31 Aralık 2013 Salı

“DEVLET ŞEHİRCİLİĞİ” VE ŞEHRİN REENKARNASYONA UĞRAMASI

Yahya Düzenli

“Devlet Şehirciliği”; steplerde sahip olduğu alışkanlıklarını gittiği yere taşıyan, göçebe bir kültürden gelip yerleşik düzene kavuşsa, ayakları yerleşik olsa da kafası hâlâ göçebe, bir zihniyetin tezahürü… Önüne gelene hâkim olma, dönüştürme vehmiyle kudret gösterisinde bulunma…

“Reenkarnasyon”; yeniden bedenlenme, tekrar vücut bulma, ete bürünme. Diğer bir karşılığı da ruhun tekâmülü için “ruh göçü”. İslâm’da bu inanç küfürdür. Ancak, bu sapkın inanış, bana şehirlerimizin bugün büründüğü hali hatırlattı.

Önce “Kentsel Dönüşüm”, şimdilerde “Kentsel Yenileme” olarak sunulan şehir yıkımları bir nebze reenkarnasyonu andırıyor. Tersine bir tekâmül… Öyle bir reenkarnasyon ki; şehirlerimizin coğrafyasına saldırarak, üzerinde var olan son şehir kalıntılarını da yok edip, yerine ‘reenkarne’ ettikleri tabutluklar… Başka bir şey dememek için “insan barınağı” diyebileceğimiz türden mekânlar… Eski şehrin can çekişmesini seyredip adeta ‘niçin ölmüyor’ dercesine ona indirilen son darbe ile katledilip yerine dikilen “TOKİ siloları”yla varlığı devam ettirilen şehirler…  

Yazımızın başlığındaki “Devlet Şehirciliği” kavramı batılı bir felsefeci’nin  (H. Lefebre) sanki bizi (TOKİ’yi) tarif ediyorcasına kullandığı bir kavram. Felsefeci, bu kavramın işaret ettiği şehirciliği “empoze edilen düzenin altındaki tam bir kaostur” şeklinde ifade ediyor.  

Aynı felsefeci, “kentsel dönüşüm” veya “kentsel yenileme” adıyla güya şehirlerimizi ‘yaşanılır’ hale getirme iddiasındaki TOKİ ve şehircilik uygulamalarını hatırlatırcasına devam ediyor: “Şehirci bazen kendisini bir toplumsal hastalığı, patolojik bir mekanı tedavi ediyor ve iyileştiriyor gibi düşünür. Ona göre, önce kullanılabilir bir boşluk gibi soyut olarak düşünülen, daha sonra da kısmi içeriklere bölünen mekân hastalıkları vardır. Mekân hastadır ve sağlığını ona geri vermek için onunla ilgilenmek gerekir. Şehircilik yanılsamasının sonu, sayıklama halidir. Mekân ve mekân düşüncesi, düşünen kişiyi ölümcül bir yola götürür. Kişiyi şizofrenleştirir ve aslında kendi hastalığını, mekân hastalığını, zihinsel sersemlemesini ortaya koyar…”

Şehirlerimiz işte böylesi bir patolojik reenkarnasyonla yüz yüzedir. Buna aldırış eden kimse yok. Ne siyasiler, ne yerel yönetimler, ne mimar odaları, ne üniversitelerin mimarlık bölümü hocaları, ne de ilgili STÖ’ler... Hiç kimse… Herkes böyle bir “felix culpa: mesut cinayet”e ortak olmuş durumda.

Şehirlerimizin bu patolojik reenkarnasyonu hızla devam ediyor. Özellikle büyük metropollerden başlanarak girişilen bu seferberliğe getirilen itirazlar da “gecekondulardan temizlenen kentlerdeki yıkıntıları savunma” refleksi olarak görülüyor.

Öyle ya, şehrin tekâmülüne birkaç yüz yıl yetmez. Yeniden bedenlenmesi, ruhunun göçüp tekrar dünyaya gelmesi ve “TOKİ” adıyla şehirlikten çıkmış, başkalaşmış mekânlarla varlığını sürdürmesi gerekir.

2000’li yıllardan sonra olağanüstü bir hızla ve “güç zehirlenmesi”yle önü alınamaz hale gelen ‘kentsel yıkım’lar, ‘bize mahsus’ devlet şehirciliğinin emsalsiz numuneleri olarak şehir ve mimarî tarihimizde yerini alacaktır.

Evet, şehirlerimizin yatağı kaydı, hatta kayboldu.

Şehre bir şeyler oluyor…
Şehre çok şeyler oluyor…
Şehre çok şeyler oldu…

Şehre bir şeyler olduğunun “fark”ına varılamayınca bu süreç, bir volkandan sızan lâvların önce önemsiz zannedilmesi, sonra eteğindeki şehre doğru kalın damarlar halinde akması, daha sonra şehre yayılması ve nihayetinde şehri yutması şeklinde tezahür ediyor. Adeta kanserojen bir etki gibi bünyeyi istilâ ediyor ve şehir yok oluyor…

Üstelik şehirlerimiz mutasyona uğramış gibi, üzerine gelen lâvlarla değil de, kendisinden koparılan parçaların yeni şekiller almasıyla yok oluyor…

Öyle müthiş telkin altındayız ki; yok olana ağlamaktan geçtik,  reenkarne edilenlere inanacak hale getirildik. Bu hal insan ve şehrin helâkinden bir tezahür olsa gerek…

Gelelim, şehirlerimizin helâkinde önemli payı olan bir eski Bakana …
 
Geleceğin şehir tarihçilerinin “TOKİ Cinayetleri” veya “TOKİ Tabutlukları” başlığıyla ele alacaklarını düşündüğüm şehir yıkımlarının faillerinden birisi daha (Çevre ve Şehircilik Bakanı) hesabını vermeden çekip gitti. Uzun süre devletin “konut aygıtı TOKİ”nin başında bulunmuş ve yaptıkları tabutlukları “100 bin nüfuslu 23 şehir” olarak ilân etmiş bir Bakan, ne yazık ki hem TOKİ’de, hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda (ölmemek için son çırpınışlarını yaşayan) şehirlerimizin genlerini nasıl bozduğunun, bugünü ve yarınına nasıl bir hançer sapladığının hesabını vermeden, hesap sorulamadan gitti. Tabii bir zamanlar içerisinde bulunduğu siyasal iktidarın açtığı yolda. O, açılan yolda sadece önemli bir aktör, etkin bir fail idi.

Konumuz şehir, mimarî, medeniyet, gibi ontolojik idrak isteyen meseleleri yabancı bir galaksiden gelmiş gibi algılayan, şehri “yüksek fiyatlı arsa” olarak gören “emlakçi zihniyetliler” veya arsacı fail”ler, yahut da eski bakanlar değil, işin felsefesi…  Ancak, tüm şehirlerimiz medeniyet idrak ve tasavvurundan yoksun, bunları duyunca yüzüne sigara dumanı üflenmiş kediler gibi tiksinip kaçan “kifayetsiz muhteris”lere teslim edilirse bu halin sonu da helâkten başka bir şey olmayacaktır.

Yaşadıklarımız bize gösterdi ki, her öne gelen kalastan, keresteden siyasî ve şehir yöneticisi olamayacağı gibi, şehir dönüşümleri, yenilemeleri gibi cinayetlerden de şehirler âbâd olmaz. Şehri reenkarne olmaya zorlayan ve gen tahribinden başka bir işe yaramayan bu şehir katliamlarından vazgeçmenin zamanı gelmedi mi?

Ülkenin Çevre ve Şehircilik işlerinden sorumlu hazır yeni bir bakan göreve gelmişken, yepyeni bir anlayışla, yepyeni bir sayfa açmanın zamanı değil mi?


Temenni ediyoruz ama asla umutlu değiliz! Çünkü idrak yolları iltihaplı, şehir ve medeniyet damarları tıkalı olanların öncelikle “hasta oldukları”nın farkına varmaları gerekiyor. Görülen o ki “güç vehmi” böyle bir genetik hastalığı göremeyecek durumda…

23 Aralık 2013 Pazartesi

"İnsan ve Şehir" sembolizmine dair önemli bir eser: NEFSİN ŞEHİRLERİ...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Ârifler ve mutasavvıfların insanı ve onun fiillerini derinliğine anlatırken kullandıkları en önemli metafor “şehir”dir. Özellikle insanın “ben idraki”nden tutunuz da varlık, nefs, fena, bekâ gibi temel nitelemelerde insan bir sembol olarak şehre benzetilir.

Bu anlamda ilk hatırımıza gelenler…

·         Hacı Bayram Veli’nin “Nâgehan ol şara vardum. Ol şarı yapılur gördüm. Ben dahi bile yapıldum. Taş u toprak aresinde” dediği,
·         Yunus Emre’nin “Kasdım budur şehre varam; Feryad ü figan koparam”dediği,
·         Niyazi Mısri’nin “Var ol hakikat şehrine er anda hakikat sırrına”  dediği,

Mısralarda söz konusu olan “şehir” insanın yeryüzü yolculuğundaki son durağı olan “hakikat” mekânıdır. Ariflerin bu sembolizmi bizi “insan ve şehir”in hakikatine çağırıyor.

Bu çağrışımlara sebep olan önemli bir kitap geçtiğimiz ay (Kasım 2013) ehl-i irfan ve erbab-ı hüner dostumuz Yusuf Turan Günaydın’ın nefis sadeleştirmesi, transliterasyonu ve orijinal metni (tıpkıbasımı) bir arada “Nefsin Şehirleri” adıyla 1780 tarihli bir yazma nüshadan yayına hazırlanarak Büyüyen Ay yayınları tarafından yayınlandı. Orijinal ismi: Risale-i Mahbûb olan eser, XVIII. yy. mutasavvıflarından Muhammed Sâdık Erzincanî tarafından yazılmış küçük bir risale.

Risale sahibi Muhammed Sâdık, 1723’de Erzincan’da doğmuş, 1794’te İstanbul’da vefat etmiş mutasavvıf âriflerden.

Yusuf Turan Günaydın kitaba“Muhammed Sadık Erzincanî ve Eseri” ile ilgili uzunca bir giriş yazmış. Ayrıca “Tasavvufta Şehir Sembolizmi ve Nefsin Mertebeleri” konulu “kitaplık çapta” bir konuyu da Giriş’in sonunda özetlemiş.

Nefs tabakalarının her birini (Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne) “şehr” sembolüyle açıklayan Muhammed Sadık Efendi ve eserine ilişkin irfanî derinlik ve muhteva gerektiren bahislere girmeden Günaydın’dan kısa birkaç alıntıyla yetinelim:

“O, meseleyi daha anlaşılır ve görünür kılabilmek için, emmareden mutmainneye kadar olan yolculuğu bir seferde kat edilmiş gibi anlatmıştır. Elbette, Risâle-i Mahbûb’da anlatılan aşamalar gerçekte bir ömür boyu gayretle geçilebilecek bir süreçtir. Bunları daha iyi anlatabilmek için teşhis ve intak sanatına da başvurmuş, her nefis mertebesinde var olan akl-ı meâş, akl-ı meâd ve zor anlarda ortaya çıkan hidâyet gibi kavramları kişileştirmiştir. Nefsin mertebelerini de şehir nitelemesiyle anlatmıştır. Fakat bu halleri yazıyla anlatmak isteyen bir sûfî müellifin takip edeceği en güzel telif usulü, bütün bunları bir seferde oluyormuş gibi ve kişileştirerek anlatmaktır. Esasen Sadık Efendi’nin de vurguladığı gibi bu hâller ancak hâl ile kavranabilir; sözle aktarımı oldukça zordur.”

Günaydın devamla; “Şeyh Sâdık Efendi’nin emmâre, levvâme, mülhime ve mutmainne makamlarını iç içe birer şehre benzetmesi, yüzyıllardır süregelen bir eğitim usulünün yansımasıdır. Çünkü kendisinden önce yola girenler de aynı şehirlerde gezip dolaşmışlar, kendileri için takdir edildiği kadar bu şehirlerde konaklamışlar…..” diyerek insanın içine doğru derin yolculuğundaki “seyr ü şehir”e işaret ediyor.

Biz, eserin muhtevasına ve şerhine girmeden M. Sâdık Efendi’den kesitler ve Günaydın’ın sadeleştirmesinden alıntılarla devam edelim.

Muhammed Sadık Efendi, “Nefs-i Emmâre Şehri”ni şöyle niteliyor: “Ki sahrây-ı fenâda bir şehr-i azîme uğradım ki tûl ve arzını göz ihâta etmez. Ve ol şehrin binâsı Şeddâd ve mâlı hâl-ı Kârûn ve mahlûku bir mertebe kesrette ki hesâb olunmaz ve cümle ehâlisi mahlût-ı Arab ve Acem ve Türk ve Kürd ve Rûm-ı şûm u kefere bulunmuştur. Seyr ü temâşâ edip hayrette hayrân olup bir miktar onda ikâmet ettim.

Ol şehrin ortasında bir azîm şehirde kal’a vâki olmuş ki burc-ı bârûsu felek-i kamere berâber ve hâric-i surda vâki şehirde bir zulmet müşahede eyledim ki bir zulmete benzemez. Bildim ki bu şehirde tâ ezelden şems-i hakikatten bir şûle düşmemiş ve düşmez.

Ve bu şehrin ahalisinin gönülleri dâr-ı zulmet ve meşrebleri kilâb-âsâdır; bir lokma için birbirini yırtarlar. Ve az bahâne ile birbirlerine hırlarlar. Ve şehvet ü gazabları gâlib ve tabiat-ı nâriyyeleri ziyâde olmağla hemen birbirini katlederler…”

Sadeleştirmesini okuyoruz: “Yokluk çölünde bir büyük şehre uğradım ki enlem ve boylamına göz erişemez. Bu şehrin binaları Şeddâd isimli kralın kurduğu yüksek binalar gibidir; malları zenginliğiyle ünlü Kârûn’un ben’ine benzer ve içindeki canlılar öyle çok ki hesap olunamaz. Ahalisi Arap, Acem, Türk, Kürd, uğursuz Rum ve kâfirler hep bir aradadır. Seyredip hayrette hayran oldum ve bir miktar orada konakladım.

Şehrin ortasında oldukça büyük bir diğer şehrin kalesi vardı ki duvarları adeta aya yükseliyordu. Fakat sur dışında bulunan şehirde bir zulmet gözlemledim ki hiçbir zulmete benzemez. Bildim ki bu şehre ezelden beri hakikat güneşinden bir ışıltı bile düşmemiş ve düşmez.

Bu şehrin ahalisinin gönülleri karanlıklar yurdundandır ve yaratılışları köpek gibidir; bir lokma için birbirlerini yırtarlar. Azıcık bir bahaneyle birbirlerine hırlarlar. Şehvet ve öfkelerine yenilmişlerdir. Cehennemlik huyları/kızgın mizaçları baskın olduğu için hemen birbirlerini öldürürler…”

Muhammed Sadık Efendi, diğer nefs mertebelerinden Nefs-i Levvame ve Nefs-i Mülhime Şehri’ni de anlatır. 

“Mülhime Şehri”ni anlatırken der ki; “O şehrin ahâlisi gayet edîb ü zarîf çelebi ve selîmü’t-tab’ ve mükrim ü sahî ve gayet mahabbet-i fukarâ ve zuafâ ve meclisleri tayyib ü tâhir ve sohbetleri leziz ü latif ü zarîf, beynlerinde nizâ-ı kesîre yok, fitne ve fesâd u kibr ü gazab ve adâvet ü buhl ü hased, tama’u hısset, nifâk yok. A’lâ ve ednâsı birbirlerine tazîm ü tevkîr ve ihtirâm ve i’zâz u ikrâm ederler.”

 Yâni; “O şehrin ahalisi oldukça edepli, zarif, çelebi, yumuşak huylu, ikramı seven, cömert, fakirleri ve zayıfları kollayan, meclisleri güzel ve temiz, sohbetleri tatlı, incelikli ve zarif, aralarında şamata-tartışma görülmeyen, fitne-fesat, büyüklenme, öfke, düşmanlık, cimrilik, tamah, çekememezlik, hasislik, ayrılıkçılık gibi huylardan arınmış kimselerdir. Büyüğü-küçüğü birbirlerine saygı, ululama ve ihtiram ile davranır, izzet ve ikram gösterirler…”

Risâle-i Mahbûb: Nefsin Şehirleri’nin şehir metaforuyla, insanın murakabe ve muhasebede seyr ve cehdini şehir metaforu ile anlatması bakımından tasavvuf ve edebiyat tarihimizde kelâm kudretinin âriflerin dilinde nerelere uzanabildiğine en güzel örneklerden.

Öncelikle eserin Erzurum’dan Kafkaslar’a, oradan -muhtemeldir ki Trabzon’a da uğrayarak- deniz yoluyla Balkanlar’a kadar birçok şehre uğrayarak uzun süre seyahat etmiş ve sonunda İstanbul’da karar kılmış bulunan müellifi Muhammed Sâdık Efendiye rahmet diliyoruz. (Trabzon Of’lu olan) Yusuf Turan Kardeşimi de bu nefis eser için, Büyüyen Ay yayınevini bütün eserler gibi bu eseri de alanında ‘şaheser’ niteliğinde yayınladığı için tebrik ediyor, bu tür eserlerin devamını bekliyoruz.

Yazımızı müellif M. Sâdık Efendi’nin okuyanlardan isteğiyle bitirelim: “Vefatımdan sonra âşıklar, sadıklar, irfan sahipleri, dost yüzünün talipleri, fenâ, kavuşma ve bekâ isteklileri baktıkça; bu Mahbûb Risâle’yi okudukça içinde derlenen kelimelerde fayda bulurlarsa bu fakirin ruhunu bir Fâtiha ile yâd buyursunlar…”




16 Aralık 2013 Pazartesi

“İNATÇI ŞEHİR” ve DÖNÜŞÜM BARBARLARI !

Yahya Düzenli

Başlık, büyük Rus romancısı Dostoyevski’ye ait. Kadîm bir dostum, onun “Yeraltından Notlar” kitabını okurken “inatçı şehir” deyimine rastlayınca bana hatırlattı. Ben de yıllar önce okuduğum kitaptaki bu önemli kavramı ancak şehir konusuna yoğunlaşınca yeniden anlamaya, yorumlamaya çalıştım. Dostoyevski, önemli ruh ve karakter tahlilleri yaptığı söz konusu eserinde “İnsana, gündelik hayatını sürdürmesi için gereken anlayışın yarısı, hatta dörtte biri dahi, yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri olan Petersburg’ta oturmak gibi katmerli bir felakete uğramış, talihsiz on dokuzuncu yüzyıl aydınımıza yeterdi. Öyle ya, şehirlerin de inatçı olanları ve olmayanları vardır.der. Dostoyevski, hayatının uzun bir dönemini geçirdiği ve son nefesini verdiği Petersburg’dan bahsederken “inatçı şehir” deyimini kullanarak, orada yaşamanın özellikle de o devir aydınında nasıl bir tesir meydana getirdiğine vurgu yapıyor.  

Acaba romancımız şehirle aydın arasında görünmeyen bir mücadeleye ve şehrin direnişine mi işaret ediyor? Eğer öyle ise, şehirle aydın niçin böyle bir mücadeleye giriyor?  Şehir mi aydına direniyor yoksa aydın mı şehri anlayamadığı için felâkete uğramış bir talihsizdir?

Dostoyevski Petersburg için “yeryüzünün en soyut, en inatçı şehri” derken şehrin sahip olması gereken karakterindeki önemli bir özelliğe vurgu yapıyor. Dostoyevski bu tespitiyle, kendi çağı ile hesaplaşan bir aydın-romancı olarak şehri ‘nasıl gördüğü’nü de belirtiyor. Tarihî silueti, kimliği ve mimari dokusu ve mekânlarıyla adeta “heykel şehir” olan Petersburg’tan tüten, yükselen ruh, bir aydının gözünde onun “tecrit edilmiş: soyut” yüzünü ortaya çıkarıyor. Şehrin bu yüzünü görmek için belki de Dostoyevski çapında bir edebiyat adamını veya onun şehre bakışını anlamış olmak gerekiyor.

Öyledir… Bütün sancılı fikir adamlarının şehirleriyle böylesine organik bir ilişkisi vardır. Sıradan kalabalıkların göremediği, anlayamadığı ve bürünemediği şehir ruhu onlara sinmiştir.

Dostoyevski, sanki günümüzün modern zaman şehirlerine, özellikle de ülkemiz şehirlerinin arabeskliği de aşan bozulmalarına, hatta katliamlarına değiniyor. Diyor ki: “… siz hiç hastalıklarıyla övünen, hele bunlarla gösteriş yapmaya kalkışan birini gördünüz mü?” Devam ediyor:  “…illetleriyle pekala övünüyorlar…”

Yaşadığımız şehre bakın. ‘Hastalıklarıyla övünen’ patolojik bir şehir haline getirilmedi mi? Özellikle de Kentsel Dönüşüm ve TOKİ’nin toplu tabutluklarıyla şehirlerimizin çirkinliği de aşan bir felâkete maruz bırakıldığını görebiliyor muyuz? Toptancı bir genellemeyle söyleyelim ki TOKİ’nin yaptıkları; tarih, medeniyet, şehir, idrak ve inşa derdi olmayan bir zihniyetin “illetleriyle öğünme”sidir. Şehirlerimizin tarihî müktesebatı ve mimarî stoku halen günümüze taşınabilir/tartışılabilir potansiyel bir birikim olarak varlığını sürdürmesine rağmen bunu göremeyen ve kötü bir intihalle, hâlâ 19. Yüzyılın sanayi devrimiyle şehirlere yığılan ‘insan barınakları’nı örnek alan ‘gökdelen zihniyeti’ TOKİ’nin yegâne modelidir.

“İlletleriyle/hastalıklarıyla öğünen” şehir modeli sadece bize mahsus bir garabet ve trajedi haline geldi.

Buna rağmen bazı şehirlerimiz TOKİ’ye ve onun uygulamalarına teslim olmuş bir bitkinlikle yaşarken diğer bazı şehirlerimiz inatla varlığını sürdürmeye çalışıyor. Teslim olan şehirle inatçı şehir arasındaki fark; şahsiyetle şahsiyetsizlik arasındaki farktır.

İçinde yaşadığımız şehir, tarihinden ve coğrafyasından aldığı güçle ve tarihinin coğrafyasına inşa ettiği ruhla kendisine savaş açanlara, katletmeye çalışanlara karşı direniyor. Öyle ki tarihî süreçte üzerinde yaşayan insanların karakteri gibi baskın bir “inatçı” kişilikle tebarüz ediyor. İnatçı karakterini binyıllar boyunca tahkim ederek sürdüren şehir, direniyor gözükse de ne yazık ki bugün üzerinde inşa edildiği coğrafyasıyla da refleks gösteremiyor, inat edemiyor.

Buradaki inat; kendisine savaş açanlara başta coğrafyası olmak üzere tabii reflekslerini göstermesidir.

Belki de Trabzon’un  4 bin yıl öncesinde inşa edicileri, kendisine savaş açanlara karşı direnebilmesi için şehri böylesine muhteşem bir coğrafya üzerinde inşa ettiler. Dört bin yıldır tarihin hiçbir döneminde görülmeyen saldırılar, yıkımlar günümüzde, bu dönemde kendisine uygulanıyor. Ancak o gene de direnmeye devam ediyor.

Ancak, nereye kadar inat edecek? Nereye kadar direnebilir ki?

Şehir, binyıllar boyunca barbarların denizden ve karadan saldırılarına, istilâlarına karşı kendisini savundu ama günümüzün (bu sefer kendi içinden gelen) “dönüşüm” etiketli “şehir barbarları”na direnemiyor, inatçılığını ortaya koyamıyor.

Nasıl koysun ki? Her tarafı kuşatılmış, savunma mekanizmaları çökertilmiş durumda. “Yeniden diriltme” adına üzerine üşüşenler ‘yerli görünümlü’ barbarlar.  Bu barbarlar, adeta susuzluktan ölmek üzere olan bir insana su yerine içirilen zehir gibi “kentsel dönüşüm” adlı zehir kendisine içiriyor.

Çok mu nostaljik ve ütopik bakıyoruz şehrimize? Veya her yeniliğe karşı çıkan bir refleksle mi yaklaşıyoruz?

Ne adına yapılırsa yapılsın, özellikle son on yıllarda bütün şehirlerimize ve özellikle de yaşadığımız şehre yapılanlar “yenilik” değil “yenilgi”yi simgeliyor. Tarih önünde, coğrafya önünde, şehir ve medeniyet huzurunda bir yenilgi! Ancak bu yenilgiyi “zafer” diye ilân eden bir zihniyet var! Bu zihniyetin karar verici siyasî iradesi de ne yazık ki “şehri ihya etme” iddiasında!

Böyle olur! Şehrin sakinleri ve sahipleri tarih, şehir ve medeniyet hassaları felce uğramış, ayırt etme melekelerini kaybetmişlerse, şehir barbarlarını şehir ihyacıları olarak tazimle karşılar ve ağırlarlar. Halen işte bu trajik anestezi halini yaşıyoruz.

Bazı şeyleri o kadar kaybettik ki, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “yenisi ve aslı gelene kadar her şeye paydos!” deme zamanındayız! Ancak nasıl? Ne yeniyi, ne tarihî olanı ne de yarına taşınması gerekeni bilmiyoruz. Hafızamız silindi, idrakimizi kaybettik.

Şehirlerimiz/şehrimiz teslim mi olsun, inat mı etsin diye bir tercih hakkımız bile kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, şehriyle dertlenen irfan, idrak ve vicdan sahipleri için artık “direne direne mahkûm olmak”tan başka bir tercih hakkı da kalmadı!

Duamız: Allahım! İdrakimizi, irfanımızı ve can çekişen şehirlerimizi ‘dönüşüm barbarları’ndan koru!


9 Aralık 2013 Pazartesi

HAYRET! TRABZON HALKI “KUTSAL AKYAZI OLİMPOSU”NA İLGİ GÖSTERMEDİ!

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Kıyamet alâmetleri gibi ani yaşanan değişimlere ilişkin söylenen klasik cümledir: “Bir haber okudum, hayatım değişti!” Bu hafta ne yazayım diye düşünürken birden gözüme ilişen bir haber başlığı dikkatimi çekti. Ben de şöyle diyeyim bari: “Bir haber okudum idrakim dondu!” Öyle bir haber ki, bütün bir şehrin ‘varoluş nedeni’ni ortadan kaldıracak, yâni, şehri boşluğa düşürecek türden bir haber…

Bu haber niçin önemli? Şunun için: Modern zaman şehirlerine musallat virüslerin en yaygını olan futbol, bütün şehirlerimizden çok daha fazla Trabzon’da hastalığın ‘metastas’ yaptığı bir hal aldı. Bu virüsün bütün organlarını sardığı kadîm medeniyet şehri, kendisini sağlıklı zannediyor ve enerjisini “stadiumus”ta depoluyor. Böylesine, tedavi kabul etmez bir bağımlılıkla futbola kilitlenmiş bir şehir halkı, Trabzon Akyazı’da yıllardır süren hazırlıklar sonucu deniz doldurularak inşa edilen 40 bin kişilik yeni “OLİMPOS”una kavuşacağı günü bekliyordu. Başbakan AKYAZI OLİMPOSU’nun temelini atmak üzere Trabzon’a geldi, fakat nedendir bilinmez, halk açılışa rağbet etmedi ve Başbakan’ı mahcup etti. (!) Her hafta Avni Aker Stadiumus’unu dolduran şehre “KUTSAL BİR ANIT YAPI” olarak sunulan, neredeyse tüm şehir halkını kutsayacak olan Akyazı Olimpos’unun açılış törenine ilgi göstermedi.

Bu haberi söz konusu ederek, ironiyle karışık bir gerçeklik olarak birkaç cümle edelim. Uzun süredir şehirle ilgili yazdığımızdan, şehre dair “menhiyat ve seyyiat”lara da arada bir vurgu yapmamız gerekiyor.

Hayret ve dehşetteyiz!

Eyvah! Varoluşu bütünüyle ‘futbola indirgenmiş ve endekslenmiş’ bir şehrin yatağı mı kayıyor yoksa?

Böyle bir şey nasıl olur? Bu, cumhuriyetle birlikte tarihî hafızası silinme sürecine girmiş kadîm bir medeniyet şehrinin intihar teşebbüsü demek! Trabzon gibi, giderek ruhunu kaybeden ve ‘protez bir ruh’la (!) yaşamaya çalışan bir şehir için önemli bir travma.

Böyle bir şey olabilir mi? Aklımız almıyor. Eski bir yazımda söylediğim gibi; ‘kaslarından beslenen bir şehir’ için böyle bir şey yeni varlık nedenine de ihanet demek!

(Sözümüzün burasında, duyduğumuza göre “Trabzonspor’un son zamanlarda kendi sahasında oynadığı maçlara taraftarın ilgisizliği ve tribünlerin boşluğu” bariz bir şekilde ortaya çıkmış. Bu önemli bir ahir zaman alâmetidir! Bir şehrin kıyameti (!) böyle başlıyor demek ki…)

Ayıp değil mi? Antik Olimpos’tan sonra olimpiyat ateşini Trabzon’da tekrar yakacak olan 40 bin kişilik AKYAZI OLİMPOSU’nun temel atma töreninde Başbakan’a bu yapılır mı?

Böylesine kutsal bir sunak için Trabzon’a getirilen Başbakan yalnız bırakılır mı?

“Olimpia kenti” çok ayıp etti! Öyle zannediyorum ki Başbakan Olimpus için bir daha gelmez! Gelse de bu ‘karşılama travması’nı unutmaz herhalde.

İşin bir tuhaf, trajik ve tezatlı tarafı da şu ki; Başbakan Trabzon’a geliyor ve halka konuşma yapıyor. Konuşmasında gençlere “Sizden rica ediyorum, gidin Trabzonlu Ali Şükrü Bey’in hayatını okuyun” diye önemli bir mesaj veriyor. Trabzon’un bu şehid-i muazzez şahsiyetine yaptığı vurguyu önemsiyoruz. Ancak, lafta kalmamak şartıyla. Çünkü bu muazzez şehid’in şehid ediliş yıldönümlerinde bile tüm şehir halkıyla birlikte Trabzon’lu Bakanlar, Milletvekilleri, Valilik, Belediye, Odalar, Üniversite, STÖ’ler ve diğer kuruluşların nasıl sessizliğe büründüklerini, korku yuvalarına çekildiklerini biliyoruz.

Başbakan bir taraftan gençlere “Ali Şükrü Bey’in hayatını okuyun” derken, diğer taraftan O’nun davasına tam zıt bir yönlendirme ile bu kez “Akyazı Stadyumunun gençler için ne kadar önemli olduğu”na vurgu yapıyor.

Böylesine bir tezad herhalde “bize mahsus” bir diyalektik olsa gerek!

Trabzon halkı Akyazı Stadyumu’nun açılış törenine itibar etmeyince tabii Başbakandan önce Ak Parti yönetiminin kimyası bozuldu. Panik halinde Başbakan’a yapılan bu büyük “ayıp”ın hemen suçluları aranmaya başladı.

Vah vah! O Başbakan ki; Trabzon’a 40 bin kişilik Olimpus’u kazandıracaktı !

Ayıp ettin be Trabzon!
Kutsal gazabı hakettin be Trabzon!

 ·        Sen ki; rüyalarında uçtuğun, hayallerini süsleyen “11 şehir azizi”nin yeni olimpos’una karşı bu saygısızlığı nasıl yaparsın?

·        Sen ki; en kutsal uğraş olarak “meşin top”un peşinden 7X24 koşarsın, bu sana yakışır mı?!

·        Sen ki ‘kutsal renk’lerin olan denizin mavisiyle toprağın bordosunu yeni olimposlara taşımak iddiasındasın, bu sana yakışır mı?!

 O Başbakan ki Trabzon’a Avrupa Gençlik Olimpiyatları için yarım katrilyona yaklaşan (bugün çürümeye terkedilen) spor yatırımları yaptı.

Ve tam bir teatral komedi diyalogları yaşanmaya başladı. “Akyazı neden dolmadı” diye Ak Parti Trabzonspor’u ve Valiliği, Trabzonspor da Ak Parti’yi suçladı. Suçlama nedeni: Açılışın sorumlusu Trabzonspor’du, organizasyonu o yapmalıydı.

Biz her üç kurumun da (Valilik, Ak Parti, Trabzonspor) MASUM olduğunu düşünüyoruz.

Niçin mi?

KUTSAL AKYAZI OLİMPOSU’nun heyecanı ve büyüsü öylesine sarmış ki tüm şehir halkını, neredeyse Başbakan’dan başka her şeyi unutmuşlar.

Şehrin kimliğinin, şahsiyetinin, ruhunun tedricî bir biçimde yok edilmesi, katledilmesi karşısında hiçbir tepki vermeyen iktidar partisi, Valilik, Belediye, ve diğer kuruluşlar, ciğerlerine hançer saplanmış gibi, söz konusu “futbol” ve Akyazı Olimpos’u olunca feryâd ediyor, Başbakan’a yapılan bu “ayıp”ın suçlusunu arıyorlar! Bu korkuyla “Acaba biz de mi suçluyuz?” diye suçluluk kompleksine kapılacaktık ki, Trabzon’un Hatun milletvekili bütün bunlara rağmen Başbakan’ın “gene de Trabzon’dan moralli ayrıldığı”nı söyleyince rahatlıyoruz (!)

Suçlu aramalarına gerek yok. Olsa olsa mitolojideki hırs ve güç sembolü Denizler Tanrısı Poseidon, kendinden çalınan mekânın doldurulup yeni “şehir olimposu” yapılmasına öfkelenmiştir! Bu Poseidon’un gazabı olsa gerek.

Ancak Trabzon şöyle bir tezadı da yaşıyor: Bir taraftan Akyazı Stadiumus’unun açılışına ilgi göstermezken, diğer taraftan yapılan bir araştırmada “Trabzon’da Akyazı Stadyumu’nun Lojistik ve Yeni bir Üniversite’den daha önemli olduğu” yönünde eğilim gösteriyor.

Trabzon’da Ali Şükrü Beyi hatırlayan ve gençlere hayatını okumalarını tavsiye eden Başbakan’ın Akyazı Stadyumu açılış törenine ilgi göstermeyen Trabzon halkını, belki de tebrik etmesi gerekir.

Trabzon, (gene bir yazımızda söylediğimiz gibi) bünyesini saran ‘futbol virüsü’ne karşı “kendisini karantinaya almadıkça” ne olduğunun, ne olması gerektiğinin farkına, idrakine varamayacaktır!

Avni Aker stadiumus’una, Akyazı Olimpos’una bakma Trabzon! Yolunu kaybedersin!
Tarihine, mümtaz şahsiyetlerine bak, kimliğine dön Trabzon! Yol katedersin!

2 Aralık 2013 Pazartesi

“BEN BU YURTLU DEGÜLEM, BUNDA DURUP NİDEREM”

 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Büyük ârif Yunus Emre, insanın mâsivâ ve mâvera önündeki tavrını öylesine kelama döker ki, kelimeler onun dilinde adeta ete kemiğe bürünür canlanır ve işiteni ürpertir, hayret ve dehşete düşürür. Onun için de kalbe bir ok gibi saplanır. Onun mısraları içerisinden aldığımız “berceste”lerden şehre dair birisini daha hatırladık ki mânasına ve derinliğine değme idrak ulaşamaz.

Diyor ki Yunus: “Ben bu yurtlu degülem, bunda durup niderem.”

Aslında insanoğlunun yeryüzü macerasının, varlık ve fânilik idrakinin ifadesi olan bu mısranın aynasında biz de yaşadığımız şehri seyretmeyi deneyelim. Göreceğimiz odur ki, insanın ait olduğunu zannettiği şehir ne kadar muhteşem ve ‘yaşanmaya değer’ olursa olsun, son tahlilde “ötelerden haberci” bir işaret taşıdığını farkederiz.

Yunus’un bu mısrası, insanın şehrine, şehrin de insana nasıl yabancılaştığına işaret eder. Bu mısrayı ‘yaşamalar alemi’ne indirgediğimizde; yaşadığı şehre bakıp da “ben bu şehirli değilim” diyebilmek, öncelikle “ben idraki”ne sahip olmayı ve “şehre ait olmadığı” bilincine götürür insanı.

Yunus’un mısrası bir karşılaşma, kendini ve şehrini farketme ve tanımaya götürüyor insanı. “Ben bu yurtlu degülem” diyebilmek için şehrin insana gösterdiği yüzünde bir tanınmamışlık, yabancılaşma ve başkalaşma olması gerekir.

Modern zamanlar hem insanı hem de insanı kuşatan eşya, mekân, olay, vs.. her şeyi vahşi, zehirleyici ve öldürücü birer araç haline getiriyor. Şehirlerimiz “imar, inşa, ihya…” iddialarına rağmen böylesine bir vahşetle insana, insan da şehre saldırıyor. İnsan ve şehir birbirini yok etmek için savaşıyor.

“Kentsel dönüşüm” kelime-i mukaddesi adına şehre giren her iş makinası ölüm kusuyor. Onu tanınmaz ve yaşanamaz hale getiriyor. Kaybettiği kimlik ve şahsiyetini yeniden ona idrak ettirmek için inşa etmek yerine, ondan adeta ‘intikam almak’ için vahşet sergiliyor.

Üzerine şehrin inşa edildiği coğrafya tahrip ve tağyir ediliyor, toprak bile zehirleniyor. Betonun ve demirin modern zaman şehirlerini göğe tırmanan muhteris ‘babil kuleleri’yle istilâ etmeleri, insanın ‘yaratılışa müdahale’ ve isyanının tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor.

Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever, bu noktada, şehir ve mimari bağlamında  modern zaman fetişlerine ilişkin şunları söylüyor: “Açıktır ki, modern çağ, kendi fetişizmlerinin (şirklerinin) bile bilincinde olmayan bir trajik bilinçsizlik çağıdır. Teknolojik, iktisadî ve siyasî güçlerin kölesi olan bu çağ tarih boyunca yaşamış diğer tekâmül safhalarından çok daha geridedir ve hatta tapındıkları şeyin bilincinde olan fetişistik kültürlerden bile daha geridedir.”

Cansever, insanın varlık bilinci ve sorumluluğuna dair de, Yunus Emre’nin dile getirdiği ‘gurbet’ halini ve esrarını modern çağın kavrayamayacağı ve anlayamayacağına vurgu yapar:

“… Kaçınılmaz bir şekilde varlık bilincine ve sorumluluğuna uygun davranmak inanın varoluş sebebidir, şu halde, bu bilinçten yoksun bulunan bu çağın, İslâm mimarisini/şehrini kavrayamayacağı açıktır.”

Şunu da soralım: Bu bilinci Yunus’un yaşadığı iklimin insanları kavrayabilmiş midir ki modern dünya kavrayabilsin?

Devam ediyor Cansever:

“İnsana maddi kudretini büyük ölçüde artırma imkanı bağışlayan makineler onu tabiat ve varoluşa karşı savaşan birisi durumuna dönüştürmektedir. Öte yandan, teknolojik gelişme bu küstah savaşçının zaferini sembolize etmektedir. Bu savaşçının mimarisi ve çok daha ezici, çok daha gizemli makinemsi olan zaferi, bütün mevcudat tabakalarında “her şeyi kendi yerine koymayı” amaç edinen İslam mimarisinden açıkça farklıdır.”

Yunus söz konusu mısrasında yüzyıllar öncesinden bize işte bu bilinci hatırlatıyor.

İnsanoğlu ne zaman ki varlık nedeninden uzaklaştı, ilk tezahür olarak kendine ve şehrine yabancılaştı, kendini ve şehrini tahrip etmeye başladı. Onun için Yunus, aslında ‘künhüne vakıf’ olduğu için “Ben bu yurtlu degülem, bunda durup niderem.” diye feryâd ediyor.

Şehrine karşı sorumluluk taşıyanların onun bu feryâdını ihtar bilmek ve şehri yeniden idrak etmek gibi bir mükellefiyeti var.

Önümüzde böylesine yolumuzu aydınlatan kandiller olmasına rağmen halâ şehrimizi ve kendimizi yok etmek için çabalayıp duruyoruz. Bu modern zamanlara mahsus bir ruh halidir ve ‘cinnet geçirme’dir.

İnsanın şehirde yaşama ve yeryüzünde bulunmaya ilişkin varlık nedenini Yunus Emre bize ihtar ediyor ama biz idrak edebiliyor muyuz?

Yunus’un bu esrarlı mısrasındaki soruyu bir de şöyle soralım:  Yeryüzünde insanın ve şehrin anlamı ne? Burada niçin varız?