30 Haziran 2014 Pazartesi

ŞEHRİN “AURA”SI VE ŞEHRİ GÖREMEMEK..


Yahya Düzenli

Medeniyet şehirlerinde sıradan insanların göremedikleri, mekânlardan sızan mânâyı ve şehrin geleni bir mıknatıs gibi içine çeken aurasını ilim, sanat, kültür, tarih, felsefe adamları öyle bir görür ve kavrarlar ki, bir cümle ile o şehrin ruhunu adeta resmederler.

Medeniyet dünyamızın ufuklarından İbn-i Haldun da bu adamlardan birisidir. Gözlemlerini teyakkuz halindeki bir gözlemcinin dikkat ve heyacanıyla aktarır. İbn-i Haldun, hayatını anlattığı “Et-Tâ’rîf” adlı eserinde, Hac niyetiyle 1392 yılı Şaban ayında yola çıktığı Tunus’tan İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye gelir.  “Hayallerin Ötesindeki Şehir” olarak vasıflandırdığı Kahire’yi şöyle anlatır:

“Zilkade ayı başında Kahire’ye geçtim. Dünya incisini, âlem bahçesini, milletler mahşerini, karınca gibi insanları, İslâm’ın eyvanını ve iktidar koltuğunu gördüm. Çevresinde köşkler ve konaklar görünüyordu. Ufuklarında hankâhlar ve medreseler parıldıyordu. Bilginlerden oluşan dolunaylar ve yıldızlar ışıyordu. Nil denizi kıyısı, cennet ırmağını ve gökyüzü sularının kopuş kaynağını andırıyordu. Suyu, susuzunu ve hastasını suluyordu. Dalgaları, onlara meyvalar ve hayırlar sağlıyordu. Kalabalıkları yutan kent sokaklarında, nimetlerle dolu çarşılarında dolaştım.

Bu beldeden, ileri bayındırlığından ve durumlarının geliştiğinden söz edip dururduk. Hocalarımızdan ve arkadaşlarımızdan, ister hacı, ister tâcir olsun görüştüklerimizin Kahire’siyle ilgili sözleri hep farklıydı.”

İbn-i Haldun’un gördüğü Kahire, dönemin medeniyet merkezlerinden biri olarak cazibe odağı-çekim merkezi olmanın ötesinde (bugünün moda deyimiyle) dünya kenti bir şehir niteliğindeydi. Ancak, varoluşunun kemâl devrinde bu dünya kentinin, kimliksiz, şahsiyetsiz, eklektik bir şehir olmadığını, aksine insan, şehir ve medeniyetin sarmalandığı, taşın insanla konuştuğu, mekânların sizi dâvet ettiği bir şehir olduğunu İbn-i Haldun’un gözlemlerinden anlıyoruz.

Öte yanda, müthiş bir savrulmuşluğun ve kimliksizliğin verdiği bilinçaltı kompleksiyle, hiçbir “yeni şehir” kuramamış, var olan şehirleri önce arabesk hale getirip tahrip etmiş, en sonunda da “kentsel dönüşüm” heyulasıyla ‘kendisi’ olmaktan çıkarmış (siyasî rengi ne olursa olsun) bir zihniyetin mahsulü olan beton ormanları, Kahire örneğindeki gibi “yaşanmaya değer” yüzlerce şehirler kurmuş bir medeniyetin düştüğü sefaleti sergiliyor. Bu modern zaman tabutlukları, duyamasak da sanki bize şunu söylüyor: ”Ölçüyü kaybetmenin, zaman ve mekânı tahrip ederek varoluş sebebini yok etmenin, kendine yabancılaşma ve başkalaşmanın sonucu işte bu fecî haldir!”

İbn-i Haldun’un Kahire anlatımında, şehrin sadece ‘mekânlardan ibaret olmadığı’, topyekûn varlığın anlamlı kılındığı bir atmosfer oluşturduğunu görmek gerekiyor.

Bir de yüzyılımızın İslâm dünyasının kaotik şehirlerine, özellikle de ülkemize bakalım. Göreceğimiz şey; dünyayı imar, ihya ve inşa eden bir zihniyetin nasıl imhacı ve istilâcı hale dönüştüğüdür. Akıl alır gibi değil!

Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “kendisinden bir parça koparılınca ortada kendisi kalmaz.” dediği varlığın bütünlüğüne dair bir duyarlılık, ölçülendirme kalmayınca ortaya bu katliâm tablosu çıkıyor!

Bu sadece şehirlerimizde gördüğümüz vahşet! Ancak vahşeti göremeyecek kadar “his iptali” içindeyiz.

İbn-i Haldun’un Kahire’ye ilişkin tespit ve gözlemlerine devam edelim…

İbn-i Haldun Kahire’de Başyargıç El-Makarrî’ye: “Bu Kahire, nasıl bir yerdir?” diye sorar. El-Makarrî ise “Kahire’yi görmeyen İslâm’ın yüceliğini anlayamaz” cevabını verir. Bu soru ve cevap şehirden yükselen medeniyet ruhunu ortaya koyuyor.

İbn-i Haldun Kahire’yi öylesine içselleştirmiştir ki; hocası büyük âlim Ebu’l-Abbas bin İdris’e  aynı soruyu sorar ve şu cevabı alır: “Halkı hesaptan çıkmış gibi”.  İbni Haldun bu cevabı yorumlarken “işaret ettiği milletlerinin çokluğu ve geleceklerine duydukları güvendir” der.

İbn-i Haldun hatıralarında arkadaşı Ebu’l Kasım el-Bercî’ye Mısır Hükümdarı’nın “Kahire’yi sorduğu”nu ve onun da verdiği cevabı aktarır. Arkadaşı Hükümdara der ki: “İnsan bir hayal kurar, ama gördüğü, kurduğu hayaldeki değildir. Çünkü hayal, hissedilenleri aşar. Ama Kahire hariç.  Çünkü hayal edilebilecek her şeyin ötesinde.” İbn-i Haldun Kahire’de kaldığı sürece “gurbeti unuttuğu” nu da söyler.

Gurbeti unutturacak derecede şehrin kendisini sardığı İbn-i Haldun’un Kahire gözlemleri oldukça önemli.  Kahire bu taç şehirlerimizden sadece birisi idi. Aynı yıllarda uzak doğudaki Buhara, Semerkand gibi şehirler de medeniyetimizin zirve şehirleriydi…

Yeryüzünde tarihî şehir ve mimarî birikimini aktif halden âtıl hale getirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum. Tam aksine özellikle batıda ve başta Roma olmak üzere, antik şehir kalıntılarını, ölü mekânları bile şehrin sadece dekoru olarak değil, yaşayan bir değer olarak tarihî derinliğine ve canlılığına şahitlik eden birçok şehir var.

Arka plânındaki şehir ve mimari stoğundan habersiz, karşısına çıkanları da göremeyen, dinamiklerini harekete geçiremeyen bir ülke ve toplumun bu hali nasıl izah edilebilir? Tuhaftır ki; yeni şehir inşa edemeyenlerin şehir imha etmekteki maharetleri de dünya şehir tarihine geçecek bize mahsus başarı(!)lardan birisi olsa gerek.

İbn-i Haldun’un  14. yüzyılda gördüğü Kahire, Osmanlı’nın o yüzyıldaki iki taç şehri Edirne ve Bursa ile mukayese edilebilir, karşılaştırılabilir. Henüz daha İstanbul, Konya, Trabzon gibi şehirler fethedilmemiş, yeniden imar edilmemiştir. Her iki şehrimiz de batılı seyyahların gözlerini kamaştıracak bir güzelliğe, büyüye sahiptir. Yukarıdaki deyimle bu şehirlerde “hayal edilenler hissedilenleri aşar.”

Bir zamanlar “hayalin gerçeğe” değil de, “gerçeğin hayale” dönüştüğü şehirlerimiz vardı. Şimdi ise hayalini kuramadığımız gerçeğini bulamadığımız adına “şehir” denilen mezarlıklar…

Peki, şimdi niçin böylesine, “seyredilmeye ve yaşanmaya değer” şehirler kuramıyoruz? Şehir kurucu irade ve idrakimize ne oldu?

Bu soruya cevap olarak; hâlâ “göçebe” olduğumuzu, yerleşik düzene geçemediğimizi, “çadırımızı sırtımızda taşıdığımızı” mı, yoksa şehir tahrip gücümüzün giderek yükseldiğini mi söyleyelim? Sonsuz hırs güdülerimizin bizi mahvettiği bir çağda bu sorunun cevabını kendimizde aramaktan başka yolumuz yok.

 

23 Haziran 2014 Pazartesi

ŞEHRİN RAMAZAN’I ve RAMAZAN’IN ŞEHRİ…

Yahya Düzenli

Kaybederek geliyoruz…

Kanuni’den sonra başlayan çöküş çığırımız, tedricî olarak Tanzimat ve Meşrutiyetten sonra en büyük kırılma olan Cumhuriyetle kemâle ulaştı… Kayıplarımızın fikrî ve fiili envanterini bile yapamıyoruz. Çünkü “nelere sahip” olduğumuzu bilemediğimiz için “neleri kaybettiğimiz”e dair bir temellendirme kabiliyetimiz de bulunmuyor. Bulmak, neyi kaybettiğimiz kadar, nerede kaybettiğimizi hatırlamayı gerektirir. Onun için büyük yangında kül olan varlığımıza dair hâfızamızı harekete geçiremiyoruz.

Ramazan ayının yaklaştığı şu günlerde “varlığı idrak” için bize lûtfedilen bu ayın imkân ve bereketi, insan ve şehir ilişkisini de yeniden hatırlamak için bir fırsat… Ancak ibadetin ruhunu kaybedip kabukta kalmanın hazin âkıbeti bizi böyle bir idrake götürmüyor.

İnsanın kendisini muhasebe edeceği büyük Ramazan ayı da özünü, ruhunu ve manâsını kaybetti. Birtakım mekanik, biyolojik ve sun’i ritüellerle onu devam ettirmeye çalışıyoruz.

“Şehirde Ramazan” dan çocukluğumuzdaki cami mahyalarını, iftar ve sahur heyecanlarını ve “âh bizim zamanımızdaki ramazanlar yok mu….Nerde o eski ramazanlar?” nostaljisini bir tarafa bırakarak söyleyelim ki; şehrin ruhu kaybolunca o ruhun getirdiği iklim de şehri terkediyor.

Tarihî kültürümüzde şehirlerin vasıfları olduğu gibi ayların da vasıfları var. Ramazan-ı Şerîf olarak nitelenen bu ay, her vasfın üzerinde bir mânâsı var. Yaratıcı’nın rahmetinin yoğunlaştığı bu ayı gerçekten “rahmete lâyık” kullar olarak idrak edebiliyor muyuz?

Ölçünün yerine alışkanlıkların, irfanın yerine idmanın kaim olduğu bir dünyada Ramazan iklimi ne ifade eder ki?

Kaybede kaybede gelenlerin zamanı kaybetmeleri, beraberinde mekân kaybını da getirdi. En son kaybettiğimiz mekân: Şehir… Şehirle birlikte şehri mânâlandıran ruh ve değerleri de kaybettik…

Hele de modern zaman şehirlerinde renk, ışık ve gürültüsü altında Ramazan’ın metalik ve mekanik hale geldiğini gördükçe, insanoğluna muhasebe ve kurtuluş vesilesi olarak sunulmuş muhteşem ramazan ayının geldiğini bile hissedemiyoruz.

Üstad Necip Fazıl’ın 1946 ve 1966 yıllarında “Ramazan” başlıklı iki yazısında ifadesini bulan manasından çok uzağız:  

“Ramazan… Allah’ın, teslim olmuş kullarına, Müslümanlara ihsan ettiği rahmet ve gufran ayı…

..Ramazan…  Bu ay müminlerindir; göklerde görünmez rahmet oluklarından yalnız lütuf ve gufran süzülürken, güneşin doğuşu ve batışı arasında Allah için aç ve susuz kalmayı sevenlerin…”

(Bakın şehrinize ve etrafınıza: Var mı böyle bir mânâ ve sahiplik?)

“….Evet böyle bir devirde, her defa ilânı için bir güneşi kurban etsek az gelecek olan bu azizler azizi zaman kuşağına ait, bu ne mahrem, ne mahcup, ne boynu bükük bir biliş ve bildiriş tarzı!...”

(Bakın şehrinize, böyle bir farkındalık görebiliyor musunuz?)

“Fakat ne çıkar?.. Bu ay göklerdeki rahmet odaklarından yalnız lütuf ve gufran süzülürken, güneşin doğuşu ve batışı arasında Allah için aç ve susuz kalmayı sevenlerindir dedik. Bu ay şimdi beş hasse planında ve 1946 Türkiye'sinde rast geldiği belirsizliğe karşılık, ötelerin sonsuz belirtisini, istiğna peçelerinin en kalını altında sırdaşlarına fısıldamakta değil mi? Allah için aç ve susuz kalmayı sevenler, yeis ve ümitsizliğe düşmeden beklemeyi bilirler.”

Bakın şehrinize, “Allah için aç ve susuz kalmayı seven”leri görecek/misiniz?

Her ânı “eşref saat” olan böyle bir muazzez ayı eğlence ve yemeklerle hedonizm’in ‘bize mahsus’ ritüeli haline getirmek, Ramazan’ı tahfif etmek ve en hafif deyimle bir cinayet…

Verilen iftar yemekleri de maksadını aşmış bir gösteri… Allah Resulü’nün ölçüsü: “yemeklerin en şerlisi sadece zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı yemektir.”

Lüks otellerde “protokol”e mahsus iftarlarda işadamlarının ihale konuştuğu, bürokratın siyasîlerle aynı masada oturup onların nazarlarına erişmek için fırsat kolladığı, “sayın bakan”ların da ‘teşrifleriyle onurlandırdığı”, ezan okunsa bile sayın devletlûlar gelmeden orucun açılmadığı, hoparlörün beyinleri zonklatan tonuyla verilen Kur’an-ı Kerim’in de kahkahalar arasına karışıp yok olduğu Ramazanlar Ramazanın ruhunu değil, ruhunun kaybolduğunu, çığırından çıktığını gösteriyor. 

Özellikle yerel yönetimlerin bu muazzez ayın ruhaniyetine ihanet edercesine yaptıkları toplu gösteriler, eğlenceler ve etkinlikler, Ramazanı bir festival ayı haline getirmektedir.

Ramazana birkaç gün kalmışken TV’lerde, şehri donatan ilanlar ve billbordlarda bu muazzez ayın ‘oruç ve muhasebe’ şuurunu değil de, “Ramazan eğlenceleri” adıyla bayağılaştırılması idrak sefaletimizin ibadetlerimize kadar sirayet etmesini gösteriyor.

Görünen o ki, bu yıl da aynı ritüel devam edecek!  İftar havası ve Ramazan ruhu olmayan ritüeller!

Üstad’ın “İnsan başını eşşek kafasından ayırt eden biricik kaygıyı, ebediyet kaygısını besleyecek bir heyecan…Mezardan ötesinin hesabını verecek bir heyecan… Ölmezliğimizi taahhüt altına alacak bir heyecan…” cümlelerinde ifadesini bulan ruhani heyecanla Ramazan’a girenlere ne mutlu!

Huzuru ‘huzurda olma’nın verdiği idrakle bulabilmek! Üstad’ın tabiriyle “kalabalıklar içinde ulvî münzevi olmak”.. Mesele de bu!

“Şehrin Ramazanı”na ve “Ramazanın Şehri”ne erişenler, onlardır ki “Şehir ve Uamazan idraki”ni taşırlar! 

Mâsivâ’ya rağbetin ibadetlerin ruhunu kaybettirdiği bir dünyada “şehrin Ramazanı”nı da “Ramazanın şehri”ni de anlayamıyoruz, tanımıyoruz.

Zâtıyla da delâletiyle de rahmet ayı olan Ramazan'ın bereketiyle kendimizi muhasebeye dâvet edebilecek miyiz?

Umarız katledilmiş ruhumuz Ramazan’ın irfanıyla, şevkiyle bir nebze kendine gelir ve hepimiz bir an olsun içimizdeki kendimizi, kayıp ruhumuzun mağaralarında yankılanan gerçek sesimizi dinlemiş oluruz.



17 Haziran 2014 Salı

“NECİP FAZIL ÖDÜLLERİ” İSTİSMARI! -Bir itibarsızlaştırma operasyonu-


 Yahya DÜZENLİ

Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz;  daha doğrusu insanların, her yeni vukuatıyla sınır tanımaksızın bütün kıymetleri dejenere etmekte mahir olduğu bir zavallılar ülkesinde... Gün geçmiyor ki, iltihaplı idrakler  idrak ehli nasbedilmiş olmasın, irtifaı düşük bir fikir ve sanat ikliminde arz-ı endam etmesinler!

Üstad Necip Fazıl’ı sağlığında, ne yazık ki, bir türlü “kabullenemeyen” ve reddetmeyi ise âli menfaatleri bakımından “faydalı” bulmayan çeşitli zümreler, bilinçaltlarındaki ifrazatları Üstad âlem-i bekâ’ya intikal ettikten sonra değişik vesilelerle kusmuşlardı.

Bugünlerde ise bir istismar ve menfaatlenme söz konusu.

Niyet okumuyoruz; niyetlerin amellere bakarak okunacağı trajik bir olaya değinmek istiyoruz.

“Yeni Türkiye’nin Gazetesi” Star, “Necip Fazıl Kısakürek’in mirasını yaşatmak” amacıyla (!)  “STAR NECİP FAZIL ÖDÜLÜ VERİYOR”  başlığıyla duyurduğu haberde “nesillerin üstadı şair ve düşünce adamı Necip Fazıl Kısakürek adına edebiyat ödülü ihdas ediyor. Ödül için ilk jüri toplantısı dün Star Medya binasında gerçekleştirildi.” diyor  ve adeta müşterileri ucuzluk kampanyasına çağırarak market rafına davet ediyor.

Üstad’ın hâtırasına hakaret ancak böyle olabilir!

Star Gazetesi’nin, Üstad’ın fikir ve sanat karakterine bağlı dost ve takipçilerinden hiç kimseyle istişarede bulunmaksızın, üstelik aileyi ve Büyük Doğu Yayınlarını dışarıda tutarak, alelacele işe girişmesi, yangından mal kaçırır gibi tuhaf ve açıkgözce yapılmış bir başlangıç...

Ve kamuoyu, “bu Gazete, hangi fikir, hak ve ehliyetle böyle bir işe kalkışıyor” diyemeden Jüri açıklanıyor. Adeta kutsal bir konsül. Jüride kimler yok ki! (Rasim Özdenören, Beşir Ayvazoğlu, Osman Konuk,  Turan Karataş, Fatih Andı, Hicabi Kırlangıç, İbrahim Kiras) İçlerinde iyi niyetli olanlar bulunduğunu mahfuz tutarak söyleyelim ki, Üstad hakkında rezervli, mesafeli, O’nun henüz “bir idol olduğu”ndan hakkında konuşmanın erken olduğu”nu söyleyenlerden (Beşir Ayvazoğlu), Üstad’ın siyasi görüşlerini benimsemediğini yazılı bir mektupla kendisine bildiren Rasim Özdenören’e (20.5.1978), Üstad hakkında tek bir kelime yazmamış, konuşmamışlara kadar kimler yok ki! Birkaç gün yapılan bu flaş flaş flaş yayına bazı payandalar da bulunuyor ve “Oooo Necip Fazıl Ödülü çok iyi olur, harika!” cinsinden mikrofonlar da konuşturuluyor.
  
Bir de bakıyoruz birkaç gün sonra ödüller açıklanıyor. Öyle bir tezgâh ki insanın beyni donuyor!

Star gazetesi meydan muharebesi kazanmış muzaffer bir edayla ve sirkatin söyleyen  merd-i kıpti tarzı ile  ödülleri açıklıyor: “Gazetemiz Star tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen Necip Fazıl Ödülleri’ni kazananlar belli oldu. Şiirde Hüseyin Atlansoy, hikayede Güray Süngü, fikir araştırmada Gülru Necipoğlu ve İsmail Erünsal ödüle layık görüldü. Necip Fazıl Saygı Ödülü ise Nuri Pakdil’e verildi.”

Jüri, ödüle lâyık görülenleri açıkladıktan sonra, kendisine de ödül verilen uzun süre ortalarda görünmeyen Nuri Pakdil’in böyle bir ödülü kabul etmeyeceğini tahmin ederken, birdenbire Star gazetesine yaptığı açıklama ile şaşkınlık meydana getirdi. Nuri Pakdil’i güya yeniden hayata kazandıranlar onu kullanmakla kalmayıp, onu da tezgâhın bir malzemesi haline getirdiler.

Pakdil, yaptığı yazılı açıklamada ödülü almasını traji-komik bir gerekçeyle, “hiçbir ödülü kabul etmeme” ilkesini saklı tutarak, Üstad’ın “aziz hatırasına saygı”nın gereği kabul ettiğini belirterek “…Aslında, geç kalınmış olmakla birlikte, Star gazetesinin üstad adına böyle bir ödül ihdas etmesini de, çok güzel bir kadirşinaslık örneği olarak alkışlıyor ve kutluyorum. Bu vesile ile Star gazetesinin değerli yöneticilerini, sayın jüri üyelerini ve tüm kamuoyunu devrimci bilinçle selamlıyorum.” diyor.

Üstad’ın hâtırasına saygısızlık edenlerden ödül almanın ve bu ödülü meşrulaştırmanın Üstad’ın hatırasına nasıl bir saygı ifade ettiğine mânâ veremiyorum. Ödül verenlerin sanki böyle bir meşruiyeti veya Üstad adına böyle bir tasarruf yetkileri varmış gibi, Nuri Pakdil ödülü adeta “kutsuyor” ve karşısında ‘klâs bir duruş’la “devrimci bilinçle selâma” duruyor!  
Diğer ödül verilenler bir yana “Üstad’ın aziz hatırasına saygı”nın bir gereği bu ödül hiç olmazsa Nuri Pakdil tarafından geri çevrilebilirdi. Çünkü Pakdil’in “Üstad’a olan saygısı”ndan dolayı bu tarzda düşünmesi doğru olmakla beraber, işin ayağa düşürülmesi endişesiyle ödülü reddedebilirdi!
Meğer gücü ne kadar yüksekmiş ödülün!
Bu ödül tezgâhı ve ödüllerin verildiği isim ve eserleri görünce Üstad’ın hatırasına, fikrine, davasına yapılmış en büyük saygısızlıklardan biriyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Ayrıntılarına girmek istemiyorum.  

Fikir, sanat ve edebiyat dünyamızın sefaleti şuradan belli ki; sun’i biçimde ihdas ve icad edilen “ödül müessesesi” giderek kiliseleşiyor. İstediklerini aforoz ediyor, istediklerine de endülijans dağıtıyor. Suyun “bu yakası” da eserleri ve kalitesiyle değil, bu “ödül ritüel”liyle varoloşunu anlamlandırmaya başladı (!)

Bu güruh’a, Üstad’ın fikir ve sanat adamının takdir beklemediğine ve onun “daimi bir isyan halinde ve ideal hayatı arama cehdinde” olduğuna vurgu yapan şu ifadelerini hatırlatalım:

“Bir Fransız edibi, bu ince hikmeti şöyle ifadelendiriyor.

- «Üç şey gerçek sanatkârı şerefsiz kılar: Fransız Akademisine âzâ kabul edilmek, (Lejyon d’onör) nişanıyla lûtuflandırmak, zamanenin münekkidi tarafından övülmek…”
Üstad’ın vasiyetine, fikrine, hatırasına saygı diye bir edep ölçüsü tanımayan bu gürûh niçin böyle bir ÖDÜL İCAD VE İHDAS ETME şehvetine kapı aralamıştır?


1.      Şair, fikir adamı ve sanatçı NASBETME, yandaşlarına kıymet, şöhret ve meşruiyet kazandırmak için Necip Fazıl ismini kullanma.

2.      Yunus Nadi, Abdi İpekçi, Nazım Hikmet veya Simavi Ödülleri gibi şuuraltında “sola benzeme kompleksi”yle meşhur isimleri kullanma ukdesi.

3.      Başta Başbakan olmak üzere iktidara şirin görünme. Çünkü ödül töreninde muhtemeldir ki Başbakan da bulunacak ve önünde tazime duracaklar. Başbakanla göz teması onlarda sihir etkisi yapacaktır.

4.      En önemlisi de Üstad’ın ismini itibarsızlaştırma, ayağa düşürme.

Üstad’ın fikrine, anlayışına, irfanına, davasına zıt “ödül” mantığı ve ödül verilen isimler ve eserlerin kalitelerine de demeli! Ödül verilen eserlerin bazılarındaki muhtevaların Üstad’ın fikir dünyasıyla asla uyuşmayan nitelikte olduğuna da vurgu yapalım. Hiçbir kriterin söz konusu olmadığı bir “paslaşma”nın sonucu mu verildi? diye sormak istiyoruz.

Şunu söyleyelim ki; ‘kerametleri kendilerinden menkul’, nasıl nasbedildikleri meçhul seçici jürinin kifayet ve ehliyetsizliği bir tarafa, ödül verilen kişi/eserlere baktığımızda edebiyatımıza malolmuş hiçbir yönlerinin bulunmadığına ve verilen ödüllerin bir anlamda Üstad’ın fikri ve şiiriyle istihza anlamına da geldiğine de vurgu yapalım. 
İdrakin bu seviyesizlikte süründüğü fikir ve sanat takdir edicilerinin samimiyetsizlikle malûl “ödül tezgahı”…

Hâlâ Üstad’ın ismi üzerinden geçinmeyi kendisine ahlâk/sızlık edinmiş güruhların varlığı fikir ve ahlak sefaletine ne güzel örnek teşkil ediyor!

Rahmetli Üstad’ın 1940’larda “Dava mı rezalet mi?” başlığı altında yazdığı bir yazısındaki şu cümleleri sanki bugünlere nazar ederek yazılmış gibidir: “İtiraf etmek lazım ki memleketimizde idrak seviyesi hâlâ, gaz tenekelerini birbirine çarparcasına çıkarılan kof şamatalardan üstün bir ses cevherine takılabilmek istidadında değil… Karanlığın bile tenezzül etmiyeceği bayağılığı, bu dava kılıklı rezalette seyredin!” 

Üstad’ın kendi deyimiyle tam bir cenin-i sakıt olarak nitelendirebileceğimiz bu girişim, tasarlanmış, üzerinde derin düşünülmüş bir Necip Fazıl’ı itibarsızlaştırma operasyonu”dur.

Şunu söyleyelim ki; Necip Fazıl’ın zâtı ve ismi her türlü itibarsızlaşmaya müsaade etmeyecek kıymettedir. Böyle bir ödül ihdasının bir diğer mânâsı; Necip Fazıl artık tarihsel bir dönemde arkeolojik bir malzeme olarak kaldığı, artık fikirleri ve şahsının da “müzelik” hale geldiği ve sadece hâtıralarda yerini alacağıdır. Onun için de adına “ödül” tesis etmek onu yâdetmenin (yâni unutturmanın) en iyi yoludur(!)

Bazı kamu  kurumları, Belediyeler, kuruluşlar, vs.’nin olur olmaz her yere (parklara, iş merkezlerine, caddelere, vs.) Üstad’ın adını koymaları da Üstad’ın adının itibarsızlaştırılmasına yönelik bir çabadır. Bunu yapanlar, yaptıklarının bile farkında değiller!

"Lâfımın dostusunuz, çilemin yabancısı" diyen Üstad'ın dil, tarih, fikir, sanat, şiir hassasiyetleri ve taviz vermez duruşuyla tam anlamıyla tezat teşkil eden bu teşebbüsten dolayı STAR GAZETESİ’ni tebrik ediyoruz! Üstad’ın sağlığında küfür cephesi’nin beceremediği  itibarsızlaştırmayı, Üstad’ın ismini pazara sürerek becerdiniz ve ÖDÜL AVCILARInın ekmeğine yağ sürdünüz!

İlk defa Üstad’ın eliyle ve Büyük Doğu’yla varlık ifade eden bazı edebiyatçıların hayatları mübalâğalı ve taşra medhiyesi biçiminde dizi haline getirip abartılır ve olmayan misyonları kendilerine yüklenirken, Üstad’ın isminin bu şekilde istismar edilmesi oldukça manâlıdır! Eğer Üstad adına “bir şey” yapılacaksa en başta eserlerine yönelik, O’nun inanış, duyuş, ölçülendiriş ve muhtevasını konu edinen büyük prodüksiyonlar niçin düşünülmemektedir? Şüphesiz böylesine bir şeyin üstesinden gelmek zor!
Üstad’ın mükemmel(!) bir zamanlamayla adına ödüller ihdas etme bahanesi ve tezgâhıyla itibarsızlaştırılması asla affedilecek bir durum değildir! Aslına bakılırsa bu teşebbüs kendilerini itibarsızlaştırma teşebbüsüdür.
“Bizim zamanımızda küfürden bir buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle bu küfürden buzdağını erittik. Şimdi ise geç geçebilirsen çamurdan!” diyen Üstad’ın vefatından sonra da fikrî tasarrufu devam ediyor. Üstad’ın erittiği buzdağında oluşan çamur hızla yayılmaya devam ediyor. Hiçbir fikir, dava, ahlâk, hürmet, haşyet hissi taşımadan, müthiş bir hazımsızlık, edep ve haya sınırlarını aşan bir saygısızlıkla hem de.
Yüzyılımızın kıvrandığı, coğrafyaların yerinden koptuğu ve sınırların yeniden çizilmeye başlandığı, merkezinde de Türkiye’nin mutlaka muharrik ve fail olarak başrolü alması gerektiği bir devrede, Üstad’ın  müthiş bir mükellefiyet idrakiyle “İslâm’ı Yenilemek” başlığıyla İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak kaleme aldığı manifesto niteliğindeki yazısında geçen şu tarihi tesbiti hatırlıyoruz:

“İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye'de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye'de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar... İslâm’ı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felaketleri Türkiye'sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki halinde zuhur etmekle mükellef... Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir...”

Bu tarihî ihtarı yapan ve mes’uliyet idrakini telkin eden Üstad’ın davasına yapılacak en büyük saygısızlık “yerli görünümlü” ödül koyucular ve jüriden geliyor!

Üstad’ın “En ulvi tecrit ve manalandırmalara çok defa en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur..” hikmetinin yeri de tam burası.

Yazıklar olsun Üstad’ın hatırasına bu denli saygısızlık yapanlara!
Yazıklar olsun Üstad’ı kendi kışır idraklerine hapsedenlere!
Yazıklar olsun Üstad adına narsist ruhunu tatmin etmek isteyenlere!

Ödüllerin verildiği adreslere bakınca bu ödüllerin söz konusu Jüriye yakıştığı kaydını düşerek yazımızı Üstad’ın mısralarıyla bitirelim:

“Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama!
Çatla Sodom Gomore, patla Bizans ve Roma!”

Daha ne söyleyelim!
Ne yaptığınızın, nelere sebep olduğunuzun ve olacağınızın farkında mısınız?
Yapılacak en hayırlı iş; Üstad’ın fikrine ve davasına saygısı olan herkesin bu hadiseye tepki vermesi, jürinin lağverilmesi ve “Necip Fazıl Ödülleri”nin iptal edilmesidir.
Yüzü olanlar utanır !



16 Haziran 2014 Pazartesi

“ŞEHİR EŞKIYALIĞI”NIN YÜKSELİŞİ!


Yahya Düzenli

Yazımıza başlarken evvelâ lügata bakalım. Eşkıya; arapça şakî’nin çoğulu olarak dağ hırsızları, yol kesiciler, haydutlar demek. Osmanlı döneminde yaptıkları işlerden menkul olarak erbâb-ı fesâd, gürûh-i eşkıyâ (eşkıya takımı), bağî, ser-gerde, farsça râh-zen (yol kesici), şekavet-pîşe (eşkıyalığa alışmış) nâmıyla da anılır olmuşlar.
Eskiden kervanlar uzun yolculuklara çıkmadan evvel “eşkiyanın ne yapacağı belli olmaz” diye tedbir alırlardı. Bazen kendilerini baskınlara karşı koruyacak paralı muhafızlar tutarlar,bazen de kervanın yoluna sâlimen devam edebilmesi için eşkıyalara ikramda bulunurlar, rüşvet verirlerdi.

Yâni anlaşılan o ki eski eşkıyalar da “geçim derdinde” idi. Geçimlerini, masallarda dinlediğimiz türden kervan basma, insanları soyma, şehirleri yağmalama ile sağlarlardı. Böylece nâmları etrafı titretirdi. En önemli silahları: Cür’et ve gözlerini kırpmadan adam öldürmeleriydi. Astığı astık, kestiği kestiklerdi. Yasa dışı güç sahibiydiler.

Eşkıyalık, şimdilerde trasformasyona ve metamorfoza uğrayarak şehre indi.

Kim nasıl düşünürse düşünsün, hangi siyasîler “şehir-mimari-medeniyet” nutukları atarsa atsın, şehirlerimiz artık yağmalanan, yok edilen, bütünlüğünden hiç bir eser kalmamış kadavra parçalarına dönüştü. Katledilen coğrafyasıyla birlikte dokusu ve ruhu da yok edilen şehirlerimiz artık şehir eşkıyasına teslim edilmiş, terkedilmiş durumda. Şehrin şakîleri artık şehrin sahipleri haline geldi. Eşkıyalar eskiden dağlarda gezer, dağlarda yaşardı. Talan zamanı şehre inerdi. Şimdi onların yerini şehir eşkıyası aldı.

Bizim bahsettiğimiz şehir eşkıyaları; gazetelerin 3. sayfalarında yer alan, gece bar, pavyon basıp gündüz cadde-sokaklarda terör estiren, avantür cinsinden eşkıya değil. Bunlar ‘konjonktürel’ fırsatları ranta çeviren, beyefendi görünümlü eşkıyalar.

Asıl şehir eşkıyalığı, uzun süredir “kentsel dönüşüm” kelime-i  mukaddese’nin imkân, fırsat ve rantıyla şehirlerimizi kasıp kavuran türden bir eşkıyalık…

Hiç kimse bu eşkıyalığa dur diyemiyor. Çünkü eşkıyalık bir birlikte varoluş biçimi haline geldi. (Mutualizm: iki organizmadan her ikisinin de birbirinden karşılıklı yararlandığı ortak yaşam biçimi). Çünkü "dur" demesi gereken bazı eşhas da bu eşkiyalıktan nemalanıyor.

Eskiden eşkıya gürûhu şehrin-mahallenin gözü pek, korkusuz, gözünü kırpmadan adam öldürmeye meyyal olan tiplerinden oluşurdu. Eski eşkıya gücünü kanunsuzluktan alırdı. Şimdilerde ise örgütlü ve gücünü “kentsel dönüşüm” denilen kutsal mevzuatla dokunulmaz hale getirilmiş yasal zırhlardan alıyor.

Şehir eşkıyalığı bir zihniyetin ürünü. Şehri yıkmak ve yerine eşkıyanın kural koyuculuğunda rant mekanları oluşturmanın adı “kentsel dönüşüm” ve “marka kent” oldu. Şehir eşkıyaları şehri yıkmakla, talan etmekle kalmıyor. Hâtıraları yok ediyor, tarihi, kültürü yok ediyor.

Eşkıya kuşattı şehrin her tarafını. İstediği yere saldırıyor. Silahları değişti: Gökdelenler, AVM’ler, Rezidanslar, Kuleler.. Silâhların gölgesine sığınanlar imtiyazlılar…

Şehir eşkıyasının tahribatı korkunç. Dağ eşkıyası sadece saldırdığını öldürüyordu. Silahlarının tahrip gücü ve yayılma alanı sınırlıydı. Şehir eşkıyası ise şehrin coğrafyasını ve dokusunu bozmakla kazma vurduğu yerde kalmıyor, patlayan bir kimyasal reaktör gibi radyasyon yayıyor, gelecek nesillere de zarar veriyor. Bu şehir eşkıyaları şehrin topografyasına saldırıyor, kervan yerine şehrin dokusunu soyuyor, siluetini talan ediyor, şehri tarihten koparıyor, şehri kendisine yabancılaştırıyor.

Eşkıyalık suç mudur? Yapana ve cinsine göre değişiyor. Pascal’ın söylediği gibi eşkıyalar “Pirenelerin bir tarafında kahraman, diğer tarafında haydut”  olabiliyor. Bir zamanlar kanunsuzluğa “eşkıya kanunu” denirdi. Dönüp dolaşıp modern zamanların taşralı Türkiye’sinde aynı yere geldik.  

Eşkıyalığın suç olmaktan çıktığı tek ülke herhalde burasıdır. Eşkıyalığın yâni şehir talancılığının.

Peki, bu şehir eşkıyalarına karşı ahali ne yapıyor? Ahali, halinden gayet memnun. “Kentsel dönüşüm”le gelen eşkıya kasırgasını zevkle seyrediyor. Çünkü eşkıyaya eşkıya denmiyor artık, ahali eşkıyanın sunduklarından memnun, kendin, geleceğinden ve şehrinden götürdüklerinin farkında değil.. 

Modern zamanlarda da şehir eşkıyalarının talanlarına karşı şehri korumak için muhafızlara acil ihtiyaç var. Çünkü kervanın sahibi yok. Kervan adına ahkâm kesenlerin tamamı neredeyse eşkıyalarla işbirliği içinde.

Günümüzde isimleri değişti. Eşkıya “mafya” oldu, “marka” oldu, “grup” oldu, “konsorsiyum” oldu, ‘yerel yönetim’ oldu, ‘çevre ve şehircilik’ oldu.

Osmanlının son döneminde olduğu gibi, devlet otoritesinin kalmadığı zamanlarda coğrafyanın tamamında silahlı eşkıyalar baş gösterdi. Eşkıyalar bazan rical-i devletle “ortak”lıklar kurdular, devleti de arkalarına aldılar. Öyle ki devletin valilerine bile gözdağı verir oldular. Sıkı ise Valiler eşkıyaların rezidans, AVM, gökdelen açılışlarına katılmasınlar bakalım! Sadârete bir telefonla merkeze çekilmeleri an meselesidir.

Evet… Eşkıyalık sadece isim ve fonksiyon değişikliğiyle yoluna devam ediyor. Hani “değişerek devam etmek” diye bir kavram var. Onlar da isim değiştirerek yollarına yâni talanlarına devam ediyorlar.

Kim demiş, “Devlet eşkıyayla pazarlık yapmaz.” Eskinin eşkıyası “fesâd u şekâvet”le kervana saldırıyor, yağmalıyordu. Mürtekip ve mürteşi Devlet ricali de onların hamisi idi. Şimdi durum farklı mı? Şimdinin eşkıyası da şehri fesad ü şekavetle talan ediyor, rical-i siyaset de ganimetlerden pay alarak şehrin katline yol açıyor.

İlginç bir not ekleyelim: Klâsik fetvalarımızdan öğrendiğimize göre bağî ve eşkıyanın cenaze namazı kılınmaz. Şehir eşkıyalığının akıbeti de bu denli vahimdir. Gerçi şimdi musalla taşına kimi getirirseniz getirin, cenaze namazının ruhsuz bir ritüele dönüşmesiyle saf tutuluyor, hatta bu bağlamda şehir eşkıyalarının cesetleri daha da itibar görüyor. Cenaze törenleri ihmal edilmiyor, çünkü şehir pazarlıkları için oldukça önemli ve hatırlı ricale sahne oluyor.

Şehirlerimizi eşkıyaya teslim etmekten başka yol yok mu?

Kim söylemişse yerinde söylemiş: “Taşları bağlamışlar köpekler serbest. Eşkıya düze inmiş yiğitler derdest.” Ne acıdır ki artık, "Burası eşkıya yuvası değil!" diyecek yiğit de yok.

Metaforlarla imâlı bir şeyler mi anlatmaya çalışıyoruz. Hayır! Anlayan anlıyor!

Eşkıyalar nerde? Eşkıya başı kim?

Bakın etrafınıza, şehri istilâ ve talan edenleri göreceksiniz.