29 Aralık 2014 Pazartesi

"FETİHTEN GÜNÜMÜZE TRABZON VAKIFLARI"

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin tarih içinde geçirdiği dönüşümler, insan-mekân-şehir ilişkisinin medeniyet tecelligâhı olarak mekâna aksettiği şekliyle mânâsının okunacağı en önemli tarihî metinlerden birisi de vakfiyelerdir. Bunlar; vakfın kurucusu tarafından “vakfedilen bir malın hangi hayır işlerinde kullanılacağı, ne şekilde yönetileceği" hususlarını ihtiva eden ‘emsalsiz kitabe’ler niteliğindeki belgelerdir.

Gerek Kur’an-ı Kerîm’deki âyetler, gerekse de Hz. Peygamber’in "İnsan öldüğü zaman amelleri kesilir. Ancak üç şey müstesna” dediği üç şeyden birisi olan “Sadaka-i Cariye”, vakıf müessesesinin oluşmasının ve sürekliliğinin temel sebebidir. Yani insanların menkul ve gayrimenkullerini hayrat olarak vakfetmelerinin sebebi; dünyanın fâniliği, insan hayatının geçiciliği ve sadaka-i câriye olarak ölümden sonra da yaşama isteğidir.

Tarihte, şahıslarca kurulan vakıfların şehirlerimizin hem fizikî hem de sosyal dokusuna olan katkıları, şehirlerimizin bozulmadan devamlılığının temel sebeplerinden birisidir.

Türklerin İslâm’ı kabulüyle birlikte, vakıf uygulamalarını da görüyoruz. Karahanlı Hükümdarı İbrâhim Tamgaç’ın 1066’da Semerkant’ta yaptırdığı külliyenin devamlılığı için kurduğu vakıflara ait vakfiyeler, bu konuda ilk örneklerdendir. Selçuklu ve özellikle Osmanlı döneminde de bu uygulamalar yaygınlaşarak devam etmiştir.

Özellikle Osmanlı şehirlerinin kuruluşu, işleyişi ve varlığını devam ettirmesinde vakıflar önemli rol üstlenmişlerdir. Şehri meydana getiren birçok mekân, vakıf eseri olarak vücut bulmuştur. Vakıfların bünyesinde ibadethaneler, imarethaneler, hastaneler, aşevleri ve şehir ahalisinin her türlü ihtiyacını karşılayan kurumlar bulunuyordu.  Vakıfların kurulduğu tarihten itibaren devamlılık arz etmesi, nesilden nesile intikal etmesi ve dokunulmaz niteliğinin bulunması da bu müessesenin sürdürülebilirliğinin temel şartları olmuştur.

İstanbul’un fethiyle birlikte şehrin imarı için Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi vakıf kurmuş ve Fatih Külliyesi’nin inşasına başlamıştır. Külliyenin meşhur vakfiyesinde İstanbul’un imarındaki temel idraki ve bütün Osmanlı şehirlerinin kuruluş felsefesini ortaya koyan şu beyti görüyoruz:

“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür
Reaya kalbin abâd itmekdür”

İstanbul’un fethinden 8 yıl sonra 24 Ekim 1461’de Fatih Sultan Mehmed tarafından Osmanlı medeniyet coğrafyasına en doğudaki müzeyyen şehir olarak katılan Trabzon'da fetihle birlikte yoğun imar faaliyetleri başlar. Bu faaliyetlerde Trabzon’da kurulan Vakıfların her alanda önemli katkıları vardır.

Trabzon Vakıflarıyla ilgili bugüne kadar derli toplu bir çalışma yapılmamış, sadece 1948 yılında Trabzon Vakıflar Müdürü Mehmet Kurnaz tarafından “Trabzon’da 35 Vakfa ait notlar” başlığıyla küçük ama önemli bir eser yayınlanmıştır.

Ne yazık ki, bugüne kadar ne Vakıflar Genel Müdürlüğü, ne şehrin Üniversitesi ne de ilgili kurumlar Trabzon Vakıfları’yla ilgili hiçbir çalışma yapmamışlardır. Bu nedenle, Trabzon’u medeniyet şehri haline getiren bu temel müessesenin şehrin her bir karesine sinmiş ruhu anlaşılamamış, hissedilememiştir.

Nihayet bu büyük noksanlık giderilmiş; şehir tarihi açısından çok önemli bir kaynak olan Trabzon Vakıfları ile ilgili ilk defa eksiksiz bir çalışma kitap olarak yayınlanmıştır.

Uzun yıllar Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde çeşitli görevlerde bulunan ve en son Genel Müdür Yardımcılığı yapmış olan Trabzon/Çaykara’lı dostumuz Süleyman Dinç’in hazırladığı, “Fetihten Günümüze Trabzon Vakıfları” adlı hacimli kitap İstanbul Aydın Üniversitesi tarafından yayımlandı. Dinç bu kitabın yanında ayrıca “Geçmişten Günümüze Rize Vakıfları” adıyla bir başka çalışmasını da ilgililerin istifadesine sundu. Bu, kaynak niteliğindeki eserlerden ilgili kurum ve şahısların faydalanacağını ümit ediyoruz.

Dinç, kitabın önsözünde, çalışmanın amacını “Fetihten başlayarak günümüze kadar Trabzon’da kurulan vakıflar hakkında fikir vermek, vakıf kurucularını hayırla yâd etmek ve bu müesseselere sahip çıkmak”  olarak açıklıyor.

Dinç, Trabzon'da 1531 yılında kurulan ilk vakıftan günümüze kadar kurulmuş toplam 1.245 adet vakıf hakkında künyelerini, birçoklarının da ayrıntılı vakfiyelerini içerecek biçimde bilgiler vermekte; ayrıca bugünkü ilçelere göre  “Vakfın Adı, Vakfeden, Vakfın kurulduğu yer, Nâm-ı diğer, Lâkabı, Vakfiye tarihi, Vakfedilen mal, Vakfiyenin kayıtlı olduğu defter, VGM Arşivinde bulunan belgeler ve Vakfın Türü” başlıkları altında tasnif etmektedir. Söz konusu 1.245 vakfın 1.035 tanesi fetih yılı 1461’den 1926’ya kadar, 135 tanesi 1926-1967 arasında, 75 tanesi de 1967’den günümüze kadar kurulmuştur.

Eserdeki vakfiyelerden sadece bir örnek verelim. Fetihten sonra 1531 yılında Trabzon’da ilk Vakıf olan Trabzon Beylerbeyi İskender Paşa’nın kurduğu “İskender Paşa bin Mustafa Bey” Vakfının vakfiyesi Allahü Azimüşşan’a Hamd-ü Sena, Hz. Peygamber ve ashab-ı kirama salât ve selâm ile başlıyor ve şu ibarelere yer veriyor: Muhakkak dünya meserret karargâhı değil, aldatıcı bir yer ve kaçılacak bir mahal olup, karar kılacak yer değildir. Nimetleri zevale mâruz ve içinde oturanlar göçücü misafirlerdir. Fevz ve necat sahipleri dünyayı kendileri için azık edinenlerdir ve ihtiyaç zamanı için azık ittihaz ve infak edenlerdir. Vakıf dahi bir hasenedir. Faideleri sağlık ve ölüm hallerinde yenilenir nitekim Seyyidimiz ve Peygamberimiz S.A.V. hadis-i şerifile sadaka-i cariyeye teşvik buyurmuştur.”

Devamla “Cenab-ı Hak dahi büyük emirlerin emiri fukara ve yetimlerin yardımcısı hayrat ve hasenat sahibi; ulema, suleha ve sadatın muhibbi Mustafa Bey oğlu Hazret-i İskender Paşa’yı tevfikına mazhar kılınca fukaraya hayırlı yardımı, ulema ve sulehaya izzet ü ikramı hasebiyle çokça ecir ile mükafat buyursun. İnsan yediğini tüketmiş, giydiğini eskitmiş, tasadduk ettiğini ibka etmiş olduğunu anladı da kalb-i selîm’den maada mal ve evlâdın faide menfaat vermediği kıyamet gününde azîm olan Cenab-ı Hakk’ın sevabını talep ve elîm olan azabından kaçınarak bu vakıfların suduruna kadar elinden ve taht-ı tasarrufunda ve havza-i temellükünde bulunan halis ve safi emvalini niyet-i halisa ve taviyyet-i safiye ile vakıf ve habs ve tebid ve tasadduk eyledi. “ izahlarıyla Vakfettiği şeyleri ayrıntısıyla belirtir. İskender Paşa’nın Vakfettiği  eserler arasında 2 hamamın tamamı, mahzenler, dükkânlar, hanlar, menziller, mezralar, değirmeler, camiler, medreseler, bağ ve bahçeler, medresede okuyanların tüm ihtiyaçları vardır.

Vakfiyenin sonunda “Binaenaleyh evkaf-ı mezkure bir vakf-ılazım oldu, satılamaz, rehin verilemez ve alınamaz, hibe edilemez varislerinin hayırlısı olan, Cenab-ı Hak küre-i arza ve üzerindekilere varis olduğu tezahür edinceye kadar kimseye miras kalamaz. Vakıfın ecir ve sevabı hayyü Mübin sıfatlarıyla muttasıf olan Cenab-ı Hakk’a aittir. Bunları duyduktan sonra her kim tebdil ederse vizr ü vebal tebdil edenlere aittir.” Şeklinde sorumluluk gerektiren bir vebal vardır.

Bu vakfiyeden de görüldüğü gibi vakıflar; medeniyet tasavvurumuzun bizlere emanet kalan eserler üzerinden okunmasına dair önemli müesseselerdir.

Arşivlerimizde hâlâ incelenmemiş, üzerinde çalışılmamış bu nitelikte milyonlarca belge bulunmakta, ama ne yazık ki gereken ilgiyi görememektedir.

Öncelikle Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yapması gereken, arşivlerdeki Osmanlı dönemine ait bütün vakfiyeleri günümüz diline aktarmasıdır. Böylece medeniyet dünyamızın bu önemli metinlerinden bugünkü nesiller haberdar olur ve istifa ederler. Ancak, ne siyasîlerde ne de bürokratlarda böylesine bir tarihî vakıf ve şehir idrakinin olmadığı mevcut durumdan anlaşılıyor. Onun için de görevlilerin yapmadığını “meraklı”lar ve şehrine karşı “mensubiyet mes’uliyeti doğurur” sorumluluğunu taşıyanlar yapıyor.

Dostumuz Süleyman Dinç’i ve eseri yayınlanan İstanbul Aydın Üniversitesi’ni Trabzon ve ülke irfan hayatına kazandırdığı bu önemli eserden dolayı tebrik ediyor, yeni çalışmalar bekliyoruz.




23 Aralık 2014 Salı

ŞEHRE ŞAHİTLİK, ŞEHRE AİT ÖLÜLER veya ÖLÜ ŞEHİRDE CANLILAR

Yahya Düzenli
Rivayet edilir ki; kadîm zamanların medeniyet şehirlerinde ölüler de canlılar da şehre şahitlik ederdi. Çünkü şehir onları böyle bir şahitliğe çağırırdı. Şahitlik… İnsanın şehre, şehrin de insana tanıklık etmesi, fehm etmesi, aidiyet idraki…  

Bu anlamda şehir, varlığını insana hissettirir. İnsanın da şehri sahiplenen, kuşatan bir irfana sahip olması gerekir.

Peki, ölüler şehre nasıl şahitlik eder? Bu soruya verilecek cevap Yunus Emre’nin;  “Hor bakma sen toprağa, Toprakta neler yatur” mısraındaki derinliktir. Aslında şahitlikten kastımız, “ölüp de ölmeyenler”dir.

Büyük ârif Molla Camî meşhur eseri “Nefahât”ta Ebu Abdullah Antâkî’yi ve Davud-ı Antakî’yi anlatırken “Antakya bir beldenin ismidir ki Habib Neccar ile Davud-ı Antakî oradadır” der. Bu mânâda, bir şehrin toprağın altındakilere nispet edilerek tanımlanması, şâhitlik derecesindeki ölülerin şehre şahitlik etmelerine misaldir.  Onun içindir ki başta peygamber şehirleri Mekke, Medine ve Kudüs olmak üzere, ehl-i hikmet ve irfânın şehirleri Bağdat, Şam, Buhara, Semerkand, Kahire, İstanbul, Konya, Bursa, Trabzon ... ‘vaktin şehirleri’ olarak geçmişleriyle olduğu kadar, bugünkü varlıklarıyla da ‘taçlanmış şehir’lerdir. 

Hayatla ölümün birbirinden ayrılmadığı zamanların şehirlerinde mezarlıklar, şehrin tabii bir parçası ve hatta organı idi. Maddi manada da şehre şahitlik ediyorlardı ve şehirli âdemoğluna ölümü, ebedi hayatı hatırlatırlardı, ‘nekropol’ değildi. Şimdi ise kabristanlar ve onların temsil ettiği mânâ şehirden dışarı (şehir dışına) atılıyor. Adeta ‘geri dönüşümü olmayan atık’ haline getirilerek kendimize yabancılaştırılıyoruz. Böylece, insan görüş, tasavvur ve tefekkür menzilinden de uzaklaştırılıyor... Ölümün ve ölünün dili şehri terk ettikten beri mezarlıklarımız yaşayanlara mesaj veremiyor, yaşayanlar da mezarların ve mezardakilerin ‘dili’ni anlayamıyor.

Böyle bir idrak ve irfan bugünün modern zaman şehirlerinde var mıdır?

Her türlü canlının sadece biyolojik hayatını sürdürmek için yaşadığı ve ‘varolmak için yok etmek zorunda’ olduğu tabii ormanlarla; modern zamanlarda “şehir” diye dayatılan beton ormanlarında yaşayan insan denilen ‘biyolojik canlı’ arasında ne fark kalmıştır! Modern zaman şehirlerinde insanlar vahşi doğal ortamlara geri mi dönüyor! Nasıl böyle bir benzerlik kurabiliyoruz! Çünkü mekânın vahşeti insanın ruhuna siniyor ve insan da vahşileşiyor.

Tabii ormanların değişik türdeki canlıları ormanın derinliklerinde kendilerine uygun bir “yer” edinirler, yuva yaparlar. Ormanın ekolojik dengesi ve doğal atmosferini tahrip etmezler. Yalnız “insan denen yaratık”tır ki, ihya etmek zorunda olduğu yaşama alanını imha eder.

Şehir diye tıkıldığımız beton ormanlarında başkalaşım geçirmiş canlılar halinde sabah hücrelerimizi terk ediyor, adeta ava çıkıyor, akşam tekrar beton ormanlarındaki ‘yer’lerimize dönüyoruz.

Bu şehirlerde şehre ait ölüler veya ölü şehirlerdeki canlılardan farkımız yok. Aslında nereye ait olduğumuzu bilmiyoruz ve bunu dert de etmiyoruz. Çünkü böyle bir ontolojik ihtiyaç duymuyoruz. Bu hali Sedat Umran “Mankenlerin Yalnızlığı” şiirinde şöyle dile getiriyor:

“Duymazlar korkuyu ve utangaçlığı,
çarpmayan yüreklerinde soğumuş duyguları,
dalgın bakışlarında yaşamanın kaçtığı;
vitrinlerin aydınlık odalarında unutulmuş ölüler.

Bilmezler sevmek nedir, acımak nedir ki,
çözemezler içlerinde düğümlenen sessizliği,
duyarlar zamanın çağıltısını bir musiki
kadar okşayıcı, uzakta akıp giden.”

İnsanoğlunun durumu bu kadar mı trajik, bu kadar mı dehşetengiz? Evet!

Şehirde herkes bir mânâda ölüdür… Ayakta kalan, canlı olan sadece beton bloklardır. Ancak şehrin bütün ölüleri kendilerini canlı zannetmektedir.

Rezidansların, AVM’lerin, plazaların, güvenlikli sitelerin, gökdelenlerin, TOKİ konutlarının, iş kulelerinin kıyamet alametleri gibi şehri istilâ ettiği, bu heyulâlar arasında “yiyecek arayan” canlılar gibi koşuşturan insanoğlu’nun hali ve akıbeti vahim!

Asıl vahimi; insanoğlu bir yere “ait olma” ve “tutunma ihtiyacı”na dair hassasını kaybetti!

Uyuşturucuya alıştırılan insan nasıl ki onsuz yaşayamıyorsa, bizler de şehir diye bağımlı hale getirdikleri uyuşturucudan da kopamıyor, onun ciğerlerimizi çürüten kaosunu her an içimize çekerek yaşadığımızı zannediyoruz.

Ne şehre şahitlik edebiliyoruz, ne de yaşadığımız şehir bize şahitlik ediyor.

Şehre şahitlik edemeyince de şehre ait olmayan ölüler veya ölü şehirde mikroorganizmalar halinde var olmaya devam edeceğiz.




16 Aralık 2014 Salı

“ŞEHİR JENOSİTİ”, ŞEHRİ YABANCILAŞTIRMA VE ŞEHİRDEN KORKMA…

                 
Yahya DÜZENLİ

Ahmet Haşim, “Gurabâhâne-i Laklakan”da İttihat ve Terakki’den bahsederken “... yalnız siyasi bir partinin adı değildi; yarım yamalak tarihî bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp gelen ilmî ve estetik bir akımın da ismiydi. Bir taraftan sözde inkılâpçı ve yenilik taraftarı olan İttihat ve Terakki, diğer taraftan, ruh ve mânâda garip bir mazi hayranlığıyla malûldü” der. Ayrıca “mazi’ye hayran, şehirden korkan” bir tarih ve şehir zihniyetine sahip olduğunu söyler.

İlginçtir ki, Tanzimat’la birlikte öncelikle saraydan başlayan batı hayranlığı ve kendine yabancılaşma büyük ölçüde edebiyata yansımış, giderek şehir ve mimarîde de bu yabancılaşmanın etkileri görülmeye başlamıştır. İstanbul’da yapılan geç Osmanlı dönemi sarayları (Dolmabahçe, Beylerbeyi) ve Kasr’lar, batının barok ve rokoko tarzının bir kopyası şeklinde yükselmeye başlamıştır. Osmanlı’nın zirve ve kemal devrinin mahsulü Topkapı’nın sadelik içinde vakar ve ihtişamı, yerini küstahlığıyla endâm eden bu batı tipi saraylara bırakmıştır.

Ayrıca devlet ve şehir yöneticilerinin oturdukları kâşâneler tarz ve üslûp olarak da gidip gördükleri batı şehirlerine hayran bir maymun taklitçiliğiyle inşa edilmiş, daha trajik olanı; her şehrin ortasına dikilip, yeni şehir yapılanmalarında önemli bir sembol ve referans haline gelen saat kulelerinin kimileri adeta kilisenin çan kulesi şeklinde şehirlerimizde yükselmiştir. Örnek olarak 1884 yılında Strasbourg’lu Louis Edel tarafından yaptırılan Ankara Saat kulesi ve üzerindeki çanı göstermek yeter. Ayrıca Sarkis Balyan tarafından yapılan Dolmabahçe Saat kulesi, Raymond Charles’in yaptığı İzmir Saat kulesi de Tanzimat batılılaşmasının öncelikle şehirlerimizden nasıl başladığına misaldir.

Erken Cumhuriyetle birlikte medeniyet tedaisi yapan her türlü tarihi eserleri ile şehirleri imha operasyonları şehir jenositine dönüşmüştür.

Ahmet Haşim’in İttihat ve Terakki’nin tarih ve şehir zihniyetine ilişkin söylediklerinden yola çıkarak bugüne gelelim…

Ahmet Haşim’in yaklaşık yüz yıl önceki tespitleri bugünün 12 yıllık Ak Parti iktidarının tarih ve şehir zihniyetini tarif ediyor adeta.

Kendisini doğuran siyasî çizginin bir devamı olarak “şanlı tarih”, “büyük medeniyet”, “medeniyet şehirleri” söylevlerini her fırsatta tekrarlayan, ancak bu yönde ne kültür, ne eğitim ne de şehircilik politikalarına yansıyan veya tarih ve şehir ilişkisindeki sürekliliği gösteren bir zihniyet ve tasarım çıkaramayan Ak Parti’nin -tıpkı İttihat ve Terakki gibi- “garip bir mazi hayranlığıyla malûl”, birçok cumhuriyet tabusuna ve kutsalına dokunmasına rağmen, “medeniyet idraki”ni yansıtan şehirler ve eserler ortaya koyamaması “maziye hayran, şehirden korkan” bir zihniyetin ürünü müdür?

Bu sorunun cevabının muğlak olduğunu düşünüyoruz. Çünkü, maziye hayranlığını her fırsatta hamasî bir şekilde ortaya koyan Ak Parti kadrolarında, maziyle uyumlu, maziyi güne yansıtan bir şehir ve mimarî idraki asla bulunmaması nasıl izah edilebilir? Tam aksine, şehirlerimizin sadece siluetini değil organizmasını da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve toplu konut aygıtı TOKİ ile rant çılgını müteahhitler eliyle çirkinleştiren, tıpkı erken cumhuriyet döneminde olduğu gibi şehir jenositi uygulayan bir zihniyetin tarih ve medeniyet söylevlerine ne kadar itibar edilebilir? Kendi sesinin hayranı bir narsistin ruhiyatı neyse, bu söylemlerin sahiplerinin ruhiyatı da odur!

Her zaman tekrarladığımız gibi, önlerinde tarihî bir uyarıcı, yol gösterici ve uygulayıcı olarak duran rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in endişelerini, feryatlarını anlayamayan, tekliflerine itibar etmeyen bir iktidar kadrosunun tarih ve şehir söylevleri ne kadar inandırıcı olabilir?

Erken Cumhuriyetin bânileri, geçmişlerini bir ortaçağ karanlığı görerek çıktıkları aydınlanma koşusunda tarihlerinden nefret ve medeniyet sembolü şehirlerinden ürperip onları imha seferberliğine girmişlerdi. Günümüzün Ak Parti iktidarı da, sadece söylev ve nutuk tiryakiliğiyle gününü gün ederek, şehirlerimizin yeniden ihya ve ibdâsını sağlayamıyor. 12 yıllık Ak Parti iktidarının şehircilik tarihi  TOKİ garabetleriyle ortadadır.

Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidara nasip olmamış 12 yıllık müthiş imkan ve fırsatları şehircilikte heba etmiş olmalarına rağmen, hâlâ “marka şehirler” nakaratını ağızlarından düşürmeyenlerin seyyiat defterleri oldukça kabarık!

“Bizim medeniyetimiz”le başlayan siyasî söylevlerin karşılığı, sadece son kalıntılarını gördüğünüz, belki de ruhunu anlamadığınız ve anlamayacağınız mazide kalmış şehir mekânlarından ibaret. 12 yıllık iktidarın “bizim medeniyetimiz(!)”e katkıları TOKİ tabutlukları, rezidanslar, AVM’ler, gökdelenlerdir. “Bizim” diye sahiplenilen medeniyet ve şehir birikimine hangi katkı sağlanmış, tarihî süreklilik ifade eden hangi eser ortaya konmuştur?

Nasıl ki, saat kuleleri ve batı kopyası şehir mekânlarıyla Tanzimat ve diğer yabancılaşma dönemleri sembolize ediliyor ve bunlar üzerinden okunuyorsa, bugünün ve geleceğin şehir tarihçileri de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ’nin başlatıp geleceğe armağan ettiği (!) bir tarihi yabancılaşma üzerinden “Yeni Türkiye” okumaları yapacaklardır.

Ortada medeniyet arsamızdan her an fışkıran şehir, mekân, eser, vs’ler var da biz mi göremiyoruz? Yahut bir illüzyon ve hipnotik telkin altında mıyız?

Gözü karalıklarını “istedikleri alan”da gösteren iktidar sahiplerinin, kendi kurumları olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, yerel yönetimler ve şehir arsalarını ihale ettikleri/paylaştırdıkları müteahhitlere hiç mi sözleri geçmez? Babil kuleleri gibi göğü delerek yükselen, şehirlerimizin organizmasını tahrip edip zehirleyen kıyamet alametlerine hiç mi müdahale edemezler?

·    Edemezler çünkü; şehir emanetinin nasıl bir emînlik istediğini bilecek kadar dâvâ ve tarih idrakleri yoktur!
·         Edemezler çünkü; şehre dair idrak ve tarihî derinlikleri yoktur!
·         Edemezler çünkü; şehir diye bir dertleri yoktur!
·         Edemezler çünkü; şehir onlar için “emlâk değeri yüksek” bir “menkul değer”den ibarettir.
·         Edemezler çünkü; şerikleri müsaade etmez!

Ya taammüden ya da taahhüden böyle bir tavır içindedirler!

Bilmem hatırlatmakta fayda var mı: “Yapmaya muktedirken yapmadıklarınızdan da hesaba çekileceksiniz!”

Unutmayalım ki; her yeni şehir, şehir adına yapılanlar, şehir dönüşümleri ve şehirde her dikilen beton parçası zihinleri işgal eder ve peşinden sürükleyeceği bir hayat tarzına doğru çeker insanları. Yaşanılabilirliği, estetiği, mahremiyeti kalmamış şehir mekânlarının ileride hangi şehir suçlarına zemin hazırlayacağının da sorumluluğunu taşımak gerekmez mi?

Yoksa Ahmet Haşim’in söylediği gibi “şehirden korkuyorlar mı?”

Tam aksine, şehir onlardan korkuyor! Moğollar ve Haçlılar gibi şehre musallat oldukları için şehir onlardan korkuyor! Siyasîlerden, yerel yöneticilerden, mimarlardan, müteahhitlerden, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan, TOKİ’den…

Şehir mekânları, insanın ontolojik mükellefiyetlerini gerçekleştireceği idrakle inşa edilmeli. Yaptıkları tabutluklarla “marka şehirler” üretenler, şehir diye TOKİ tabutluklarını bize lâyık görenler, Hz. Peygamber’in önemli ölçü ve uyarılarından “komşuluk hakkı”nı bile bu tabutluklarla yok ettiler! Giderek atomize edilen ve TOKİ marifetiyle tabutluklara hapsedilen bir toplumda “komşuluk” diye insanî bir olgu kalmadı. Şehir halkı ve hakkı diye bir dertleri, hassasiyetleri, vecibeleri yok çünkü!

Komşuluk hakkı öncelikle inşa edilecek mekânlara işlenmeli ki, bu hak hatırlanabilsin, neredeyse "komşuluk hakkı”nın birbirine varis olacak derecede önemli olduğunu ihtar eden Peygamber ölçüsünün gereği yerine getirilebilsin! Komşuluğu mümkün kılacak, insanların birbirleriyle ve şehirle olan ilişkisini mekânlar üzerinden sürdürebilmelerine zemin hazırlayacak bir şehir tasarımı ve mimarî tarzı -ne yazık ki- bugünün “TOKİ tipi” yerleşimlerinde, gökdelenlerinde ve güvenlikli sitelerinde yok. Çünkü komşuluk teamüllerini korumak gibi bir öncelik ve dertleri yok. Mobilize hayatlar teşvik edilerek toplumun atomize olması veya icad ettikleri “TOKİ tarzı” ile teşvik edilen mobilize hayatlarla toplumun atomize edilerek ayrışması da umurlarında değil…

Şehir, yerleşim, mekân ve mimarî adına bir medeniyet idrakine sahip olmadan, kimileri için her türlü eşya, elektronik ve mekanik konfora sahip nükleer aygıtlar şeklinde donatılmış hücrelere; kimileri için de mikroorganizmaların yaşayacağı şekilde, hiçbir özelliği olmayan depolara insanı tıkma anlayışı mevcut iktidarın “çevre ve şehircilik” anlayışının TOKİ tarzı olarak halen varlığını sürdürüyor.  

Peygamber ölçüsü’ndeki “komşuluk” bir şehrin nasıl tanzim ve tezyin edilmesini ihtar eden bir uyarıcıdır. “Bizim medeniyetimiz” diye dudak tiryakiliğinden vazgeçemeyenlerde var mı böyle bir şehir idraki?

Daha derine dalmadan şair Dertli ile bitirelim:

“Aksine dönmekte bu çarh-ı devran!”


8 Aralık 2014 Pazartesi

ŞEHİR KOKUSU

Yahya Düzenli


Yeni doğmuş bir bebeğin kokusunu hiç içinize çektiniz mi? Terinin kokusu akciğerlerinize dolar, içinizi rahatlatır. Her kokladığınızda vücudunun terinden yayılan rayiha başınızı döndürür adeta. Her kucağınıza aldığınızda ayrı bir koku alırsınız ondan. Bizim geleneğimizde yeni doğan çocuğun doğar doğmaz, kundağa sarmadan annesinin kucağına verilmesi ise çocuğun annesini kokusundan tanıması içindir. Kokuların iki taraflı uyuşması... 

Yaratılan her şeyin bir kokusu var. Koku, yaratıcının insanlara bahşettiği büyük bir lütuf.

Üstad Necip Fazıl “Koku” başlıklı bir yazısında şunları söyler:

“Kokuyu nasıl güzeliyle en erişilmez, çirkiniyle de en tiksinilir bir tesir sahibi kabul etmeyeyim ki, Kâinatın Efendisi bu dünyada kendilerine sevdirilen üç şeyin arasına güzel kokuyu da katarlar. Güzeli tayinde miyar koku olduğu gibi çirkini tespitte de ölçü yine o…

Annemizin süt beyaz tülbentten başörtüsü cennet kokmaz mı? Sevdiğimiz eli öperken aldığımız ten kokusu…

Deniz kokusu, kır kokusu, toprak kokusu… Her biri mahiyetinden bir (senfoni) zenginliğiyle haber veren his vasıtaları…”

Peki, şehrinizin kokusunu hiç içinize çektiniz, hissettiniz ve ciğerlerinizi onunla doldurdunuz mu?

Bir şehrin kokusu nasıl hissedilir?

Yaşadığınız şehrin kokusunu alabiliyor musunuz? 
Şehrin çocukları annelerini kokularından tanıyabiliyor mu?

Kelâm-ı Kadîm’de mukaddes şehir Mekke-i Mükerreme’den “ümm-ül kurâ” olarak bahsedilir. Yâni şehirlerin anası. Mekke’nin bu vasfı bize çok şeyler söylüyor. Yeryüzünün ilk şehri Mekke, bütün şehirlerin anası olarak kokusunu kendinden doğan bütün şehirlere ulaştırmak istiyor ama kimisi bu kokuyu alamıyor, kimisi anasının kucağına sığınan bir çocuk gibi onun sıcaklığına bürünüyor. Kudüs, Medine, Bağdat, Şam, Buhara, Kahire, Semerkand, İstanbul, Bursa gibi.

Şehirlerimizin kokusunu öylesine kaybettik ki şehir bizim kokumuza, biz de şehrimizin kokusuna yabancılaştırıldık. Artık koku diye bir ‘hassa’mız kalmadı.

Tanpınar’ın Bursa’yı anlatırken “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.“ dediği ruh, muhteşem medeniyet şehrinin kokusudur.

Kadîm medeniyet şehirlerin kokuları uzak coğrafyalardan da hissedilir. Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün kokusu Buhara’dan, Semerkand’dan, Belh’ten, Bağdat’tan, Şam’dan, Saraybosnna’dan, Kurtuba’dan, İstanbul’dan, Bursa’dan, Konya’dan, Amasya’dan, Trabzon’dan yükselir.

Bu kokuyu bugün şehirlerimizden alamıyoruz. Şehirlerimiz yerel yöneticiler, TOKİ, müteahhitler, siyasetçiler ve diğer rant muhterisleri tarafından öyle hale getirildi ki artık şehirlerimizin kendi öz kokuları kalmadı.

Şehirlerimiz bizi bir “anne sıcaklığı”nda kucağına alamıyor. Vücuda sonradan takılan bir protez gibiyiz şehirlerimizde. Çocukluğumuzu yaşadığımız şehri terk edip yıllar sonra geri döndüğümüzde şehrin kokusu değişiyor veya kokusunu duyamıyoruz. Bu hal karşısında şehrimize yabancılaşıyor ve “acaba başka bir şehre mi geldim?” diye ürpererek kendimize soruyoruz.

Modern zaman şehirlerini beton gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar gibi gayr-i insanî mekânların kütlelerinden yayılan koku kaplar. Bu koku şehir insanında kasveti, kaosu, huzursuzluğu, endişeyi artırır. Üzerinize sinen bu kokunun muhataplarında çekici bir tarafı yoktur, aksine sizden ve şehirden kaçan, uzaklaştıran bir etkisi vardır.

Şehrimizin kokusunu alamıyorsak ya bizde koku alma duyusu kaybı var ya da şehrimiz kokusunu kaybetmiştir. Koku kaybı insana verilmiş bir ceza, bir azap.

Kimi şehir tarih kokar, kimi kitap, kimi coğrafya, kimi tabiat,  kimi müze, kimi mermer, kimi mutfak, kimi savaş, kimi çimento ve beton, kimi endüstriyel atıklar ve yakıt, kimi müzik… Anlayacağınız kimi keyiflidir şehirlerin kimi kasvetli. Siluetlerinden yayılan bu kokulardır onlara doğru çeken veya onlardan bizi uzaklaştıran.

Yeni doğmuş çocuğun anasının kokusuna olan bağlılığı neyse, insanın da şehrinin kokusuna olan bağımlılığı odur.

Şüphesiz, şehrin bizi çeken ve sarmalayan kokusunun da bir kaynağı var, o da şehrin dokusu. Dokusu yitmiş, bozulmuş, mutasyona uğramış şehirlerin rayihası da bozulmuştur. Bize anlattığı hiçbir masal kalmamış bir şehrin, kokusundan bile nasiplenemediğimiz bir şehrin, kokusuyla birlikte dokusu da harap olmuş bir şehrin çaresiz yabancılarıyız artık.

Dokusuyla birlikte kokusu da bozulmuş bu şehirde bizi ancak şehrin korkusu karşılıyor.

İnsanî mekânın bitimiyle birlikte hassalarını da yitirmiş kitlelerin âmâlar gibi koku ile bile keşfedecekleri bir şehir kalmadı artık.

Her yanı yöresi estetik sefaletin destanlarıyla imzalanmış ve bize gerçek hayatın anıtları diye yutturulmaya çalışılan şehirlerimizde, artık kandilimizin ışığını aydınlatacak havaya, nefes alacak oksijene muhtacız.

Bebeklerin anne kokusu, annelerin bebek kokusu, insanının hayat kokusu alamadığı bir düzende şehirlerimizle birlikte kimliğimiz, estetiğimiz, ruhumuz, bakışımız, yorumumuz, anlayışımız… velhasıl bizi var eden ruh kökümüze ait ne varsa gaddar şehir yıkıcılarının elinde yok olmuş, tarumar olmuş, yitip gitmiştir.

Ey şehrin kokusu!

Ey bir zamanlar varlığımızın nişanesi, şimdi moloz yığınları arasında yatan güzel şehrin güzel dokusu! Seni bir zamanlar var eden mimarların, sakinlerin, sahiplerin vardı. Şimdi seni toprağa karıştırmış başka mimarların var. Mekanik ve metalik hale getirilmiş şehrin fatihleri şimdi onlar.

Veyl olsun, koku veremeyen şehirlere!
Veyl olsun, şehrin kokusunu yok edenlere!


2 Aralık 2014 Salı

ŞEHİRLERİMİZDEKİ “GENETİK BOZULMA” ve CANSEVER’İN İKAZLARI…

Yahya Düzenli

Bir şehrin genetiğiyle bir kez oynandı mı şehir artık kendisi olmaktan çıkıyor, kendisine yabancılaşıyor, başkalaşıyor. Artık tarihî kimliği, kadîm şahsiyeti yok oluyor. Bu genetik katliam doğrudan yok ediş biçiminde cereyan ettiği gibi, çoğu kez de gelebilecek muhtemel itirazları önlemek için, tedricî biçimde ve zamana yayarak gerçekleştirilebiliyor. Genetiğe müdahale bir kez gerçekleşti mi artık o şehrin organizması kendisini bir daha toparlayamıyor, kendine gelemiyor. Genetiğin bozulması demek, şehir birikiminin kodlarının hafızadan silinmesi demek.

Genetik bozulma, bütün canlılarda olduğu gibi şehirde de bulaşıcı bir enfeksiyon etkisi meydana getiriyor ve beklenmeyen, kontrol edilemeyen tümörleşmiş organların üremesine sebep oluyor.

Ülkemiz, hiçbir ülkede görülmeyecek bir şekilde, bu genetik bozulmayı doğrudan ve tedricen yaşamış olup, halen de bu genetik bozulma birçok şehrimizde kaotik bir biçimde devam etmektedir.

Şehirlerimizin tarihî dokuları başta olmak üzere tüm organlarına sirayet eden şahsiyet kaybımızın ana kırılma noktası Tanzimat’la başlamaktadır. Şehirlerimizde Tanzimat’la birlikte başlayan tahribat ve tefessüh Cumhuriyet tarafından devralınarak bugüne kadar getirilmiştir.
 
Üstad Necip Fazıl’ın “artık alafrangalığın başladığı 1839 devletiyle ondan 3 asır evvelki devlet arasındaki farkı, Topkapı Sarayına karşılık Mecidiye Kasrı, kâşaneye mukabil kümes” diyerek kıymet hükmünü verdiği Tanzimat dönemi…

Tarihî süreçte şehirlerimizdeki genetik bozulmayı dört devreye ayırabiliriz.

Birinci devre; Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’e kadar devam eden devre. Bu devrede Osmanlı’daki modernleşme-yenileşme-reform hareketlerinin bir sonucu olarak, şehir ve mimarîde meydana gelen “kendi olmak”tan çıkıp batının barok-rokoko tarzı mimarîsini kopyalama, şahsiyetsizlik devremizin açılmasına sebep oldu. 1839-1923 arası 84 yıllık dönem.

İkinci devre; Cumhuriyetin ilânıyla birlikte tarih ve medeniyet düşmanlığıyla cinnete dönüşen şehir katliamları. Öncelikle İstanbul, Konya, Diyarbakır… gibi tarihî şehirlerimizde yapılan katliamlar. Ayrıca yeni başkent Ankara’yı yeniden inşa etmek için Batıdan getirilen mimarların şehri bir kobay laboratuvarına çevirmeleri, İstanbul’da ise şehrin tarihî doku ve mekânlarının yıkımı ile başlayan, tek parti iktidarının katliamlarıyla devam eden devre. 1923-1950 arası 27 yıllık dönem.

Üçüncü devre; Çok partili hayata geçişle birlikte modern şehirleşme adına yapılan şehir imar planlarının uygulamalarıyla gene batı şehirlerinin çok kötü biçimde kopyalanması şeklinde devam eden süreçte şehirlerimiz arabeskleştirilmiş, kaosa ve başıboşluğa terkedilmiş ve köyden şehre hızlı ve kontrolsüz bir göç tsunamisi yaşanmıştır.  1950-2002 arası 52 yıllık karmaşa dönemi.

Dördüncü devre ise; 2002 yılında Ak Parti’nin iktidarıyla başlayıp, müthiş imkân, fırsat ve kaynaklara, yoğun bir “şehir ve medeniyet” söylemlerine rağmen, “kentsel dönüşüm” uygulamaları ve devletin toplu konut aygıtı TOKİ ile ifsât edilen şehirler ve heba edilen dönem… Bu dönemde Türkiye, tarihî şehir birikiminin verdiği imkânı yeniden ortaya çıkarabilecek ve yaşanmaya değer şehirler kurabilecekken, böyle bir irfan, idrak ve iradenin olmaması sebebiyle bu dönemi heba etti. Yüzyılımızın Mimar Sinan’ı olan rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ikaz, feryâd ve tekliflerine rağmen ne yazık ki O’nu göremedi, anlayamadı. Yanından geçtiği dağın ihtişamı karşısında gözü kamaşıp kör olan siyasetçi-şehirci-yerel yöneticilerin hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde şehir konuşmalarında Turgut Cansever’den alıntılar yapmasına rağmen ne kendisi ne de kadrosu O’nu anlayıp -adeta- bir mimarî tecdid döneminin açılmasını sağlayamadı.

Bu kategorik ayrımlara ve dönemlerinin siyasî iktidarlarına baktığımızda her biri birbirinden farklı zihniyet kodlarına sahip olmasına rağmen, 175 yıllık sürecin tamamı, şehir ve mimarîde tarihî şehir birikiminden kaçış, red ve inkâr ve son dönemde de sadece dudak tiryakiliği şeklinde sahiplenme söz konusudur. Nitekim Cansever de 1993 yılındaki bir söyleşisinde “Türkiye’deki tahribatın 150 yıldır devam ettiği”nin altını çizmiştir.

O Cansever ki; bir mimarda olması gereken irfan ve tarihî derinlikle insanın Yaratıcı ve dünya ile olan tezyin edici rolüne ilişkin muhteşem bir tespit yapar: “Dünya, Allah ne yaptıysa güzel olduğu için güzel oluyor. İslâm, bu güzelliği fark etme ve muhafaza etme mükellefiyetini yüklüyor insana. Dolayısıyla dünyanın güzelliğini idrak etme imkânı doğuyor insan için… Dünyayı bilirken de Cenab-ı Hakk’ı bilmiş oluyor. Bunu bilince de dünyaya karşı sorumlu hale geliyor. Bu bilince sahip tek yaratık olunca, bu güzelliğin hüsn-ü muhafazasını da yüklenebilecek yaratık oluyor.” Cansever, bu ontolojik idrakle insanın görevinin “ilâhî iradeye yönelik bilincini yaptığına yansıtmak” olduğunu ifade ediyor.

Gene insan, varlık ve mimariye ilişkin “Mimarî, insan ile varlık arasındaki ilişkiyi, maddî, organik, ruhî ve fikrî bütün varlık alan ve tabakalarında düzenleyen bir disiplindir. Teknolojik, iktisadî ve politik sorunlara ek olarak insanın fikrî dünyasının tümünü kapsar. Varlık ile ilişkisini bilinçle düzenlemek insana özgüdür. Dünya ile bilinçli ilişkisini düzenleyemediği aşamada insan yalnızca fizyolojik bir yaratıktır” yorumunu yapar.

Şehirlerimizdeki yangını farkedip feryâd koparan Cansever’in, bu ontolojik derinlikten yola çıkarak yaptığı uyarılardan biri şöyledir:

“Türk şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimarî seviyesizlik karşısındaki kayıtsızlık ve duyarsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi bütün Türk halkını kaba, sahte, seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken, çok küçük azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi, sözde sanat ve kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması kabul edilemez bir yanılgıdır...”

Ne yazık ki bu ikazlar hiçbir zaman muhataplarında yankılanma kadar olsun bir tesir meydana getirmemiş, Cansever şehir yangınını farkeden ve uyaran bir münzevi mimar olarak görevini yerine getirmiştir.

Bu feryâdları kim anlayabilir? Niyaz-i Mısrî’nin söylediği gibi “katre nice anlasın, umman olan anlar bizi”, “her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi”.

Cansever’i anlayabilecek, onunla bazı plâtformlarla birlikte çalışmış bir Başbakan’ın (Davutoğlu) iş başına geçtiği 2014 Türkiyesi’yle acaba yeni bir şehir idrakine kapı aralanabilecek midir? Cansever’in 2003 yılında Başbakan’a (Erdoğan) verdiği, akıbeti meçhul “Yeni Şehirlere Yerleşme Projesi” bile bu aralanacak kapıya ışık tutabilir diye düşünüyoruz. Bakalım bu ümidimiz ne kadar canlı kalacak?

Temennimiz odur ki; başta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ’nin bütün kadrolarıyla ıslahı, mümkün değil ise ilga edilip, yeni bir idrak ve yol haritasıyla şehir inşasına girişilsin. Aksi halde “aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider” anlayışıyla genetik bozulma hzla yayılacak, metastas yapmış organizma ile kalmayıp gelecek nesillerin yaşayacağı dünyayı, iklimi, mevsimleri de bozmaya devam edecektir.

Şehirlerimizin bu genetik bozulmadan yeni bir genetiğe geçişi için ihtiyaç duyulan şey yeni bir şehir ve mimarî idraki ve ahlâkıdır…

Üstad Necip Fazıl ne diyordu? “Ahlâk aşısını yepyeni ve müstakil bir fikir sistemine istinat ettirmeden tutturmaya imkân yoktur.”

Cansever’in sıkça dile getirdiği bir Peygamber ölçüsünü hatırlatarak bitirelim: “Hükümdarın iyisi âlimin ayağına giden, âlimin kötüsü hükümdarın ayağına gidendir.”  Bu günlerde “Yeni Türkiye” iddialarının paranoyaya dönüşme tehlikesini hatırlatarak, Başbakan Davutoğlu’nun rahmetli muhakkik mimar Cansever’i anlayan nâdirattan bir siyasetçi olduğuna da vurgu yaparak, seng-i musalla’dan sonra da olsa, müthiş şehir katliamlarına, kaoslarına rağmen O’nun feryatlarına kulak vereceğine ilişkin ümidimizi hâlâ canlı tutuyoruz.




27 Kasım 2014 Perşembe

BİR MEKÂN OKUMASI OLARAK “YENİ TÜRKİYE”NİN “AK SARAY”I…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tartışmaların sıkça bağlamından koptuğu, kopunca da “neyin niçin tartışıldığı” anlaşılamayan tuhaf bir siyasî gündemimiz var. Türkiye gibi yağmurun yağışında bile siyasî bir sebep arayan siyasetçi ve medya yorumcularının mebzûl miktarda bulunduğu bir ülkede neyi tartışırsanız tartışın, tartışılan şeyden uzaklaşıyor, sonuçta anlamsız bir finalle “neyi niçin taştıştığınız”ın hesabını veremiyorsunuz. Belki de bütün bu tartışmalar, tartışılan konuları anlamsızlaştırmak içindir, kim bilir?

Böyle bir genellemeyi niçin yaptık?

Son haftaların en popüler konusu haline gelen Ak Saray veya nâm-ı diğer Cumhurbaşkanlığı Sarayı tartışmalarına baktığımızda körün fil tarifine benzer bir tartışma zemini görüyoruz. Kim hangi yanıyla ele alıyorsa, peşin hükmüne uygun bir sonuca varıyor.

Önce İktidar partisinin adına izafeten “Ak Saray”, bugünlerde ise “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” olarak adlandırılan yapının, resmî söylemlerde “Cumhurbaşkanlığı”, siyasî söylemlerde ise “Ak Saray” şeklinde yerleşeceği anlaşılıyor. Halen üzerinde yoğun spekülâsyonların yapıldığı Saray’ın gerekli olup olmadığından maliyetine; inşa edildiği Atatürk Orman Çiftliği arazisinin statüsünden mimarîsine kadar birçok yorum yapıldı, yapılıyor. İsminden yola çıkılarak yorumlar daha da çeşitlendirilip çeşnilendirilerek ABD Beyaz Sarayı’yla, Timur’un Semerkand’daki Ak Saray’ıyla ilişkilendirilmiştir.

İşin bu tarafı bir toz bulutu yoğunlaşması gibi önümüzü görmemizi engelleyeceğinden, daha anlaşılır kılınmasına yardımcı olmak için konuyu  tarihî bağlamda ele almayı daha yararlı görüyorum. Ki, asıl değinilmesi gereken husus da budur. Osmanlı’nın ihtişam devri olan XV. Yüzyılda (1478) Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Topkapı ve XIX. Yüzyılda (1856) Sultan Abdulmecit tarafından yaptırılan Dolmabahçe sarayları üzerinden bir okumanın uygun olacağını düşünüyoruz. Semboller üzerinden bir okumanın bazı zihniyet kodlarını ele vereceğini biliyoruz.

Çünkü Topkapı şahsiyet ve yükselme devrinin, Dolmabahçe çözülme ve yabancılaşma devrinin ürünü olup, dönemlerinin devlet idaresi “konsept”lerinin mekâna yansıması olarak inşa edilmiştir.

Necip Fazıl’ın “içine kapanık, sağır, derinliğine manalı ve en asîl vakar çizgileriyle mühürlü şahsiyet âbidesi” dediği Topkapı Sarayı’na mukabil Dolmabahçe; “inhitat tarihimizin İstanbul ve şehir kadrosunda en parlak tezahürüdür. Kışır üstü Avrupalılaşma fekaletinin ilk eseri..” olarak halen fiziki varlığıyla İstanbul’un antik eşya stokunda bulunuyor.

Peki XXI. Yüzyılın Türkiye’sinde, 2023 hedeflerinden bahseden Ak Parti’nin Yeni Türkiye’sinin ilk ve en önemli sembollerinden olan Ak Saray neyi temsil etmekte, hangi mesajı vermektedir? Veya gerçekten bu mekân üzerinden bir mesaj verilmek istenmekte midir?

Kimi ağızlarca burasının devletin prestijini, itibarını artırıcı bir mekân olarak yapıldığının söylenmesi, hâlâ “Dolmabahçe dönemi” kompleksleriyle malûl bir bilinçaltının kendisini eklektik bir kamu binasıyla ortaya koyma çabası mıdır?

Öyle anlaşılıyor ki, uzun süredir düşük yoğunluklu olarak zaman zaman gündeme gelen Başkanlık Sistemi tartışmaları önümüzdeki dönemde de sürecek ve yapılan Ak Saray’ın Yeni Türkiye’nin Başkanlık Sarayı olarak hazırlandığı söylenecektir.

Ancak, şehir ve mimarîde dudak tiryakiliğini aşamamış Osmanlı ve Selçuklu söylemlerini sık sık müşahede ettiğimiz iktidarın, ne yazık ki Yeni Türkiye’nin sembol kamu binasında mimarîde tarihsel sürekliliği devam ettirici bir üslûba, muhtevaya ve bakış açısına sahip olmadığı anlaşılıyor. Eğer olsaydı, 12 yıllık tek parti iktidarının imkân ve fırsatları TOKİ eliyle heder edilmez ve Türkiye yeni yüzyılda şehir ve mimarîde örnek bir model ortaya koyabilirdi. Bu konuda samimi ve şuurlu bir niyetin olmadığının bir karinesi rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ortaya koyduğu mimarî eserler, yapılar ve kitapları maalesef göz ardı edilmiş, bu büyük hazineden yararlanılmamış olmasıdır.

Söylemlerinde –vurgulu biçiminde- sürekli tarih ve coğrafyanın yüklediği sorumluluklara gönderme yapan, tarihî mimarîden söz eden iktidarın, mimarî tasarım olarak Ak Saray konusunda tarihî sürekliliğini ima eden bir çizgi izlediği söylenebilir mi? Hayır! Çünkü ne bu yönde bir hazırlığı, ne de kendi tarihî şehir birikiminin genetiği üzerinde kafa yoran kadroları var.

Biraz geriye gidelim…

Tanzimatla başlayan tarihî kırılma ve yabancılaşma şehir ve mimarîde Batının barok ve rokoko üslubuyla kendini gösteriyordu. Osmanlı’nın son döneminde arabesk bir biçimde kopyalanan (batının bile içselleştirmediği) bu tarz, Cumhuriyetin erken dönemlerinde batılı mimarların İstanbul ve Ankara’yı adeta bir mimarî lâboratuvar olarak kullanmalarıyla birlikte yerini başka arayışlara, daha doğrusu eklektik kopyalamaya bıraktı.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir şehir ve mimari felsefesi ortaya koyamadı. İlginçtir ki; bugünküne benzer şekilde, Erken cumhuriyet döneminde de Yeni Türkiye söyleminin sık sık kullanıldığını görüyoruz.

Ak Saray vesilesiyle söyleyelim ki, özellikle kamu binaları konusunda tarihî şehir ve mimarî birikimimize rağmen bu birikimi irdeleyen, araştıran, yeni üslup geliştiren bir arayış göremiyoruz. Halbuki sadece son dönemde Turgut Cansever’in teklif ve uyarıları bile Yeni Türkiye’nin sembol kamu binalarında bir başlangıç olabilirdi. Ancak sağlığındaki görmezlik tavrı, vefatından sonra da eserlerini görmezlik olarak devam etti/ediyor.

Bu vahim görememe zaafını Ak Parti adına bir talihsizlik olarak not etmek gerekiyor.

Yeni Türkiye vurgularına rağmen, Ak Saray yeni bir mimari üsluba sahip değildir. Bu toprakların tarihinden gelen bir aşıyı göremediğimiz için bir Osmanlı tarzı değildir, bir Selçuklu tarzı da yoktur. Dolayısıyla bu yapı da her ne kadar nesne olarak yeni olsa da fikir olarak muhtevasız, mimarîde üslupsuz Türkiye’nin yansıması, söylemden öteye geçmeyen bir iddia, özetle büyük bir heyuladır.

Ak Saray’ın Selçuklu "saraylarıyla" mukayese edilmesi ve onlara benzetilmesi bir garabettir. Geç dönem bir kamu binası, tarihte mukayese edilecek “örneği bulunmayan” Selçuklu Sarayı’na benzetilmesi “ancak tahsil ile olur bu kadar cehalet” türünden bir tarihe yabancılıktır. 

Selçuklu'da saray diye bir mekânın olmadığını gerek Selçuklu kronikleri gerekse de Selçuklu’yu konu edinen kültür tarihçileri ifade etmektedirler. Bunun temel sebebi; Asya steplerinden kitleler halinde kopup gelen Türk toplulukları ilk defa yerleşik düzene geçtikleri bir dönemde saray diye bir kamu binasına ihtiyaç duymamışlardır. Selçuklu’da saraylar değil, kervansaraylar öne çıkmaktadır ve kervansaraylar da devlet işlerinin görüldüğü, yabancı heyetlerin ağırlandığı, hakan veya padişahlara mahsus kamu binaları değil, adından da anlaşılacağı üzere yolcuların konaklamaları için yol güzergâhlarında inşa edilmiş sosyal kurumlardır.

Tarihî gerçeklik ortaya koyuyor ki; büyük göç dalgalarının yaşandığı, Moğol ve Haçlı baskılarının yoğun olduğu bir dönemde şehirleşmeden ne kadar bahsedilebilirse saraylardan da o kadar bahsedilebilir. Ak Saray’ı Selçuklu tarzı diye pazarlayanların “Selçuklu tarzı”ndan anladıkları; Günümüze kadar gelebilmiş Selçuklu yapılarındaki (kümbet, mescit, kervansaray, vs.) bazı geometrik motiflerin eklektik-arabesk yapılara yapıştırılması olsa gerektir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan tarihi mimarî geleneğinin bir uzantısı olarak inşa ettirmeyi amaçlasa da, projenin devâsalığına ve şaşaasına rağmen iddialı 2023 Türkiye’sine dair bir mimarî anlayışı ortaya konulamamış, eklektik bir yapı ortaya çıkmıştır. 

Şehir mekânlarının mimarî mukayeseleri mimarlık tarihinde önemli bir konudur. Gündeme hiç getirilmedi ama Ak Saray (Cumhurbaşkanlığı sarayı) ın bugün Ankara Ulus’ta bulunan Kurtuluş Savaşı Müzesi (Birinci TBMM binası)’nın büyük ölçekli bir kopyası olduğunu düşünüyorum. Önce 1915 yılında Enver Paşa’nın emriyle İttihat ve Terakki Fırkası’nın Ankara merkez binası olarak temelleri atılan, daha sonra ilk TBMM binasına dönüştürülen yapı ile Ak Saray’ı mukayese ettiğimizde, tarz olarak ilk TBMM’nin büyük ölçekli bir kopyası olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz sanıyorum. Ak Saray’ı tasarlayan mimar/mimarlar böyle bir benzetme veya ilhamdan yola çıkarak mı Ak Saray’ı inşa etmişlerdir, bilemiyoruz. Ancak dikkatle bakıldığında çatıdan temellere kadar -fizikî görünümü biraz modernize ederek- böyle bir benzerliği ortaya koymaktadır. Acaba bu yapı birinci meclis ruhunun sirayet edeceği bir yapı olarak mı düşünülmüştür?

Bu iki yapıdan yola çıkarak şöyle bir benzerlik bulabiliriz: Birinci TBMM binası “Birinci milli mimarlık dönemi üslubu”nun yeni Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk örneklerindendir. Ak Saray da 2023 Türkiye’sinin mimarî üslubunun örneği midir dersiniz? Yukarıda değindiğimiz gibi, keşke Turgut Cansever’in tarihî mimarînin günümüze yansımalarına ilişkin uyarılarına kulak verilse ve O’nun gösterdiği istikamette bir saray inşa edilseydi. Böyle bir yapı, oldukça iddialı “Yeni Türkiye” söylemlerine uygun düşebilecek bir dönemde, gerçeklik ötesi bir imaj olarak zihinlerde yer edebilirdi. Ancak Devletin şehir ve mimarî aygıtı TOKİ marifetiyle gerçekleştirdiği uygulamalar, Yeni Türkiye’nin bir mimarî perspektifi olmadığının da altını çiziyor.

Ak Saray konusunda öncelikle tartışılması gereken husus; maliyeti, büyüklüğü veya kaç odalı olduğu değil, tarihsel mimarî köklerinden beslenen yeni dallar halinde dünü bugüne taşıyan, bugünü yarına bağlayan bir mimarî vasfının olmamasıdır. Ak Saray, seçildiği yerin isabeti bir yana, Ankara’daki yüz yıllık mimarî üslupsuzluğun bir devamı niteliğindedir. 

Kamu binaları cesametiyle değil, cemaliyle mesaj taşırlar ve tarihe mal olurlar.

Tarihî pratiğimizden yola çıkarak bir de şunu söyleyebiliriz: Saraylar büyüdükçe devlet küçülür, devlet büyüdükçe saraylar küçülür. Yeni Türkiye’nin Başkanlık Sistemine geçişin leitmotifi olacağı iddia edilen Ak Saray’a bir de bu gözle bakalım…

http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bir-mekan-okumasi-olarak-yeni-turkiyenin-ak-sarayi
(El Cezire Türk, Kasım 2014)