi”ni artırıcı bir değer!  Modern zaman ‘müskirat’larından olan futbolun, özellikle Trabzon’da her şeyi bir kasırga gibi peşine takıp götüren, daha doğrusu öğüten fonksiyonu, öyle anlaşılıyor ki yeni Vali’yi de etkileyecek… Hatta ilk beyanatlarından da anlaşılıyor ki futbolun şehri kuşatan radyasyon bulutları gibi yayılıcı etkisi ne yazık ki yeni Vali’yi de etkilemiş görünüyor.  Şehri bilmeyen, tanımayanları bile etkileyen bu mankurtlaştırıcı söz yığınları ile imgesi oluşan Trabzon’a yeni vali yanlış kapıdan, yanlış adımlarla giriyor, girmek zorunda kalıyor.

Bir süredir “tedavüle sokulan” bu sloganlar her ne kadar sayın Vali’yi de etkilemişse de bu sloganların kuşattığı Trabzon imajına itibar etmemesini tavsiye ediyoruz.

Daha önce de birçok defa değişik vesilelerle yazdık. Futbol bir etkinlik olarak değil, psikolojik bir regülatör olarak Trabzon’un kimyasını düzenlemiyor, aksine altüst ediyor. Bütün kaynaklar, enerjiler, moraller futbola endeksli.

Herhalde yeni Vali son yıllarda Trabzon’a zamk gibi yapışmış bu iki sloganı Trabzon aidiyetinin sembol ifadesi zannetse gerek, kendi daha şehre gelmeden Trabzon’la ilgili “nakarat”ları tekrarlıyor. Görülen o ki şehrin yeni Valisi de derinliksiz, ve bir o kadar da bayağılaşmış “sloganlarla Trabzon” serisine gönderme yaparak ne kadar “Trabzon’lu olduğu”na vurgu yapmak istiyor herhalde.

Üç yıl önce ülkemizin büyük bir iline Vali olarak atanan, şu anda da önemli bir kurumun müsteşarı olan kadîm bir dostumla Ankara’da sohbet ederken, valilik görevine başladığında malum tebrik ziyaretlerine ilk gelenlerin şehrin futbol takımı yöneticileri olduğunu ve “şehrin en önemli probleminin mali kriz içinde bulunan futbol takımına bazı finans kaynakları bulmak ve takımı kurtarmak olduğu”nu söylediklerini ifade etmişti.

Biz yeni Vali’nin şehrin üzerinde çok fazla dolaşan futbol ve bazı sun’i bulutlarla kendisini kuşatmaya çalışanları görmesi ve bu kuşatmaya ‘gereğinden fazla ’ itibar etmemesini temenni ediyoruz. 

Ama ne çare ki şehrin bütün günlük yayın organlarının sayfalarının yarısından çoğunun futbola ayrıldığı,  şehrin toplumsal gerçekliğinin ‘futbol’la öne çıktığı, insanlığın ‘renk skalası’nın ‘bordo mavi’ye indirgendiği bir şehirde bu kuşatmayı ne ölçüde kırabilir bilinmez!

Vali’nin bu sözlerinin neresi yanlış, diye sorarsanız, size (daha önce de yazdığım) Osmanlı dönemi Valileriyle ilgili bir diyaloğu aktararak cevap veririm.

Diyarbakır, Basra, Kastamonu, Musul ve Bağdat Valiliklerinin yanı sıra 1911 yılında kısa bir süre Trabzon Valiliği de yapan ve “kelimelerin serdarı” olarak bilinen Süleyman Nazif’in yerine tayin edilen yeni Trabzon Valisi Mehmet Ali Aynî’nin ‘nasıl birisi’ olduğunu soran İ.Alaaddin Gövsa’ya  Süleyman Nazif; “Artık Trabzon’a giderken kâmus götürmeye gerek yoktur. Valiye müracaat edebilirsiniz. Zira o Vali değil, kütüphanedir” cevabını verir. Kâmus mâlum ‘sözlük’ demek. Daha geniş anlamıyla “ansiklopedi”.

Osmanlı’nın hem de en buhranlı dönemlerinde şehir valileri işte böylesine mütebahhir irfan adamlarıydı. Sözümüzün burasında ifade edelim ki;  bugüne kadar Süleyman Nazif’in tavsif ettiği anlamda bir Vali’ye rastladığımızı söylersek doğru söylememiş oluruz.

Şehrin kendisine emanet edildiğinin idrakinde olan ve gerçekten ‘şehrin vâlisi” olmanın hakkını veren yöneticileri  tenzih ederek söyleyelim ki,  Osmanlı Valileriyle Cumhuriyet Valileri arasında işte böylesine bir “çap” ve “irfan” farkı var.

Yeni Vali talihli. Çünkü kendisinin de söylediği gibi Osmanlı medeniyet ikliminin inşa ve ibda edicilerini yetiştiren bir şehirden diğer bir medeniyet şehrine gelmiştir. Bu anlamda yeni Vali’nin medeniyet idrakiyle “hangi şehirdeyim?” sorusuna vereceği ontolojik cevabın “bize her yer Trabzon” veya “Trabzonspor marka olmuştur” gibi irtifası düşük olmaması gerekir.

Biz, erken Cumhuriyet dönemi valilerinin çatık kaş, çizme, kırbaç, hegemonik ve asık surattan ibaret siluetini halen bile hatırlıyoruz. Onların yerine bugün tarih ve medeniyet idrakine sahip valileri görmek istediğimizdendir ki bu yorumları yapıyoruz.

Yeni Trabzon Valisi’ne (Paulo Coelho’nun romanına da aldığı) bir Anadolu efsanesini hatırlatarak yazımızı bitirelim:

“Eski Anadolu köylerinden birinde bir genç, köyün etrafında dolaşırken bilge bir insana rastlamış. Bilge insan kendisine “evladım, şu tarihten itibaren sizin köyün falan yerindeki çeşmesinden zehir akacak. Git, bütün köylüyü uyar. Sakın ola ki bu tarihten itibaren o çeşmeden içmesinler; içen herkes deli olacak.” Demiş. Bu öğüt üzerine genç adam bütün köyü kapı kapı dolaşıp herkesi uyarmış, ancak hiç kimse ona aldırış etmemiş.

Bilgenin söylediği tarih gelmiş. O tarihten itibaren çeşmeden içen herkes delirmeye başlamış. Buna rağmen hiç kimse aldırmamış ve giderek delilerin sayısı artmış. Durumdan endişelenen ve ürken genç adam “En iyisi kendimi bari kurtarayım, bu köyden çıkayım; bari ben aklımı kaybetmeyeyim” diye düşünmüş. Kalkmış başka bir Anadolu köyüne gitmiş. Aradan yıllar geçmiş. Genç adam “Acaba benim köylülerimin hali ne oldu, hepsi delirdi mi? Eğer hepsi delirmişse, onların başında bir akıllıya ihtiyaç var” diye düşünerek köyüne geri dönmüş. Bakmış ki herkes o çeşmeden içmiş ve bütün köy delirmiş. Genç “Bari ben başlarında durayım” diyerek köyde deliler arasında yaşamaya çalışmış. Ancak, o da köylülerce deli muamelesi görmüş, herkes gence deli gözüyle bakmış. Köydeki herkes birbirine benziyor, hepsi normal, ama genç adam onlara benzemiyor, anormal olan kendisi. Bir töhmet, bir aşağılama, öfke, eleştiri ki sormayın…

Belli bir süreye kadar bunlara aldırış etmeyen genç adam artık dayanamamış ve koşa koşa çeşmeye gidip kana kana zehirli sudan içmiş ve normalleşmiş.”

Kıssadan hisse: Şehri saran dezenformasyon çeşmelerine karşı ne kadar ve nasıl direnilebilir?

Trabzon, Süleyman Nazif, Mehmet Ali Aynî, Sırrı Paşa gibi Osmanlı dönemi Valilerini unutmuyor. Bir de Cumhuriyet döneminde bir örnek olarak; Ali Şükrü Bey’in cenazesi Trabzon’a getirildiğinde Vali olan ve o andaki halkın infial halindeki durumu hakkında Mustafa Kemal’e acele bir şifreli telgraf çekmek isteyen Trabzon Mebusu Nebizade Hamdi’ye “hayır, talebin kanunsuzdur, telgrafa müsaade etmem” diyen Trabzon Valisi İhsan Bey’in duruşunu hatırlıyor.

İnşallah Yavuz’ların koltuğuna oturan yeni Vali gün gelip Trabzon’dan ayrıldığı zaman irfan, idrak ve rehberliğiyle hatırlanır. Gönül ister ki, topyekûn ve kuşatıcı, üzerinden vesayet sözcülerinin tekeli kaldırılmış kültür, sanat, irfan hamlelerine imza atar ve kendisini unutulmaz kılar…

Ruhu üzerinde kolbastı çığlıkları atılan, yerlerde sürünen irfanına “Bize her yer Trabzon” nidaları ilaç diye yutturulan, ekonomisinden, siyasetine her alanda vesayetçi bir tekelin elinde kıvranan Trabzon’a Sayın Vali umarız ki sağlam ve kalıcı bir miras bırakabilir.

Ümitsiziz ama gene bekleyeceğiz, göreceğiz…

Not: “Şehre Valinin gelmesi”yle, “Valinin şehre gelmesi” aynı şey değildir.

6 Ağustos 2013 Salı

TRABZON ÜZERİNDEKİ İDEOLOJİK VESAYET

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Vesayet; iradesi yok sayılana, neye bağlı ve neye karşı olacağına karar verme rüşdüne sahip olamayana, korunmaya muhtaç olana vasi olma durumudur. Yâni sizin adınıza “birilerinin karar vermesi”, sizin irade ve rüşd’ünüzün birileri tarafından kullanılması, irade devri ve tasarrufudur.
İnsanlar üzerinde vesayet söz konusu olduğu gibi, şehirler üzerinde de vesayet söz konusu olabilir.  Özellikle şahsiyetli, genleri bozulmamış ‘her an yeni doğan’ şehirler, tarih boyunca ‘birilerinin’ endişe kaynağı olmuştur. Şehirleri bu yönde birilerinin ‘endişe kaynağı’ haline getiren asıl sebep; şehrin manâsı, değer üretme kapasitesi ve şahsiyetiyle öne çıkmış ‘adanmış insanları’dır.

Trabzon da bu anlamda tarihsel arka plânı, birikim ve muhtevasıyla dikkat çeken bir şehirdir. Özellikle siyaset, tarih, kültür, sanat, vb. alanlarındaki şahsiyetleriyle tarihî sürekliliğini korumuş ve özgünlüğünü yeni zamanlara taşımıştır.
Trabzon’un Osmanlı’nın ‘klâsik çağı’ veya ‘kemâl çağı’olarak nitelendirilen XV. ve XVI. yüzyıllarda fethedilişiyle birlikte imar, inşa ve ihya hareketlerinin hızlanışı şehrin o dönemde de önemli olduğunu ortaya koyuyor. Trabzon yabancılaşma ve batılılaşma çığırının belirgin bir şekilde ortaya çıktığı Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde de ilgi odağı olmasının yanı sıra, daha sonra özellikle İttihat ve Terakki’nin ipleri ele geçirdiği yıllarda da ittihatçıların en güçlü ve etkili olduğu şehirlerden birisidir.

Öyle ki Cumhuriyet’le birlikte, özellikle yeni siyasî rejimin ‘ne pahasına olursa olsun’ yerleştirilme operasyonlarında da şehir olarak sesini yükseltmiş, duruşunu göstermiştir. Burada aklımıza hemen Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey gelir. Ali Şükrü Bey’in şahsında Trabzon’un taşıdığı mana ve önem Cumhuriyet kurucularını tedirgin etmekle kalmamış, batılılaşma ve kendinden uzaklaşma, yabancılaşma ve ‘yeni bir zihin inşa etme’ projelerine Ali Şükrü Bey’i en büyük engel görmüşler ve onu son derece trajik ve alçakça bir tertiple  bedenini ortadan kaldırmakla susturabilmişlerdir.
İşte, yakın siyasî tarihimizde Trabzon ve Ali Şükrü Bey, yabancılaşmaya karşı muhalif kimlikleriyle insan ve şehirlerin “vesayet altına alınamazlığı”na veya vesayete karşı direnmeye en önemli misaldir. Bu anlamda Uğur Mumcu’nun “Kazım Karabekir Anlatıyor” isimli kitabındaki olaylar dikkat çekicidir. Mumcu,  “14 Ocak 1923 günü M. Kemal, Karabekir ve Fevzi Paşa ile trenle İzmir’e gider. Gazi o gün çok öfkelidir. Öfkesinin nedeni de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in çıkaracağı gazete için Ankara’ya matbaa makinası getirmesidir” tespitinden sonra Kazım Karabekir’in ağzından şunları naklediyor:

“Gazi pek asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, ‘Ankara’ya matbaa makinası getirmiş… Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz’ diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi, veriştirdi. Ve ‘yakın, yıkın’ diye çıkıştı. Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.”

Sadece bu belgesel olay bile Trabzon’un ve Ali Şükrü Bey’in şahsiyeti ile karşısındakilerin tedirginliklerini anlatmaya yeter.

Trabzon’u vesayet altına alma operasyonları Ali Şükrü Bey’le sınırlı değil tabii. Ali Şükrü Bey yakın siyasi tarihimizin en önemli remz şahsiyeti, sembol kişiliği…

Mustafa Suphi’nin, Ali Şükrü Bey’in şehid edilmesinden yaklaşık iki yıl önce Bakü’den Erzurum yoluyla Trabzon’a gelmesi ve 28 Ocak 1921’de Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kaptan ve çetesi tarafından Sürmene açıklarında arkadaşlarıyla birlikte öldürülmesi, daha sonra cinayeti işleyen Yahya Kaptan’ın bu olayın ‘planlayıcılar’ının emriyle öldürtülmesi de Trabzon üzerinde yürütülen ideolojik vesayet operasyonlarının çarpıcı yansımalarından biridir.

İlginçtir ki; Trabzon üzerindeki ideolojik vesayet operasyonlarında Mustafa Suphi gibi Türk solunun referanslarından birisi Kemalist rejimce katlettirilmesine rağmen, devam eden çizgide bugünkü sol ve kemalist kitle gen müşterekliği tesis ederek yeni bir akrabalık biçimi ortaya koyuyor. Bu çelişkinin sebebi ile birlikteliklerinin anlamı ve kaynağı; karşı oldukları ruh ve değerlerdir!

Trabzon üzerindeki ideolojik vesayet 1930’lı yıllarda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer’in İmaret Külliyesi’nin önemli bir kısmını yıktırıp bugünkü Atapark’a dönüştürerek devam eder. Daha sonra 1940’lı yıllarda İsmet İnönü dönemi CHP’sinin uygulamaları da Trabzon üzerindeki vesayetinin ceberut bir biçimde devamıdır.

Bugün görüyor ve anlıyoruz ki, onları aynı potada eriten, varoluş mücadelelerinin son yıllarda giderek artan bir şekilde aynı çizgiye doğru ilerlemesi, mustarip oldukları çevrelerin ortak özelliğinin ise İslami referansları ön plandaki çevreler olmasından başka bir şey değil. Belki de onları bir arada gösteren şey siyaset üzerinde her zaman dolaşan “ecinnilerin” kurgusal aklıdır.

Yakın tarih olayları da gösteriyor ki; Trabzon her dönem birilerinin “test laboratuvarı” olarak kullanılmış ve buradan çıkacak sonuçlar genel siyasî politikaların belirlenmesinde etkili olmuştur.

Ki yakın zamanda ve halen de Trabzon üzerinde koparılan “Trabzon elden gidiyor, işgal ediliyor” şeklindeki “Pontus paranoyaları” da, Trabzon’u vesayet altına alma operasyonlarının psikolojik boyutunun bir parçasıdır.

Yine Hrant Dink cinayeti üzerinden Trabzon üzerinde güçlü bir psikolojik savaş yürütülmüş, derin devletin arenelarından biri haline getirilmek istenen şehrin Müslüman kimliğine siyasi bir cinayetin kan izleri bulaştırılmaya çalışılmıştır.

Yani vesayet rejimi, ittihatçı gelenekle birlikte, Trabzon üzerinde bir “kontrollü gerginlik” stratejisi sürdüregelmiştir.

Bugüne geliyoruz…

Bugün, bütünüyle olmasa da, Trabzon’un üzerine çökmüş, kendilerini şehrin “emval ve erzak sahibi” gören bir ideolojik vesayet güruhu var. Özellikle sol-kemalist karışımı bu vesayet makamındakiler uzun süredir Trabzon’u ‘kendisinin malı’ gören, Trabzon’u manevi değerlerinden, geçmişinden, inançlarından arındırılması gereken bir tasavvur olarak ifade eden ve bir başka deyişle bütün bu unsurları halkbilimsel bir olgu, ruhu kaybolmuş  bir obje, nesne, emtia gibi algılayan bir anlayışa sahip…  Modern zamanların ‘arkeolojik malzemesi’ olan fikir, kavram ve muhtevasıyla suyun kıyısına atılmış bu anlayış, ‘küllerinden yeniden doğmak’ için çırpınıp duruyor.

Bunların idrakleri vesayet altında olduğu için karşılarındaki herkesin ve bütün bir şehrin de mutlaka vesayet altına alınması gerektiğine şartlanmışlardır.
Trabzon üzerinde ideolojik vesayet kurmak isteyenlerin zaman zaman yükselen histerik çığlıkları, vesayet makamlarının ellerinden alınmaması için her an teyakkuz halindedir.

·       Bunlar, nesli tükenmeye yüz tutsa da daima reenkarne olabilen kimi kerameti kendilerinden menkul şehir sanatçıları, kültür adamları, kendilerini sanatçı, kültür adamı “nasb” eden, duyargaları dumura uğramış bir “cemaat”tir!

·       Bunlar, 1930’ların Halkevi zihniyetinin günümüzdeki arkaik-müzelik uzantıları olan sol-kemalist aydınlar olarak boy gösterenlerdir!

·       Bunlar, ülke gündemini belirlediklerini zanneden, megalomanlıkları boylarını/çaplarını aşmış “taşra sendromu”na yakalanmış bazı yerel gazetecilerdir, yazarlardır.

·       Bunlar, şehrin futbol takımını ticarî rantlarının malzemesi yapmış kimi işadamlarıdır.

·       Bunlar,  binbir suratlı, her deliğin başında pay umma kaygısıyla bekleşen şehir hegemonlarıdır.

·       Bunlar, kendileri futbol takımının başında iken siyasî mesaj vererek siyasetle sarmaş dolaş olmuşken; tahtlarını kaybedince “spora siyaset bulaştı, spor siyasete kurban ediliyor” yaygarası basanlardır.

·       Bunlar, ideolojik şartlanmışlık gözlükleriyle baktıkları Trabzon’da bugünü ve yarını kuşatıcı hiçbir manevi kimlik ve değer göremezler!

·       Bunlar için şehrin değerleri ve insanlarının inançları önemli değildir. Hatta zaman zaman bilinçaltı kaçırmaları şeklinde o değerleri tahkir etmekten de vazgeçmezler.

·       Bunlar için kendi ideolojik referansları ‘kutsal’, şehrin anlam ve değer dünyası ise önemsiz ve gereksizdir.

·       Onlar için İslam ‘ontolojik’ değil, etnografik bir malzemeden ibarettir.

·       Bunlar, büyük şehirlerde oluşturdukları ‘diaspora’ ile şehrin rantından pay kapmaya çalışan kimi vakıf, dernek ve örgütlerdir…

·       Bunlar, koskoca Trabzon’u Trabzon dışında temsil edecek bir organizasyon düşünüldüğünde ilk akla gelen ve her türlü arazi şartlarına uyum ve kıvrılma kabiliyeti olan ihalecilerdir.

·       Bunlar, Trabzon Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesine tahammül edemezler! Bunlar için Ayasofya ancak “müze ve kilise” olarak kalırsa bir değeri ve anlamı vardır.

·       Bunlar için Trabzon’un ahalisi tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’da Ulus semtine sokulmayan, kendilerinden tiksinilen ‘köylüler’dir.

·       Bunlar, rengi ne olursa olsun her zaman ‘çıkarları’ için siyasi iktidarlarla dirsek temaslarını yitirmek istemeyenlerdir. 

·       Bunlar, coğrafyanın manevi iklimine tahammül edemeyenler, ekranlarda, sahnelerde ‘rantını yedikleri” şehrin insanlarını tahkir eden sanatçı artıklarıdır.

·       Bunlar, kendilerini “şehrin sahibi” zanneden evhamlılardır!

·       Bunlar, söylemlerinin aksine kendi gibi düşünmeyenlere, “farklılık”lara tahammül edemezler! Çünkü aslında “kendi”leri de olmadıkları için başkalarını anlayamazlar!

·       Bunlar, ideolojik kaymanın etkesiyle  ile birlikte psikolojik kaymaya da maruz kaldıkları için önlerindeki büyük şehri doğru okuyamaz, doğru göremezler.

Evet… Trabzon’da bir vesayet rejimi var. Mustafa Suphi’den, Yahya Kâhya’dan, İttihatçılıktan bu tarafa. Günümüzde vesayet rejimi işte bu muhtevadaki “el”lerle sürdürülmek isteniyor. Ne yazık ki bu “vesayet rejimi”ne karşı hiçbir tepki yok! Tepki olmayınca boşluğu bunlar doldurmaya çalışıyor ve şehir bizden sorulur” korosunu her makamda icra ediyorlar!
Trabzon nasıl oldu da bu vesayet rejiminin ağına düştü?

Trabzon bütün ihraç malları (kültür, sanat, mimari, vs.) ıskartaya çıkmış bu sol-kemalistlerden mi ibarettir?
Peki, bu “vesayetçi”lerin değirmenine su taşıyan,  şehrin değerlerini öğütmelerine destek veren, yerine göre suyun her yakasını dolaşan, ama siyasî konjonktüre göre “bu yakası”nda görünmeyi de ihmal etmeyen siyasîlere, iş adamlarına, akademisyenlere, bürokratlara vs. ne demeli?

Trabzonluyum diye geçinen, büyükşehirlerde ihale ve ek gösterge kovalayan lobileri oluşturan, hamaset katsayısı yüksek güya “milli hassasiyet” iddialıların, şehre dair bu muhteşem suskunlukları neden?
Trabzon; Olimpos’un artık kadük olmuş, ipliği pazara çıkarılmış, sönmüş “aydınlanma meşalesi”ni yaklaşık bir asırdır burada yakmaya çalışan bu vesayetçilere bırakalamayacak kadar önemli, sahiplenilmesi gereken bir şehirdir!

Trabzon’un tarihsel gerçekliği şehrin bunlara “bırakılamayacak kadar”  önemli olduğuna vurgu yapıyor, ancak kendisinin “farkına varanlar”, sahip çıkanlar olmak şartıyla!
Trabzon bütün yönleriyle sol-kemalist vesayet rejiminden kurtulmadıkça kendini bulamayacak, rüşdüne kavuşamayacaktır!

Bir kabus gibi tüm şehrin üzerini kaplamış, ölümsüz mitolojik dalgalar şeklinde şehri kuşatmış bu ideolojik vesayetin hâlâ farkına varamayanlar için vâsilik vazgeçilemez, devredilemez bir yönetim biçimidir!
Cemil Meriç, ‘ideolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir’ der. Birileri on yıllardır Trabzon’un idrakine deli gömleği giydirmeye çalışıyor ve biz hâlâ bunun yeterince farkında bile değiliz. Trabzon başına geçirilen bu çuvalı ne zaman fark edecek; bu mugalata erbabının ifrazatlarının bulaştığı vicdanını,  kültürünü, irfanını ve şehrin örselenmiş o güzel ruhunu ne zaman geri alacak bu ellerden?

Trabzon, kadîm tarihinde yüzyıllarca büyük bir medeniyetin ağırlığını üzerinde taşıdı. Bu medeniyetin idrak, inşa ve ihyası için kavga verdi. Peki, tarihsel damarlarını söküp yerine silikon kanallar açmaya çalışanları görecek, bünye ifrazatı veya artığı şeklinde atacak sterilizasyonu bugün de gösterebilecek mi?
Trabzon, kadîm tarihinde yüzyıllarca büyük bir medeniyetin ağırlığını üzerinde taşıdı. Bu medeniyetin idrak, inşa ve ihyası için kavga verdi. Peki, tarihsel damarlarını söküp yerine silikon kanallar açmaya çalışanları görecek ve bünyesini fuzuli işgal edenleri gerçekte ait oldukları yere gönderecek steril anlayışı ne zaman gösterecek? Bunu sabırla, ümitle beklemeye devam ediyoruz.

Trabzon kendini kemiren simbiyotik ilişkilere dayalı bu organizasyonu ve oynanan oyunları nihayetinde görecek, algılayacak ve kendi varoluş çizgisinin belirlediği ufuklara kanat çırpacaktır.
Her şeye rağmen Trabzon’un irfan ve idrakinin bunları bünye ifrazatı şeklinde atacak steril yapıda olduğuna inanıyoruz.