27 Ekim 2014 Pazartesi

FETHİN 553. YILDÖNÜMÜNDE TRABZON’A DAİR…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

26 Ekim 2014 Trabzon’un fethi’nin 553. Yıldönümü…

Hamaset dolu ‘kutlama’ların ruhsuzluğunun idrakinde olarak vurgulayalım ki; kadîm bir tarih, kültür ve derinliği olan bu şehrin Osmanlı medeniyet dünyasına katılmasının ve büyük roller üstlenmesinin önemine dikkat çekmek gerekiyor. Ki, bu şehrin yaşayanları, belki “nasıl bir şehirde bulundukları”nın farkına varırlar.

15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen, yeniden imar ve inşa edilen üç önemli şehrimiz vardır. Bu şehirler: İstanbul, Saraybosna ve Trabzon’dur. İstanbul 1453’te, Trabzon 1461’de, Saraybosna da 1463’te Osmanlı topraklarına katılmıştır.

İstanbul’un 1204’te Haçlılar tarafından işgalinden kaçan Bizans Hanedanının kurduğu Trabzon Komnenos İmparatorluğu, 26 Ekim 1461 günü fetihle birlikte Roma İmparatorluğu’nun kalıntısı son devlet olarak tarihe karıştı. Böylece Anadolu’nun Malazgirt’le başlayan fethi 390 yıl sonra Trabzon’la tamamlandı. Selçuklu tarihçisi Prof. Osman Turan “Türkler Selçuklular devrinde Anadolu’yu fethettikleri halde bu cennet sahillere sahip olmakta çok gecikmişlerdi. Bir yandan yüksek ve sarp dağlar, öte yandan Haçlı taarruzları buna sebep olmuştur. Bunun ilâhi bir hikmeti olsa gerek. Zira Hazret-i Peygamber İstanbul’un fethini nasıl Fâtih Sultan Mehmed’e tebşir etmiş ise, bütün Rum devletleri gibi, bu güzel belde de sanki O’nun mübarek tarihî kılıcını beklemiş ve bu sâyede Türk-İslâm diyarı olmuştur.”  diyerek bu gerçeğe temas eder.

Bu üç şehrin coğrafyasına baktığımızda şöyle bir sembolik anlam çıkarabiliriz: İstanbul bir vücudun kalbi gibi Osmanlı coğrafyasının ortasında, Saraybosna coğrafyanın en batı ucunda, Trabzon da en doğuda medeniyet şehri olarak adeta payitaht İstanbul’un kalp atışlarının kendilerinde hissedildiği taç şehirlerdir.

İstanbul’da okunan ezanın dalga dalga yayılarak batıda Saraybosna’da, doğuda Trabzon’da yankılandığı bir medeniyet coğrafyasının ‘değer taşıyıcı’ şehirleri...

Osmanlı’nın klâsik dönemi olarak ifade edilen 15. ve 16. Yüzyıl, aynı zamanda Osmanlı medeniyetinin şehir ve mimarîde kemâle ulaştığı, fethettiği şehirleri “yaşanmaya değer” bir medeniyet iklimine büründürdüğü dönemdir. Osmanlı'nın bu döneminde fethedilen bölgeleri anlatan bütün kronikler, Padişahın fetihle birlikte şehirlerin mâmur ve bayındır olması için “imar ve inşa”sını emir buyurduğunu yazar. Aşıkpaşa, İbn-i Kemal, Tursun Bey bunlara örnek olarak sayılabilir. Mesela, erken dönem Osmanlı kroniklerinden Tevarih-i Âl-i Osman’da Oruç Bey, “Çün şehir tamâm oldu”, “evler bünyâd itdiler”, “Şehri ma’mur itdi” gibi ifadeler kullanır.

Fatih’in de şaheser bir şiirinde söylediği gibi;

“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür.
Reâyâ kalbin âbâd itmekdür!”

Fatih Sultan Mehmed’in fetihle birlikte Trabzon’a girişine ilişkin Bizans tarihçisi Kritovulos şunları söyler: “…Bundan sonra Sultan şehre girdi. Şehri dolaştı, durumunu gözden geçirdi, güvenliği için tedbirler aldı, bölgenin ve şehrin çeşitli üstünlüklerini, içindeki binaları ve halkını inceledi. Kaleye ve hükümdar sarayına gitti, kalenin sağlamlığına ve sarayın yapısına ve haşmetine hayran kaldı ve şehrin her bakımdan takdire değer olduğuna kanaat getirdi…”

Fethi “bir milletin, bütün zaman ve bütün mekân plânına hâkim bir kudret ve şahsiyetle atılma ve yayılma hamlesi” ve “medeniyet ve şahsiyet zaferi” olarak tanımlayan Üstad Necip Fazıl, fetih yıldönümü anmalarına ilişkin “… sene evvelki medeniyet ve şahsiyet hamlemizi anarken, onu bu defa sâde mekân plânında değil, zaman plânında da, yâni ruh ve kafa âleminde de daha ileriye, daha gerçeğe ve şahsiliğe götürmeye mecbur olduğumuzu şuurlandırmalıyız! Biricik davamız budur!  der. Rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in de “fetih nice kapıları açar” dediği, fethin açtığı kapıdan şehirlilere yüklediği mes’uliyet işte budur.

Ahmet Davutoğlu da ‘Fetih ve Medeniyet’ başlıklı bir bildirisinde Osmanlı’nın fetih gerçeğine vurgu yapar: “Osmanlı bütün tarihi kuşatma azmindeydi. Fetih de o tarihi derinliği taçlandıran ve o tarihî derinliğe mekân kazandıran bir olguydu. Onun için de fethin karşılığı bir medeniyet dönüşümüdür…”  

Dünyaya “devlet-i ebed müddet” bir nizam, batılıların deyimiyle “Pax Ottomana: Osmanlı barışı” kazandıran üç büyük hükümdarın ayak izlerinin halâ silinmediği medeniyet şehri Trabzon, bugün yazık ki bu izlerin bile farkında değil. 553 yıllık tarihî hafıza, şehir gerçekliğinden kopmuş, onu unutmuş. Boşalan hafıza tarihî derinliğini ve yaşanmışlığını hatırlamıyor.

“Gökyüzü çadırınız olsun” diyen Osman Gazi’nin medeniyet bânisi üç büyük evlâdı Fatih’in, Kanuni’nin, Yavuz’un şehri bugün yeryüzünü kuşatan çadırın altında, nerede olduğunu bilemiyor, kendisini tanıyamıyor.

Bugünkü şehir, tarihî aidiyetin hâlâ peşinde olduğunu anlayamıyor, bu aidiyetin ayak seslerini işitemiyor.

Tarihî aidiyet, tarihte özne olmuş şehirlerimizin süreklilik içerisinde bulunduğu havzada önemini koruması için önemli bir ihtar ve ikaz olsa gerek. Coğrafyanın sağladığı imkân, tarihi derinlik ve stratejik konum, bu şehirlerimizin kendi kalarak devamı için önemli avantajlardır. Oysa birçok tarihî şehrimiz bu potansiyele sahip iken, ne yazık ki tarih, medeniyet ve şehir idrakinden nasipsiz siyasîler ve yöneticiler elinde yıpranmaya, çürümeye, yabancılaşmaya terk edilmişlerdir.

Trabzon bahsettiğimiz bu üç önemli özelliğine rağmen enerjisini modern zaman şehirlerine musallat alanlarda tüketmektedir. Medeniyetin tecelli mekânı olarak şehirlerimizin bugün şehircilik ve kentsel dönüşüm, marka kentler, dünya kenti kompleksleriyle ne hale getirildiğini, nasıl ifsat ve imha edildiğini Trabzon gerçeğinden de okuyabiliyoruz.

553 yıl önce kendisine atfedilen önem, yüklenen ve yükselen mânâ bugün kayboldu. Bu manâyı anlayacak, kavrayacak bir şehir yöneticisi ve siyasî göremiyoruz! Şehrin futbol ve folklora kilitlenmiş enerjisinde kaybolan şehir halkının hafızası da yok oldu. Şehirde safariye çıkan rant avcılarının tarihî derinliğe sahip Trabzon’u ne hale getirdikleri gözler önünde.

553 yıl önce Fatih’i Trabzon’u fethetmekten vazgeçirmek isteyen Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan annesi Sara Hatun'u kendisine gönderdiğinde, Trabzon’u kuşatan sarp yamaç ve ormanlar içinde atından inmiş, terlemiş bir vaziyette bulur ve Hay oğul! Bir Turabuzon için bunca zahmetler çekmek nedür?” dediğinde “Ana! Bu zahmetler din-i İslâm yolundadır. Kim ahrette Allah huzuruna varıcak hacil olmayavuz deyüdür…” cevabındaki memuriyet ve mes’uliyeti idrak etmek gerekiyor.

Bugün de bir zamanların medeniyet şehri Trabzon, kendisi için zahmet çekecekleri, kendisini şehre ait hissedecekleri bekliyor!

Üstad Necip Fazıl’ın 1946 yılında İstanbul’un 500. Fetih yıldönümü vesilesiyle yazdığı “Fatih Şöyle Dese” başlıklı yazısından bir bölümü şehrimiz Trabzon’u düşünerek okuyalım:

“Kendi iddianız ve tabirinizle, İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyorsunuz. Ne yüzle buna hazırlandığınızı, ne bakımdan bu fethin topraklarında irfan ve zevk vârisliği hakkına liyakat iddia edebildiğinizi sormak isterdim!”

Bu ihtar ve vasiyetle şehrimize bakabiliyor muyuz? Veya bu ihtarın gereğini yapabiliyor muyuz?

Niçin bu şehirdeyiz veya nasıl bir şehirdeyiz sorularının cevabını doğru olarak verebilmek için bu şehrin ruhunu, kadîm tarihini, kimlerin medeniyet havzası olduğunu anlamak lâzım.
 

20 Ekim 2014 Pazartesi

HUZUR VE TEFEKKÜRDEN KORKU GALERİSİ’NE: ŞEHİR VE MEZARLIK


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
 
Modern zaman şehirlerinin giderek antik dönemlerin nekropollerine benzer bir beton mezarlığına dönüştüğünü söylemek, ispat istemeyen bir gerçek olsa gerek. Hangi şehrimize bakarsak bakalım panoramada göreceğimiz odur ki; modern zaman nekropollerine dönüşen şehirlerimiz artık sadece ölüler şehrinden ibaret bir gerçekliğe yataklık etmektedir.
 
Bizim medeniyetimizin "yaşandığı" kadîm şehirlerimiz mezarlıkları, mezarlıklarımız da şehirlerimizi kucaklayan bir sıcaklıkta birbirinden ayrılmazdı. Ârif bir nazarla şehirlerimize bakan bir göz orada bekâ ve fenâyı, mezarlıklarımıza bakan göz de yine “bekâ ve fenâ”yı görürdü. Varlığı idrakin en önemli işaretlerinden olan mezarlıklarımız artık yok ya da görünür/fark edilir olmaktan çıkarılmış. Şehirlerimiz gibi mezarlıklarımız da yok edildi, katledildi!
 
Şehirlerimiz nasıl ki beton gökdelenlerin ifsat ve istilâsıyla yok edildi ise, mezarlıklarımız da kadîm ruhuyla kucak kucağa yaşadığı şehirlerimizi terketti, terkettirildi, mermer tarlasına dönüştürülüp şehir insanından koparıldı.
 
Şehirle birlikte mezarlıklarımızın katledilme süreci de tedricen gerçekleştirildi. Önce kadim kültürümüzün sürekliliğinin bir göstergesi halinde şehrin içerisinde bulunan tarihî camilerin hayatla iç içe hazireleri modern şehir imarı anlayışıyla dışlandı, yok edildi. Tıpkı bir anadan zorla çekip alınan yavrusu gibi şehirlerimizden koparıldı. Sonra şehrin organik bir parçası halinde varolan ve adım başı insana ölümü ve faniliği hatırlatan abideler halindeki mahalle kabristanları yok edilip üzerlerine şahsiyetsiz apartmanlar, beton gökdelenler, iş merkezleri, AVM’ler, vs. yapıldı.  Giderek şehirlerin dışına çıkarılmakla kalmayıp, ruhsuz bırakılan şehrin paganlaştırılması sürecinin bir uzantısı olarak şehirden uzaklaştırıldı. Mezarlıkları şehrin dışına atmakla modern şehir insanına “ölüm unutturuldu”.
 
Muhakkik mimar Turgut Cansever kendisiyle yapılan “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine”  isimli son söyleşilerinden birisinde “ahiret düşüncesini ötelemenin, ölümü de ölünün mekânını da şehirden, hayattan koparma”ya götürdüğünü belirterek insanın ontolojik sorumluluğuna işaret ediyordu.
 
Şimdilerde şehir mezarlığı; mezarlık da şehri unuttu, birbirlerine yabancılaştılar!
 
Ne şehrin kadîm kokusu kaldı, ne de mezarlıklarımızın!
 
Modern zaman şehirlerinde/şehirlerimizde artık ölülere de tahammül edilemiyor, bir an önce şehri terketmesi için alelacele şehrin dışındaki ruhsuz mezarlıklara atılıyor. (Bu mezarlıklardaki gayr-i insanî defin ve mekân vakıası işin başka bir trajik tarafı.)
 
Bazı şehirlerimizin/ilçelerimizin girişlerine konulan “şehrimize/ ilçemize hoş geldiniz” tabelâlarının şehir mezarlığının sınırından sonra konulması da o mekânın şehre/ilçeye ait olmadığını gözlere sokarcasına sergileyen ayrı bir çirkinlik, garabet…
 
Oysa bizde hayat ile ölüm iç içeydi. Şehir mezarlıkları şehrin tabii bir parçası iken önünden geçenler onlara selâm verir ve onların da selâmlarını aldıklarını hissederlerdi. 
 
Eski mezarlıklarımız öteden kokular taşırdı. Modern şehir mezarlıkları öteyi unutturan kokular yaymakta.
 
Prof. İlber Ortaylı tarihî mezarlıklarımızla ilgili şunları söyler: “Büyük şehir İstanbul’un, Bursa’nın ve diğerlerinin mahallelerindeki irili ufaklı mezarlık alanları, yeşillikler, servilerle doludur. Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan kenti güzelleştirir. Eyüp’e, Karacahmed’e baktığımızda köşeli soğuk mezartaşları görülmez. Etraftaki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş dışardaki hayattan kopuk değildir….
 
Şimdi şehirleşiyoruz. Bütün güzel Boğaz korularına; ‘ben denizi gören yerlerde oturayım da ne olursa olsun’ diye beton gökdelen dikenler, falanca büyük mezarlıkta da aile mezarlığımız olsun diyor. Eski taşları kırıp kaldırıyorlar, apartman boyunda soğuk beyaz mermerden kabirler yaptırıyorlar. Bu yeni türeyen zevksiz ölüler evi, bu arsızca yerleşme… Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telâşla ve kapkaçla yenmeye çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı.
 
Kentlerimizin ortasında dedelerden kalma yeşil alanlar, yani mezarlıklar beyaz mermer bloklarla dolmaya başladı. Yaşarken yıkıp-yapan, yapıp-satanlar, ölümünde de aynı işi devam ettiriyor. Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını (!) temsil edecek…”
 
Belki de modern şehrin terapi ve rehabilitasyonunda önemli bir paratoner olabilecek şehir ve kabristan kültürümüz yok edilince şehirdeki kaos, gürültü gibi kirlilikler baş edilemez boyutlara ulaştı.
 
Bizim mezarlıklarımız korku galerisi değil, huzur ve tefekkür mekânı idi.
 
Artık “bizim şehrimiz” kalmadığı gibi “bizim mezarlıklarımız” da kalmadı.  İnsan bir yeryüzü işareti olarak şehrin hakikatinden kopunca hayattan, mezarın hakikatinden kopunca da ölümden kopuyor.
 
Mezarlıklar, medeniyet idrakimizin şimdi artık duyamadığımız sesiyle, anlamadığımız diliyle haykıran şahitleriydi!
 
Şehir ve mezarlık deyince, Üstad Necip Fazıl’ı hatırlıyoruz…
 
O’nun “Çile”sinin “Şehir” bölümüne aldığı “Karacaahmet” şiirinin her mısraı kitaplık çapta bir “dünya ve öte” muhasebesinin kelâm kudretiyle dile döküldüğü bir şaheser niteliğindedir. Sadece şu mısraları bile “varlığa yol veren geçit” olarak mezarın kemâliyle mânâsına işaret eder:
 
“Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde”…
“Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.”
“Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler”
 
1928 yılında bir tatil için Bursa’ya giden Ahmet Haşim, Bursa’ya yerleşen tarih, şehir, mimari, sanat meraklısı Mösyö Greguvar isimli bir zatı, mutlaka görüşmesi tavsiye edildiğinden, ziyaret eder. Ahmet Haşim Greguvar’e“Birçok yazar ve şairlerin kitaplarında tarifini okumuş olduğu, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğini” söyler. Önce köşkü gezerler, daha sonra bahçeyi. Greguvar, bahçedeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesinin hikmetini Ahmet Haşim’e şöyle anlatır:
 
“Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmağa hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır sükûtunda hissedilen âdeta düşmanlıktır. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddî endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar ki, her ölü munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharımı hazanla yumuşatmak ve ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”
 
Ne böyle bir şehir ve mezar idraki, ne de böyle bir irfan ehli kaldı!
 
Toprakla bağımızı kopardık. Hayatımızda toprak yok artık. Öldüğümüzde toprak hatırlanıyor. Giderek ölülerimiz de artık toprakta yatamayacak, hatta yatamıyor. Çünkü metropollerimizin toplu mezarlıkları beton kutular halinde ağzını açmış, içine alacağı ölüyü bekliyor. Üzerine de adeta bir rögar kapağı gibi beton kapak konularak kapatılıyor. Beton şehrin uzantısı beton mezarlıklarında hiçbir insanilik yok.
 
Şehirlerimizin kifayetsiz muhteris yönetici, siyasî, müteahhit, mimar, plancı, vs.ler marifetiyle  katliâmından mezarlıklarımız da nasibini aldı, onlar da katledildi!
 
Şimdi soralım: Greguvar Bay’ın Ahmet Haşim’e anlattığı gibi mezarlıklar ya da hiçbir milletin anlayamayacağı tarzda mezarlığı  ve ölümü idrak eden insanlar kaldı mı? 
 
Şehir ve mezarlıklarımıza bu ruh yeniden kazandırılabilir mi?
 
Bu yazımızı okuyanlardan bazıları “hangi yüzyılda yaşadığımız”ı sorarak “bir rüyayı anlattığımız”ı söyleyeceklerdir.
 
Eğer rüya görebiliyor ve zamana göre doğru tâbir edebiliyorsak hâlâ “insan olduğumuz”u hatırlayabiliyoruz demektir.
 
Gene Üstad Necip Fazıl’ın insan-hayat-ölüm-şehir-mezar’ın hakikatiyle bizi karşılaştıran, uyaran “Karacaahmet”ten mısralarıyla bitirelim:
 
“Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.”
 
Şehir ve mezarlıklarımıza bu gözle bakabiliyor muyuz?

13 Ekim 2014 Pazartesi

ŞEHİR VE TABİATA MUSALLAT YARATIĞIN KATLİAMINA DAİR…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İhtiras ve şehvet insanoğlunun aklını başından alınca her şeye ‘sahip olma’ tutkusuyla tabiatın fıtratını da bozdu, bozuyor. Tabiat yeryüzünün tamamı… Karalar, dağlar, ormanlar, vadiler, akarsular, şehirler, denizler, vs..

İnsanoğlu, kendisine emanet edileni sadakatle ihya etmesi gerekirken, çoğunlukla ona ihanetle imha etme yolunu seçti.

Bu şekilde bir genelleme doğru mu? Modern zamanlara kadar gücü ve imkânlarının sınırlı olmasından dolayı tabiatı tahripte sınırlı kalan insanoğlu, modern zamanların getirdiği imkânlarla tabiata karşı öfkesini artırdı, dehşet saçmaya devam ediyor. Saçtığı dehşetin sınırı yok. Çünkü ihtirasının sınırı yok. Güç ve iktidarın önünde hiçbir değer duramıyor.  

İnsanoğlu, yeryüzünü yaşama alanı değil, talan ve ihtirasını tatmin alanı haline getirdiğinden kronik bir cinnet halini yaşıyor. Yasaları, kuralları o koyuyor, o uyguluyor. Tek yasası ise: Güç. Batılı bir felsefecinin ifadeleriyle, “Eski yasa koyucu cana yakın bir efsaneydi, yeni yasa koyucuysa dehşet verici bir gerçekliktir…”

Bu dehşet verici gerçeklik bizi o kadar kuşattı ki tepki veremeyen, hisleri iptal edilmiş bir varlıklar haline geldik.

Bunları düşünmemize sebep; insanoğlundan saklanabildiği ölçüde bâkir kalmış, fıtratı bozulmamış tabiat parçalarını bile bulup, onları kirletmekle de kalmayıp katleden bu yaratığın yaptıklarıdır.

Ülkemizin en bâkir vadilerini barındıran Doğu Karadeniz’e doğru son yıllarda dehşet seferleri düzenleyen bu tabiat ve şehir terminatörü yaratığı Karadeniz'in vadi, nehir, orman, deniz, dağ ve şehirlerine musallat eden de buraların bozulmamış tabiatından başka bir şey değil. 

Coğrafyanın ihtişamı ve direnişine bile meydan okuyan bu yaratık; 
Enerji şehvetinin sonucu HES’lerle vadileri katletti.
Rant şehvetiyle beton ormanlarına çevirdiği şehirleri katletti.
En nihayet denize hücum edip, onu da mahvederek kıyıları katletti.

Eskiden hükümdarların unvanı “Sultan-ül berreyn vel bahreyn” yâni “karaların ve denizlerin sultanı” idi. Şimdilerde tabiat ve şehir terminatörleri bu unvanla anılsa yeridir: Karaların ve denizlerin ifsatçısı!  

Bu şehir ve tabiat katilleri ya denize doğru ya da karaya (dağların içlerine) doğru hızla ilerliyor. Her iki tarafı da gücünün yettiği yere kadar sömürüyor ve mahvediyor. Eskiden denize gücü yetmiyordu, sadece karaya saldırıyordu. Şimdi ise gücü nispetinde denizlere de saldırmaktan geri durmuyor.

Bu gidişle, eğer insan nesli devam ederse, herhalde birkaç yüzyıl sonra bu topraklar üzerinde yaşayanların sadece ismine “insan” denilecek.

Şehrin zirvesi Boztepe’den şehre veya şehirden Boztepe’ye baktığınızda göreceğiniz manzara aynı. Adeta betondan hayaletler halinde göğe yükselen gökdelenlerden ibaret dev kaktüs ormanına çevrilmiş bir şehir veya modern zaman nekropolü…

Aslında şehir ruhuyla da gövdesiyle de katledildi!

Gelelim bir zamanlar Doğu Karadeniz'in taç şehirlerinden; tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon’dan söylediklerimize dair birkaç örneğe…

Evvelce Trabzon’un ferah mahallelerinden olan Çukurçayır bugün ‘arsız gökdelen’lerin birbiriyle yarıştığı beton tarlasına döndü. Adı hâlâ Çukurçayır. Şehir ve tabiat terminatörleri sanki geçmişinden intikam alırcasına ve yaşadığı sürece bu azabı çeksin diye ismini bile değiştirmediler. Artık Çukurçayır’da ot bile bitmiyor. Bakteriler bile terk etti Çukurçayır’ı.  Gelecek nesiller buraya niçin Çukurçayır isminin verildiğine bile hayret edecekler. Bu katliam bugün hızla devam ediyor.

Kentsel dönüşümün doping etkisiyle daha da saldırganlaşanların gözlerini rant bürümüş; tabiata, onda tecelli eden hikmetlere ve var edilen canlılara karşı vicdan ve basiretleri körleşmiş..

Diğer mahalleler de giderek aynı kaderi yaşıyor.

Trabzon coğrafyası yalçın niteliğiyle “benim taşıyabileceğim yük bu kadar” demesine ve o saf haliyle “bozmayın, parçalamayın, tahrip etmeyin” diye yalvarmasına rağmen dağlara üşüşen çelik kurtçuklar halindeki iş makinaları onu delik deşik ediyor, katlediyor. Şehrin yöneticileri, siyasiler, üniversiteler, valilik, belediyeler, STÖ’ler, çevre ve şehircilik yetkilileri de yapılan katliamları “modern dünya kentine dönüşüyoruz!” illüzyonu ve vurdumduymazlığıyla, sessizliğiyle, tepkisizliğiyle hatta hıncıyla adeta destekliyor!

Şehir yukarıdan ve aşağıdan kuşatmanın da ötesinde, yerlilerin yabancılaştırmasıyla ifsada maruz bırakılmış ve katledilmiş durumda.

Sadece şehir katledilmiyor! Deniz de katlediliyor! Küstah bir biçimde gücünün zirvesini yaşayan tabiat ve şehir terminatörleri bir taraftan dağların fıtratını bozarken, diğer taraftan denizin fıtratına tasallut ediyor.

Güç zehirlenmesi tüm bünyeye yayılınca saldırganlığı katliâm boyutuna ulaştı!

Yıllardır bilinçli bir şekilde ulaşım imkânlarından mahrum edilen Doğu Karadeniz insanına yol götürülüyor bahanesiyle sahil yolu bir duvar gibi tabiatın iki yakasını (deniz ile karayı) birbirinden ayırdı. Deniz dolduruldu. Ara sıra öfkelense de henüz kendisinden ç/alınanı geri alamıyor. Sonra Trabzon’a musallat modern zaman virüslerinin en tehlikelilerinden birisinin varlığı devam etsin ve gelecek nesillere de sirayet etsin diye denizden koparılan parça üzerine Akyazı Olimposu inşa edildi/ediliyor.

Bunları marjinal veya gerçeklikten yoksun bir idrakle mi söylüyoruz?

Kimilerine, özellikle gücü elinde bulunduranlara böyle gelse de tabiata karşı işlenen suçlarda haddini aşanları bir nebze teşhir ve teşrih zeminine sermek istiyoruz.

Dağların da, denizlerin de yapılanlar karşısında hayretten dilini kaybettiği meş’um zamanlardayız!

Daha önce de söylediğimiz gibi gözün vicdanı olmalı ki yaptıklarınızın ne olduğunu görebilesiniz! 

Adeta bir cinnet haliyle yaptıkları katliamları “mukaddes” görenlerden intikamı da kendisine musallat oldukları tabiat ve şehir alacaktır diye düşünüyoruz.

Varlıkların en seçkini iken, fıtrat bozucu bir yaratığa dönüşen insanoğlunun tabiat ve şehre musallat bir yaratık halini alması nasıl izah edilebilir?

Yaptıkları karşısında nâdim olmasını bile bekleyemiyoruz!

Bu hal karşısında Üstad’ın ‘Dalgalar’ (1926)  şiirinden mısraları hatırlıyoruz:

“Ne bir kıyıdan eser, ne bir ışıktan eser,
Sulardan daha derin, yolun karanlıkları.
Dalgalar, yürüyünüz, arayalım beraber,
Başımızı dövecek yalçın kayalıkları!...”

Akıbet inşallah hayr’olur!