10 Aralık 2016 Cumartesi

STAR GAZETESİ’NİN “NECİP FAZIL ÖDÜLLERİ” BAYAĞILIĞI 3. YILINDA…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Üstad Necip Fazıl  1970’li yılların başında “Güdücüler” başlıklı bir yazısına “İrfan, kabı olan idrak kırılınca nerede dursun?...”  diye başlar. “Kafasızlık” başlıklı yazısında da şöyle der: “İdrak o türlü düşmüştür ki, artık onun köklere işleyici mücerred soyundan hiçbir iz kalmamış, beş hasseye hitap edici müşahhas cinsinden ve sefil bir açıkgözlük insiyakından başka ortada tek kıymet görünmez olmuştur.”

Günümüzün “fikir namusu”ndan bîhaber ‘kerametleri kendilerinden menkul’ kalemşör şakşakçıların şahsiyet ve ruh kimyalarının fotoğrafını veren bir tespit, bir feryâd!

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki fikrin, idrakin, ahlâkın, sanatın, değerin “pazardaki sürümü ve fiyatı”na göre kıymetlendirildiği ve bu halden rahatsızlık duyanların neredeyse kalmadığı bir sefaletler deryasındayız!

Star Gazetesi’nin 2014 yılında başlattığı “Necip Fazıl Ödülleri” isimli, jürisinden ödül verilenlerine kadar hiçbir ölçü, idrak, seviye belirtmeyen, “kenar mahalle şenlikleri”ni andıran ödül törenleri, bu yıl da (2016) Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla veriliyor.

Kendi ölçüsüzlük ve fikir ahlâklarının seviyesini gösteren bu “ödül ihdası”na dair ilk sene “Necip Fazıl Ödülleri İstismarı” başlıklı bir yazı yazmış, söyleyeceğimi kıymet hükümleri halinde söylemiş ve yazımı şöyle bitirmiştim:

“Ne yaptığınızın, nelere sebep olduğunuzun ve olacağınızın farkında mısınız?
Yapılacak en hayırlı iş; Üstad’ın fikrine ve davasına saygısı olan herkesin bu hadiseye tepki vermesi, jürinin lağvedilmesi ve “Necip Fazıl Ödülleri”nin iptal edilmesidir.
Yüzü olanlar utanır !”
Devam eden yıllarda gördük ki, değişen hiçbir şey yok. Birbirini alkışlama ve Cumhurbaşkanının yanında “poz verme”den hedonist bir zevk alan düzenleyiciler, Usta (!) edebiyatçı, hikâyeci, vs.ler’in tek derdi “aile fotoğrafı”nda yer almak!
Üstad Necip Fazıl’ın ismi, bir mıknatıs gibi dikkatleri çekmek için “kumpanya”nın göz boyacılığı!
Rant’ın her türlüsünün işporta tezgâhında meşru hale geldiği bir fikir pazarı!
Star Gazetesi’nin oluşturduğu Jüri’nin kalitesi, ödül verilenlerin eserleri ve Üstad’a dair düşünceleri’ne burada değinmiyoruz. Sadece, Üstad’ı “Faşist” diye niteleyen hikâyeciye (R.Ö.) geçen yıl “Necip Fazıl Saygı Ödülü” verilmesi’ne vurgu yapalım.
Ne yazık ki Cumhurbaşkanı da Üstad Necip Fazıl’ın ismi ve ödülü ihdas eden STAR gazetesi’nden dolayı her yıl ödül törenine katılıyor. Oysaki ödül töreninin ilkinde ödül verilen bir yazarın kendisiyle birlikte ABD’de yaşayan eşi bir röportajında Osmanlı tarihçisi Naima’dan iktibas yaparak Kuyucu Murat Paşa’nın ‘sabi’ çocukları bile cellatlara teslim ettiğine vurgu yaparak konuyu Gezi Olayları ve Berkin Elvan ile ilişkilendiriyor ve şunları söylüyor:

“…bir yerde ceberut devlet için çok “hikmetli” bir laf, “asmayalım da besleyelim mi” de öyle, ben de “merhametsizliğin hikmeti” diye bir söz uydurayım, ama bu hikmetten almayalım, yerinde dursun. Kuyucu Murat Paşa’yı Tayyip Erdoğan’a benzetmek için söylemiyorum elbette ama güç sahipleri ile ilgili kanaatlerimizde şefkatin ve merhametin önemini vurgulamaya çalışıyorum, özellikle çocuklar söz konusu olduğunda her devirde bir hassasiyet olduğunu söylemeye çalışıyorum. Hele hele 20. , 21. Yüzyılda demokrasi, çoğulculuk gibi laflar ettiğimiz bir ortamda... Dünya standartları açısından 13-14 yaşında bir çocuğa rahatlıkla, ima yoluyla da olsa, terörist diyebilecek bir tek yer düşünebiliyorum, orası iyi bir yer değil.”

Niçin bu alâkasız iktibası yaptık? Şunun için: Bu röportajı veren ABD’deki tarihçinin eşine de “Mimar Sinan” kitabından dolayı ödül veriliyor. İşin ilginç tarafı, ödül alan kitabın yazarı ödülü almak için Türkiye’ye gelmeye bile tenezzül etmiyor!

Bu zihniyete Necip Fazıl Ödülü veriliyor!

Bu olayı başta cumhurbaşkanının (o zaman başbakan) bazı danışmanları olmak üzere hatırlatmama rağmen, vak’a-i adiyeden addedip üzerinde durmadılar!

Sözümüzün burasında gene Üstad Necip Fazıl’ın bir yazısında Bismark’tan aktardığı bir söze kulak verelim:

“Bismark, iktidar mevkiindekileri “Aşil’in Topuğu” gibi en nazik zaaf noktalarından çerçevelemeye kadar varmıştır:

“-Devlet büyükleri, yakınlarının kendilerine gösterdiği dünyalara inanmakta ihtiyatlı olmalıdır. Onlar insanın gözbebeğine öyle bir kibrit çöpü yanaştırırlar ki, ufuktaki ormanı gizler!”

Bir de bizimkilere bakın! O ne kuruluk, sığlık, yavanlık, fikirsizlik, irfansızlık, habersizlik!”

 Hatırlatmakla yetiniyoruz!

Son yıllarda TRT dizileri başta olmak üzere, Üstad’ın fikrinin, ahlakının, davasının, şahsiyetinin cümle kapısına bile yanaşamamış “rant avcıları”na ve bu tür benzeri müptezelliklere dair Mehmet Kısakürek’in şu sözleri tam da bu günleri resmediyor:

“Sanat yetenekleri ancak günümüz siyasi ortamının sağladığı imkanları menfaat hanelerine eklemekten ibaret bir seviyenin, sanatı fikri ve aksiyonuyla millete mal olmuş Necip Fazıl'ı istismarına, bir kısım basının şişirme övgülerinin arkasına sığınan….” ların adi pohpohlamalarından münezzehtir Üstad Necip Fazıl!

Yazıklar olsun “fikir namusu” diye bir ahlâkî tutarlılığı olmayanlara!
Yazıklar olsun “fikrin izzeti” diye bir dâvâsı olmayanlara!
Yazıklar olsun işporta pazarında tezgâh açan ödül bezirgânlarına!

Fikri, ahlâkı, kültür ve sanatı “endüstriyel ticaret” gören ve “pazardaki fiyatı”na talip olanlara, idrak yolları iltihaplı olanlara veya amnezi ve anestezi altında olanlara Üstad’ın “bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor” sözünü hatırlatmak bir şey ifade eder mi acaba?

 (10 Aralık 2016)



12 Ağustos 2016 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL'IN TARİHÎ İKAZI…

Yahya DÜZENLİ

“… Anadolu; kıtalar arası tarihi hesaplaşmaların
geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi,
 mahrem ve muazzam Asya’nın Avrupa’ya bakan cumbası... “
Necip Fazıl



Tarihî hafızamızın derinliğine oluşmamış olması veya kimi zaman güncel olayların çekiciliğine kapılıp etrafımızda cereyan eden gerek ülke içi olayları, gerekse de uluslararası projeksiyonları derinlemesine çözümleme çabasına girememe, bu topraklar üzerinde yaşamış, mücadele vermiş fikir adamlarını fark edememek, onların geleceğe dair düşünce ve analizlerini görememe gibi bir talihsizliği de beraberinde getiriyor.

Dünyamızın bünyevî bir patlamanın işaretlerini verdiği günümüzde, ABD kaynaklı uluslararası senaryoların tarihin ana oluşum kulvarlarından Ortadoğu’da vahşi ve kanlı bir şekilde sahneye konuluyor olması, giderek de Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı, kalmaması gereken mecralara çekiliyor olması, ister istemez bu coğrafya ve üzerinde yaşayan fikir adamlarının tarihî derinliklerinden kopup gelen haykırış ve ikazlarını duymamızı elzem kılıyor.

İşte bu tarihi haykırış ve ikazların en önemlisi; Üstad Necip Fazıl..

Osmanlı sonrasında sıkıştırıldığımız Anadolu Coğrafyası’nda ilk defa ve “dünyalar arası muhasebe ve muhakeme”yi tezatsız bir örgü şeklinde ortaya koyan Üstad’ı bugünlerde yeniden ve tekrar tekrar okuyup üzerinde düşünmek ve günümüze ve geleceğimize dair sonuçlar çıkarmak gerekiyor.

Burada öncelikle “Büyük Ortadoğu” çağrışımından yola çıkarak Büyük Doğu’yla benzerliklere kapı aralayan bir abes “benzetme”yi; sonra Üstad Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün satır aralarında kalmış, fark edilmemiş, ancak Üstad  tarafından yazıldığı zaman diliminde değil de bugün okunduğunda önümüze müthiş bir dünya fotoğrafı koyan ve bu fotoğrafta Türkiye’nin yerini ihtar eden, konumuzla sınırlı mühim bir ikazını gündeme getireceğiz…

Burada biraz geriye yani 1980’li yıllara giderek Huntington’un Medeniyetler Çatışması adını verdiği projeksiyonu hatırlayalım. Huntington’un tezini özetlersek: “Yeni dünyada sürtüşmenin temel kaynağı, ideolojik veya ekonomik sürtüşmeler etrafında odaklanmayacak... Asıl sürtüşmeler, farklı uygarlıklara mensup uluslar ve gruplar arasında tezahür edecek... Gelecekteki en önemli sürtüşmeler, bu uygarlıkları birbirinden ayıran kültürel ayırım çizgileri etrafında patlak verecektir.. Çünkü, uygarlıklar arasındaki farklılıklar, sadece gerçek değil, aynı zamanda temel ve kaçınılmaz ayrılıklardır... Bu uygarlıklar: Batı Uygarlığı, Konfüçyanizm Uygarlığı, Japon Uygarlığı, İslam Uygarlığı, Hint Uygarlığı, Slav-Ortodoks Uygarlığı, Latin Amerika Uygarlığı ve muhtemelen Afrika Uygarlığı’ndan oluşmaktadır...”

Huntington’un bu tezi kimilerine göre tarihin tozlu raflarına kaldırıldı, kimilerine göre geçerliliğini koruyor. Biz burada her iki görüşün dışında kalarak Huntington’un dünyanın 21. yüzyıldaki yeni yapılanmalarını uygarlık-medeniyet eksenine alan düşüncesinin geçerli olduğunu vurgulamakla yetinelim ve Üstad Necip Fazıl’a dönelim.

Üstad Necip Fazıl’daki medeniyet tasavvuru veya bu idrakin toplumsal projesi/tasarımı olan “Büyük Doğu”nun fikrî bütünlükte kitaplaşmış temel eseri olan “İdeolocya Örgüsü” tezatsız, her örgüsü tamam bir Medeniyet Projesi’dir. Öyle ki; daha cumhuriyetin kuruluşundan (1923) 16 yıl sonra yazdığı yazılarda “medeniyet tasavvuru”nu öne çıkararak (bugün kimi yazarlar, siyasetçilerce yeni keşfedilmiş bir kavram olarak gündeme taşınan) kendi aidiyet dünyası içerisinde şunları söylüyor:

“.. Benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhi fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli ibdaların (oluşların) davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir varlıktır….

Tarihleri, doğuşları ve ruh mayaları bakımından Avrupa camiasının dışında olup da kendilerine yeni, köklü ve şahsiyetli bir tekevvün arayan milletlerce bugün, Avrupalı olmamak şerefini haykıran bir gün..” (1939, Çerçeve 1, s. 260).

Büyük Doğu, üstadın kendi ifadesiyle: “En ulvî tecrid ve mânâlandırmalara, çok defa en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delaleti yüzünden davaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya planına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet planında arıyoruz. O, kendini mekan çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip….

Büyük Doğu, İslamiyetin emir subaylığı… Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece ‘sünnet ve cemaat ehli’ tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerin de en değerlisi ve pahalısı…” (İdeolocya Örgüsü, s. 8-10).

‘Orkestra, senfonya ve biz’ başlığı altında da:

“Bu senfonya, BÜYÜK DOĞU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece saf ve gerçek İslam ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan davasından ibarettir” (İdeolocya Örgüsü, s. 11).

Üstad Necip Fazıl’ın dilinden özetle Büyük Doğu’nun nasıl bir medeniyet tasavvuru veya bunun dışa dökülmüş ifadesiyle medeniyet projesi olduğu anlaşılmıyor mu?

Bu arada Üstad’ın sözkonusu tarihî ikazına gelmeden önce önemli bir “ara not” düşelim…

ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’ın Washington Post’ta Ağustos 2003’ün başında yazdığı makalede bazı önemli ayrıntılarını açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi’nde, Rice, ‘Ortadoğu’yu Değiştirmek’ başlığı altında 22 devletten oluşacak ve 300 milyon civarında nüfusa sahip bölgede Irak’ın işgalinin önemine vurgu yaparak “Irak’ın özgürleştirilmesi, bölgeye ikinci dünya savaşı sonrası Avrupa’da yaşananlarla kıyaslanabilecek bir değişim yaşatacak” diye yazıyordu.

Şimdi, yazımızın başlığında söz konusu ettiğimiz Necip Fazıl’ın tarihî ikazına gelelim…

Üstad Necip Fazıl; 1939 Mart’ından itibaren yazdığı yazılarda II. Dünya savaşının yaklaştığına ilişkin; “Beşeri bir kıyametin mukadder göründüğü” görüşünü hadiselerden yola çıkarak ortaya koyduktan sonra II. Dünya savaşının başlamasıyla birlikte zamanın gazeteleri onun hakkında şu tesbiti yaparlar: “BU ADAM NE DERSE ÇIKIYOR.”

Üstad, 21. yüzyılda “İslâm’ın eşya ve hadiselere nakşedilme işinin dünya görüşü-manifestosu” olarak bütünleştirerek ortaya koyduğu İdeolocya Örgüsü’nde bugüne kadar kimsenin fark edemediği öyle bir bölüm vardır ki; ancak feraset, basiret ve velayetle izah edilebilecek türdendir.

Necip Fazıl’ın günümüzden 60 yıl önce yazdıkları bugün adeta bir belgesel film gibi bütün hadise ve aktörleriyle birebir sahneleniyor.

Evvela “SAHTE ŞANS DEVİRLERİ” başlıklı, 48 yıl önce bugüne ilişkin bu müthiş ikazı okuyalım:

“Başımıza düne, çeyrek asır evveline kadar gelen idarenin biricik özrü, kendi zamanına göre insanlığın içinde yüzdüğü dünya buhranıydı. Bu idare farkında değildi ki, bu hal de onun biricik talihiydi.

Zira bu idarenin, dış ihtilâtlarla asla alâkası olmadan, sadece iç bünyesindeki illet yüzünden her ân biraz daha meydana çıkmaya başlayan çehre karhaları, onun iş başında kaldığı dünya buhranının 10 yılı içinde demagocyaların en ucuziyle hep bu dünya buhranına atfedilmiş, hazımkâr millet de bu masalı hazmeder görünmüştür.

Harbe giren hiçbir milletin iktisadî, içtimaî, siyasî vaziyeti o zaman bizimki kadar bedbaht olmamış, harp ve istilâ zehirini tatmaktan kurtulabilmiş birkaç nâdir memleket de saadetin evcine ulaşmıştır. Bütün tecelli sahalarında en muztarip memleket, o gün, yalnız Türkiye olmuştur.

İkinci Dünya Harbi, bizim Cumhuriyet sonrası idare ve politika ölçümüzün içyüzünü birdenbire deşen, bir zarı patlatan, yumurtanın kabuğunu kırıp içindeki kokmuş maddeyi ortaya çıkaran bir amil olmuş; ani fiyasko ise, özrünü hemen dünya vaziyetine bağlamak açıkgözlülüğünü göstermeye kalkmıştır.

İlk 15 ve sonra 12 yıllık devirlerden birincisi; işin başlangıç merhalesindeki kazip saltanatı belirttiği, ikincisi ise zevale geçen bu saltanatın saçakları altından fışkırıcı hakikat ve akıbetleri dünya vaziyetiyle izaha imkan bulduğu için, kazip tarafından talihli kabul edilebilir.

1950’den sonra başlayan üçüncü devir ise, teslim aldığı şartlara göre, bu kazip talihlerden uzaklaşmaya doğru giden çetin bir çığır açıldığını görememiş, gösterememiş; hatta o da aynı sun’i yardım ve talih yollarını aramış, geliştirmiştir. Vatanı, dış yüzden süslemeye bakmış ve iç yüzleri kendisine dert edinmemiştir.

27 Mayıs ihtilâlini yapanlarsa, sahte talih ve hazin ucuzculuk bakımından dünyanın en şanslı adamları olmuş ve devirdikleri, esasen bozuk muvazenenin bir daha iade edilemez olması yüzünden, başımıza bugünkü idarî, ahlâkî, iktisadî, ruhî buhran çökmüş ve bütün bu sahte talih oluşlarının hesabını verme ve yükünü çekme devresi açılmıştı.”

Terkip içinde analitik bir şekilde Türkiye’nin dünya dengeleri arasında Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin yönetim şekli ve muhtevasının resmini çizen Üstad Necip Fazıl, günümüze ilişkin o müthiş tespitiyle devam ediyor:

“ASIL TALİHSİZLİK, YANİ HÂDİSELER TARAFINDAN HİMAYE İMTİYAZINDAN MAHRUM KALMA VAZİYETİ, DAHA DOĞRUSU TAM İSTİHKAKINA RÜCU ÂNI, YARIN, BİR DÜNYA MUVAZENESİ KURULDUĞU ZAMAN BELLİ OLACAK VE O VAKİT GÜNLÜK ÖLÇÜLER İÇİNDE BİLE BU MİLLETİ AYAKTA TUTABİLME ZORLUĞU BİRDENBİRE BELLİ OLACAKTIR. BAKALIM, O ZAMAN DA BAŞIMIZDA KİM VE NE, HANGİ İDARE BULUNACAKTIR.

AMERİKA’NIN, BİZDEN, BÜTÜN YARDIMINI HİÇ OLMAZSA BAZI IVAZLAR MUKABİLİ OLARAK İSTEYECEĞİ VEYA BÜSBÜTÜN KESECEĞİ, BATI PİYASASININ PİYASAMIZDAN HİÇBİR ŞEY ÇEKEMİYECEĞİ, BÜTÜN KAYNAKLARA MÂLİK GARP DEMOKRASYALARININ BİZE 180 DERECE ARKA ÇEVİRECEĞİ, ÇİN VE HİNT PAZARLARINA GİDEN HAVA VE KARA YOLLARININ BELLİBAŞLI ZABITALAR ALTINA ALINMAK İSTENECEĞİ, TÜRK MİLLETİNDEN İSE BOŞLUKTA MEKÂN İŞGAL ETME HASSASI ADINA HANGİ ŞAHSİYET VE EHLİYETE MÂLİK BULUNDUĞU SORULACAĞI GÜN, BAŞIMIZDA BULUNACAK OLAN DEVLET MÜMESSİLLERİ, EĞER HÂLÂ DÜNKÜ ÖLÇÜNÜN BİR DEVAM VE İSTİHALESİNİ İFADE EDECEKLERSE, HALİMİZ DUMAN OLACAKTIR.

ZİRA, GELMESİ MUKADDER GÖRÜNEN BÖYLE BİR GÜN, SUN’İ TEDBİR VE SAHTE TALİH DEVİRLERİNİN PAYDOSUNU DA BERABER GETİRECEKTİR.

BÜTÜN BİR MAZİ, HAL VE İSTİKBAL MİKYASİLE DÜNYA ÇAPINDA NEFS MUHASEBELERİNE GİRİŞEN CİNS KAFALARI VE GERÇEK DÜŞÜNÜRLERİ YETİŞTİREMEDİKÇE, ALINAN BÜTÜN TEDBİRLER, YANIK BİR ELİN ACISINI MUVAKKATEN DİNDİRMEK İÇİN KENDİSİNİ SUYA BATIRIP DAHA KORKUNÇ ACILARI İSTİKBÂLE TÂLİK ETMESİNDEN FARKLI OLMAYACAK; VE HERKES SAHTE TALİH TEDBİRLERİYLE GÜNÜNÜ GÜN ETMEYE BAKACAKTIR. (İdeolocya Örgüsü, s.393-395 ).

Bu tespitler feraset ve basiret dediğimiz, olanlardan yola çıkarak, derinliğine bir tarihî muhasebe ile olabilecekleri sezme gibi müthiş bir idrakle ortaya konulmuştur. Üstad adeta I. ve II. dünya savaşından ABD’deki 11 Eylül saldırılarına, oradan günümüze kadar yaşanan ve Büyük Ortadoğu olarak projelenen süreci yıllar öncesinden bizzat teşhis etmiş ve günümüz yöneticilerine tarihî bir ikaz yapmıştır.

Bu ikazı kime yapıyor?

“Bakalım, o zamanda başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır?” diye sorduğu Türkiye’nin bugünkü yöneticilerini!

Bugün yaşadığımız tarihî kırılma noktasında günümüzün iktidar sahipleri sahte şans devirlerinin artık sona erdiğinin ve varoluşun bizatihi kendi ayakları üzerinde durmakla gerçekleşebileceğinin farkına varabilmişler/varabilecekler midir?

Üstad Necip Fazıl’ın; O gün başımızda bulunan idare asla sun’i tedbirlerle geçiştirilemeyecek bir zaman diliminde olan idare olacaktır, dediği bugünün idarecileri müthiş bir talih ve talihsizlikle karşı karşıyadır: Varoluş veya yok oluşa karar verilecek bir kavşakta, Türk milletinin varoluşunda nasıl pay sahibi olacaklardır?

Olamazlarsa, gene Üstad Necip Fazıl’ın bir antik yunan şairinden aktardığı bir mısra geliyor aklımıza: “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!”

Üstadın “ben idraki”nin bir ifadesi olarak “benim olmadığım yerde kimse yoktur” cümlesiyle özetlediği sorumluluk bilincine ve Anadolu insanının varoluşuna ilişkin ‘İslamı Yenilemek’ başlığı altında şu cümleleriyle bitirelim yazımızı:

“İslam, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar… İslamı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felaketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki halinde zuhur etmekle mükellef…” (İdeolocya Örgüsü’ne ek.)

Böyle bir mükellefiyet idraki ve sorumluluk bilinci..

Muhtaç olduğumuz idrak, irade ve muhteva’yı görebilmek ve gereğini yapabilmek..

Üstad’ın bu tarihî ikazını kim okur, kim dinler ve kim gereğini yapar?





4 Ağustos 2016 Perşembe

“VAK’A-İ HAYRİYE” VE YENİÇERİ OCAĞI’NA DAİR…

Yahya Düzenli

Tarih, “yaşanmışlıklar”dan yola çıkarak “yaşanan” ve “yaşanacak” olanların ipuçlarını veren ilim ve disiplin olarak önümüze bir yol haritası koyar. Ancak, tarihi sadece bir “vakıalar yığını” olarak görürseniz, veya tarihi bir vakıayı yaşadığınız zaman dilimindeki maddi olgularla aynîleştirir, şablonik benzerlikler ve sonuçlar çıkarmaya çalışırsanız, ortaya tarihselliğin yanıltıcı karakteri çıkar.

Oysa tarih, her an önümüzü aydınlatan kadîm bir yol göstericidir. Bu niteliğiyle tarih, bir ilim ve disiplin olmanın ötesinde aslî bir gerçeklik olarak, geleceğin inşasında en önemli âmildir.

Yakın tarih bize (ibret alınmadığı için) tarihin tekerrür ettiğine dair önemli hadiseler ve malzemeler sunuyor. Ancak, tarihi sadece geçmişe ait ve bir daha yaşanmayacak olaylar dizisi olarak ‘geçmişin hikâyeleri’ olarak okursanız –ki çoğu kez böyle olmuştur- farklı hadiselerden yola çıkarak aynı trajik kaderi yaşarsınız. Oysaki tarih ve gelenek bizi dünden hareket ederek ânın gereğini yapmaya ve geleceği kurmaya icbar eder.

15 Temmuz darbe girişiminden yola çıkarak, Osmanlı yeniçeri ocağının lâğvedilmesine giden süreci yeniden gözden geçirmek, bize bugüne ve geleceğe dair önemli ipuçları verecek ve sağlıklı tedbir ve kararların alınmasına yardımcı olacaktır. Bugünlerde, silahlı kuvvetlerin köklü bir biçimde yeniden yapılandırılmasının adımlarının atıldığı aşamada yeniçeri tarihinin doğru bir şekilde incelenmesi, olağanüstü hadise ve dönemlerden sonra alınan tedbirlerin isabetli olmasını sağlayacaktır.

Yakın tarihimizin orduya dair en önemli hadiselerinden birisi Vak’a-i Hayriye’dir.

Vak’a-i Hayriye; yâni bugünkü dille “hayırlı olay” olarak adlandırılan hadise, Padişah II. Mahmud’un 16 Haziran 1826’da artık küstahlığı çekilmez hale gelen, devletin üzerinde silahlı bir otorite olarak her dediğini yaptıran, kelle alan, halkı bıktıran ve nefretini celbeden Yeniçeri Ocağı’nı topa tutturarak imha ettirdiği, bazı ocak yetkililerinin ise idam edildiği dönemin olaylarına verilen isimdir.

Tahta çıktığından beri uzun süre Yeniçeri Ocağını kaldırmayı düşünen ve yeni bir ordu yapılanmasına karar veren II. Mahmut, Eşkinci Ocağı adıyla yeni bir ordu kurulduğunu açıklaması üzerine yeniçeriler ayaklanır, kazan kaldırırlar ve İstanbul sokaklarında gösterilere başlarlar. II. Mahmut ulemayı da yanına alarak Sancak-ı Şerif çıkarır ve isyancı yeniçerilere karşı halkı mücadele etmeye çağırır. Yeniçeriler dışında bütün birlikler  padişaha sadakatlerini bildirirler.  Bunun üzerine Aksaray’daki Et Meydanı’nda bulunan Yeniçeri kışlaları topa tutulur, binlerce yeniçeri öldürülür, binlerce isyancı tutuklanır ve idam edilir.

Vak’a-i Hayriye denilen bu hadiseden sonra “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” ismiyle yeni bir askerî ocak kurulur.

Tarihi Orhan Gazi dönemine kadar uzanan Yeniçerilik  “kanuni devri sonuna kadar, devletin iman ve ruh, yani dimağ emrinde sert yumruğu olmakta devam etmiş sonra bu sert yumruk iman ve ruh merkeziyle, yani dimağla alâkasını kesmiş ve bağlı olduğu vücudun kafatasını parçalayarak beynini ezmek rolüne geçmiştir. “ Düzenli bir ocak ve ordu olarak varlığını sürdüren Yeniçeri Ocağı, Yavuz Sultan Selim ve devam eden devirlerde her an başkaldırma ve  tehlikeli bir tehdit niteliğini bütün bir Osmanlı döneminde sürdürmüştür. Hatta Fatih’in vefatı ve II. Bayezid’in tahta geçme arefesinde Yeniçerilerin İstanbul’u baskın ve işgalleri ilk yeniçeri kalkışması olarak görülür.

Yavuz gibi kudretli bir Padişah’a bile gözdağı vermekten çekinmeyen Yeniçeri için Üstad Necip Fazıl “Yeniçeriye hâkim olma davası, Yavuz ve Kanunî çığırlarında, KUVVETLİ DEVLET ŞAHSİYETLERİ SAYESİNDE  yalancı ve kısa süreli olarak gerçekleşmiş görünse de, artık ileriye doğru ne devlet, ne de ordu tamamlığından bir vaad beklenebilir. Osmanlı devleti kendisini kısa bir merhale içinde bekleyen büyük fetihlere rağmen ilk inkıraz alâmetini İkinci Bayezid devrinde kaybetmiştir.

Apaçıktır ki, yeniçeride kendi öz vatanını işgal, kendi öz milletinden intikam alma karakteri o zamandan teşekkül halindedir. Velî lâkâplı İkinci Bayezid, yeniçerilere ordunun bütün toplarını çevireceği yerde, âh etti, vâh etti, türlü bahşişler atiyyeler vererek onları niyetlerinden vazgeçirdi”  der.

Geçen yazımızda Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes”inin bugünlerde bir siyasetname olarak yeniden okunması gereken önemli bir referans kitap olduğuna işaret etmiştik. Bu yazımızda da Üstad Necip Fazıl’ın “YENİÇERİ” isimli kitabının Ordunun yeniden yapılandırılmasında tarih bilincine ve tarihî sürekliliğe işaret etmesi bakımından  öneminin altını çizmek gerekiyor.  Üstad, her eserinde olduğu gibi, özellikle de tarihî hadiselere tahsis ettiği eserlerinde hâfızamızı tezatsız bir biçimde diri tutar. El attığı her konuda muhakeme ve muhasebesini yapar ve hadiseleri hükme bağlayarak bir gelecek tasavvuru ortaya koyar. Çünkü O; tarihî hesaplaşmanın nirengi noktalarını işaret etmiş, kıymet hükümlerine bağlamış ve ağır bir vebal olarak geleceğin tarihçilerine yüklemiştir. Bugünün dâvâ ve dert sahiplerine düşen ise;  O’nun hükümlerinden hareketle analitik bir idrakle günümüzü yorumlamak, isabetli sonuçlara ulaşmak ve teyakkuz sahibi olmaktır.

Üstad Yeniçeri’ye başlarken, “Bu eser, sadece Yeniçeriyi anlatmak için yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır” tespitini yapar ve “dünyada ilk teşkilatlı meslekî orduyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini çerçevelemek gayesiyle yazıldı” der. Devamla “Türk’ün bütün millî düşmanlarından beter ve şenaat çapında bir tasallutla, öz vatanını işgal altında tutan, sınırların kaçağı ve kendi yurdunun alçağı Yeniçeri, bu millete, hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir”  gerçeğinin altını çizer.

 “Yeniçeri Nedir” ara başlığı altında kesitler halinde Üstad’ı okuyalım:

“Yeniçeri, dünyada ilk askeri teşkilat olarak kurulduğu devirde, iman ve İslâm dolu kalb ve kafanın iradesine tâbi bir kahr ve cebr, zapt ve feth yumruğudur. Kahrı, küfre karşı, cebri kurtarıcılık vazifesine bağlı, zaptı İslâm davasını hakim kılma yolunda, fethi de iman şevketine zemin açma yönündedir.

Ve bütün bunların, içinde kümelendiği, kaynaştığı toplayıcı mâna “ilâ-yı Kelimetullah: Allah adını yüceltme” tâbirindedir.

İşte, Yeniçeri, bu mânalar bakımından tek lekesiz olarak bir asır, ondan sonra yer yer ve zaman zaman mevzu bozulma arazları ve tereddi işaretleriyle birbuçuk asır, ki toplam halinde ikibuçuk asır, aslî mayasının galip rengine sadık gitmiş, kaldırıldığı demlere kadar son ikibuçuk asırlık hayatında da, Türk bünyesini kemirici bir belâ olmuştur.

…… Bu vaziyette iyi haliyle Yeniçeri, ruhunu dayadığı kaynağın haliyle beraber tam bir mâna ve madde kaynağı haliyle beraber tambir mâna ve madde bütünlüğü içinde gerçekten “Ocak” tabirine lâyık ideal askeri temsil ederken, kötü haliyle de, tersine dönmüş bir ruhun her şeyi altüst edici (anti kez)ini belirtir.

Fakat kötü manzarasiyle Yeniçeri ve Yeniçeriliğin ne olduğunu (tez) halinde ve tam çerçeveleyebilmek için, varılacak hüküm şu büyük harfli kelimelerdir:

MENFİ MÂNASİYLE YENİÇERİ VE YENİÇERİLİK, FİKİR VE İMAN, AŞK VE AHLÂKINI KAYBETMİŞ BİR KUVVET MANZUMESİNİN EN CANHIRAŞ VAHŞET MANİVELÂSI HALİNE GEÇİŞİDİR ve DÖRT KELİMELİK BİR İFADEYLE FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSÂNİ İHTİLALİDİR.

Artık Yeniçerilik kaldırılmış, fakat onun türlü cemiyet tabakalarına yerleşerek, oralarda gizli gizli yaşayacak ve sık sık hortlayacak olan ruhu bu değişmez konusunu devam ettirmiştir.

Yeniçeriliğin günümüze kadar gelen bütün hortlamalarında hep aynı illet: FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSANİ İHTİLALİ…

Fikrin olduğu her yerde her şiddet, operatörün neşteri gibi bir nimet, olmadığı yerde de kaatilin bıçağı şeklinde bir âfettir.”

Üstad, “Ne yapılabilirdi?” diye sorar ve şunları söyler:

“Yeniçerilik davasında yapılacak şey, ikinci bir Yeniçeri halinde ona musallat olmak değil, onun derisi içine ve ruhuna girerek ıslahına gitmekti.

Yeniçeriye karşı duranlardan Dördüncü Murad tam bir Yeniçeri olduğu gibi, onu kazıyıp silen İkinci Mahmud da sadece Ocak’tan nefreti, ona hınç ve bu haklı duyguları dayamaya mahrumluğu ölçüsüyle az çok Yeniçeridir.

Aslında bütün bir ruh, anane ve mana ocağı olan Yeniçeriliği, kötü numunelerini baştan başa kırıp geçirdikten sonra, aynı isim altında, zaman ve mekâna hâkim usuller ve aletlerle teçhizatlı, kalbi ve maddesi yeniden zapt ve fethedilmiş bir ocak haline getirmek, yahut, ismi ne olursa olsun, karşılığında böyle bir ocak kurmak lâzımdı.

Böyle yapılmadı ve geçmişte Altın Orduyu kuran Türk cemiyeti, BATI ORDULARININ DIŞ KOPYASINA MUHTAÇ BİR RUH FAKİRLİĞİ İÇİNE ATILDI.

İşte Tanzimatın sadece askerlik plânından kıymet hükmü!

… Sultan Mahmut, Yeniçeriliği, kışlasında, top gülleleriyle gümbür gümbür yıkarak ve yağlı paçavralarla cayır cayır yakarak, sokaklarda ve meydanlarda da her benzettiğini asarak, keserek deri üstü temizliğini tam yaptı. Fakat onun, cemiyette gizli ruh tabakalarına kaçıp peçelenmesine ve başka şekillerde hortlamak üzere mikropvâri yerleşmesine mâni tedbirleri alamadı.

Bunun için şiddetten başka bir telkin ve terbiye yoluna ihtiyaç vardır. Sultan fikirsiz olduğu için ona başvuramadı. Kurduğu ordu da gayet tabii olarak “Asakir-i Mansure” olmak yerine “Asakir-i mağlûbe” oldu ve yine gayet tabii bir netice halinde ilk ve büyük bir acemilik ve şaşkınlıktan başka bir şey gösteremedi. Zaten yeni bir ordu teşkilatına maya tutturabilmek için içtimaî huzur ve zamana ve dört başı mamur şekilde sosyal hamlelere lüzum vardı ve bu şartlardan hiç biri mevcut değildi.

İmparatorluk en nazik yanlarından Batılı düşmanlar eliyle yırtılıp koparılıyor ve artık Avrupanın Türk’ü tasfiye etmek kararı yeni ıslah işlerine girişebilmek için tek nefeslik bir zaman payı bırakmıyordu. Kaldı ki, bu zaman payı bulunsa da memlekette bir iç ve dış muhasebeye girişebilecek üstün çapta tek bir fikir adamı bulunmuyordu.

Alçalma tarihimizde, her devreyi kapsayıcı büyük illet ve eksiğimiz, fikirsizlik…”

Üstad, “Yıkılış ve hortlayış” başlığı altında Yeniçeri’den bugüne verilecek mesaja dair kıymet hükmünü koyar ve yapılması gerekeni söyler:

“…anane ve mânâ yatağı bir teşkilâtın öldürülen ruhu yerine hangi ruh ikame edilecek ve bir takım intizamlı mankenler halinde Batıdan kopya edilen askere hangi ideal üflenecekti?

İşte, daime olduğu gibi, sır bu noktada ve yeniçeriliğin kaldırılışından beri birbuçuk asra yakın modern ordu çabalarımızın, tamamen ayrı bir mânası olan İstiklal Harbi zaferi müstesna, daima bozgunla neticelenmiş olmasındaki hikmet bu incelikte…”

Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” i  bir devrin siyasî ve toplumsal analiz ve sonuçlarını ihtiva ederken, “Yeniçeri”si tarihî seyri içerisinde topyekûn bir ordu telâkkisini ortaya koyuyor. Siyasîlerimiz bugünlerde –vakit çok geç olsa da eğer siyasî dedikodulardan ve darbeye direnme kahramanlıkları(!)ndan zaman bulabilirlerse- Üstadın bu iki kitabını mutlaka okumaları, hazmetmeleri ve bugüne sonuçlar çıkarmaları gerekiyor. Kimileri Üstad’ın bu iki kitabını fark etmese de 46 yıl önceden bugüne müthiş bir basiret ve feraset koridoru açıyor.

Kime? Okuyana, idrak edene, ibret alana…

Vak’ay-i Şerriye” olarak yüzünü gösterse de ikinci bir “Vak’ay-ı Hayriyye”ye dönüşmesini temenni ettiğimiz 15 Temmuz darbe girişimi, bilgi kirliliğinden arındırılıp, selîm akıl, basiret ve ferasetle analiz edilmeli.

Yazımızı Üstad’ın Yeniçeri’sinin sonundaki kıymet hükmüyle bitirelim:

“Bizim hayalimizdeki “Altın Ordu”, bir zamanların büyük Prusya Ordusundaki asîl zabitler kadrosuna parmak ısırtıcı bir madde ve mâna vahdet ve mükemmeliyeti içinde, iman, ahlâk, vakar, edep, zarafet, fedakârlık ve nizam bağlılığı yönlerinden cemiyetine imtisal numunesi ve vatan sınırları kadar kendi öz sınırlarını tanır subaylar manzumesince temsil edilendir!

ALLAH’TAN DUAMIZ METODU DIŞINDA VE TALİM TERBİYE, TELKİN AŞISİYLE BİR DAHA NÜKSETMEMECESİNE (VİRÜS)LERİNDEN TEMİZLETİLMESİDİR.”

Üstad’ın “YENİÇERİ”sini yeniden ibretle okumanın vaktidir!

Okuyacak, anlayacak, ders alacak idrak; gereğine yerine getirecek irade varsa tabii!


http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-vaka-i-hayriye-ve-yeniceri-ocagina-dair-26315h.htm

24 Temmuz 2016 Pazar

ÜSTAD NECİP FAZIL’IN “BENİM GÖZÜMDE MENDERES”İNDEN BUGÜNE DERSLER…

Yahya Düzenli

Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabı, CHP’nin ceberrut idaresi ve kâbus devrinden sonra milletin kurtuluş ümidiyle sarıldığı Menderes’in iktidar yıllarını müthiş bir analiz ve terkibî hükümler halinde ve geleceğe ders olacak şekilde anlatır. Ağızlarda yalama olan “tarih tekerrürden ibarettir” sözünün 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle bugünlerde gerçekliğe dönüşmesiyle Üstad’ın söz konusu kitabını hatırladım ve bir daha okudum.

Aman Allahım! Üstad’ın 46 yıl evvel yazdığı bu kitap, sanki geniş bir arazide canlı bir belgesel film çeken ve uzun mesafelerdeki olayları net ve canlı bir şekilde gözümüzün önüne getiren kamera gibi net ve anlaşılır görüntüler ortaya koyuyor. Menderes dönemini okurken adeta bugünün siyasî manzarasını, daha doğrusu dehşetini okuyoruz.

Ak Parti’nin iktidar olduğu 2002 yılında fikir ve hassasiyet birlikteliğimiz olan bazı Bakan ve milletvekillerine  o günlerde, “Üstad’ın Benim gözümde Menderes” kitabını bütün milletvekillerine okutmak, hazmettirmek lâzım. Sadece bu kitap bile bir devrin anatomisinden yola çıkarak önümüzde bir kılavuz kitap olarak duruyor” demiştim.  İtibar edilmeyeceğine, ısrar etmenin faydası olmayacağını bile bile ısrar ettim fakat tahmin ettiğim gibi itibar edilmedi. Benim bu teklifim “şahsî fantezi”  olarak kaldı.

Şimdi, 14 yıl sonra bahsettiğim Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabını tekrar okuyunca dehşete düştüm. Ve hiçbir yoruma kapı aralamadan sadece Üstad’ın kitabından bazı kesitleri, zamanımızın iktidar sahipleri belki fark ederler diye buraya almak istiyorum.

Üstad’ın söz konusu kitabını güncel bir Siyasetname olarak adeta ezberleyip, okumalar, tartışmalar, ders çıkarmalar yapmak gerekiyor. Kitabın bütünü her cepheyi kuşatıcı bir muhteva ve fikrî derinliğe sahip analizlerle dolu ve kitabın bir siyasetname olarak okunmasının hem bugün için hem de gelecek için gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu mânâda Üstad’ın bütün kitaplarındaki analiz ve terkibî hükümlerini yeniden gözden geçirmek de gerekiyor. Bugünün hadiselerinden yola çıkarak onlara müracaat edildiğinde, Üstad’ın düşüncelerinin miadlı (süreli) olmadığı, hâdiseleri kuşatan fakat hâdiseler üstü muhakemeler yapan, mutlaka yaşamalar dünyasına tekabül eden fiilî sonuçlarının olduğu görülecektir.

Dünyada hiçbir şair ve tefekkür adamından zuhur etmeyecek bir düşünce ve diyalektikle en küçük bir hadiseyi bile derin bir tefekkürle izah edip önümüze ütopyadan arınmış çıkış yolu koyan Üstad’ı kim okur, kim anlar, kim hisseder?

Bir büyük Velî’nin “Cenab-ı Hakk’ın kahır suretinde lütufları vardır!”  hikmetinden yola çıkarak, (birçok muamma, istifham ve müphemiyetiyeti beraberinde getiren) yaşadığımız darbe teşebbüsünden inşallah ders çıkarılır ve ülkemizin önüne açılan yeni arsanın inşasında yanlış yapılmaz diye ümid ediyoruz. Ancak endişemiz odur ki, Napolyon devri Dışişleri Bakanı Talleyrand’ın “hiçbir şeyi unutmadılar hiçbir şey de öğrenmediler!” meşhur sözünde yatan mes’uliyetsizlik tecelli etmez.

Gelelim “Benim Gözümde Menderes” kitabına… “Boyuna Gaflet Devri”  bölümünde dönemin tahlilinden bugüne prizma tutan Üstad’ın bazı hükümleri:

 “… Sabahın, ancak mescit yolcusu Müslümanlara mahsus saatinde sokaklara düşüp imar tetkikleri yapan emirler veren ve fikir temelinden mahrum madde ve âlet hamaratlığını mecnunlara mahsus bir ‘fikr-i sabit’le yürüten Menderes…” (s. 393)

“… Bunca madde eserine rağmen, mânâ eseri verilemediği, ortaya bir ruh ve fikir ülküsü konulamadığı için halk, 1957 seçimleriyle, yollar, barajlar, santrallar ve daha bir çok tesis üzerine iki kalın çapraz çizgi çekmiş:

-Bütün bunların bağlı olduğu insan, cemiyet ve ruhî oluş gayesini görmedikçe hiçbirine inanmıyorum!

Demek istemiştir.

Daha ilk tecellide Adnan Bey, kafasında bu ihtarın tokmağını hissetmiştir.” (s. 398)

Üstad, Demokrat Partinin, 1954 seçimlerindeki başarısının (%  57,61) 1957 seçimlerinde birinci parti olmasına rağmen düşmesi (% 47,87)  üzerine şunları söylüyor:

“… Fakat bu darbenin kaynağını görmek ve her şeyin millî ruh ve gayeyi ihmalden geldiğini kestirmek ferasetinden mahrumdur. O, hâlâ bütün açıkların madde eseri vermekle kapatılacağına kanidir.” (s. 399)

Bu oy kaybına dair devam ediyor Üstad:

“Menderes, giriştiği dev çapında imar hamlesiyle, hasta çocuğa bayramlık elbise biçmek gayretinde, fikir yerine hisle dolu bir anneye benzer. Çocuk iyi edilecek, semizleyecek, mektepte sınıfını geçecek, gerisi ondan sonra gelecek… (Napolyon) zamanında başlayan Paris İmarının, bütün dünya hazineleri Fransa’ya akıtıldıktan sonra ele alındığını düşünmek meseleyi halletmeye yeter. Evvelâ zafer ve onun verimleri, sonra da o verimlerin esere çevrilmesi… İçinden geçecek insan ve nakil vasıtalarının fikri ve iktisadi gaye ve vasıfları yerine getirilmeden boşluğa doğru akıp giden cadde ve yolların manzarası ne hazindir!

Bu ince sırrı Adnan Bey ve arkadaşları anlayamamışlar ve her şeyi madde, imar ve inşasında bulmuşlardır.” (s. 401)

“İmar davası, büyük fikrî ve içtimai davaya bağlansaydı ne muhteşem bir eser elde edilecek olduğunu ihtar eden hazin bir çocuk oyuncağı seviyesini aşamamıştır.”

Üstad “Sebep Ne?” diye soruyor ve adeta 58 yıl önceden bu günleri işaret edercesine cevabını veriyor:

“Sene 1958… Bu yıl, Adnan Bey hükümetinin düşmanları tarafından şifasız bir zaaf teşhisiyle keşfedildiği ve her taraftan açık ve gizli tahrip hareketlerinin başladığı mevsimdir. Hükûmette memur, mektepte hoca, üniversitede talebe, mahkemede hâkim, orduda subay, Adnan Menderes’e karşı gittikçe koyulaşan bir İSTİKRAH havasına girmekte ve bu zehirli havayı, Halk Partisi, bir marsık tütsüsüyle beslemektedir.

Ne oluyor; bir gayeye bağlı olmasa bile bunca esere ve marazî çapta demokrasi havasına rağmen Demokrat Parti idaresi üzerinde kümeleşen bu nefret nereden doğuyor?

İşte bunu hesap eden yoktur; hattâ bu nefretin eser vermekten ve endâzesiz bir demokrasi kurmuş olmaktan geldiğini bile farkedenler mevcut değildir. Ortada sadece bir apışma iklimi vardır ve apışma büyüdükçe her çeşit karşı koyma da artmaktadır.

Felâket yalnız ve yalnız ruhî müeyyidesizlikten ve ona bağlı olarak hâkimiyetsizlikten doğuyor. Müdafaaları ise boyuna eserlerini sayıp dökmekten ibaret kalıyor. “

Üstad, 1958 yılında Adnan Menderes’in Londra’da geçirdiği uçak kazasına değiniyor ve Menderes’in bu kazadan sonra “adeta bir nevi uyanık (koma) halini gösteren tutumu”na işaret ediyor ve “politika ne olmalıdır?” diye soruyor, “Ya Ol, Ya Öl!” başlıklı yazısında şu cevabı veriyor:

“Allah seni, ya olmak ya ölmek için yarattı. Sen, seri malı başvekillerden değilsin ve olmayı bilemezsen ölmeyi kabul etmeye mahkûm bir nasibin sahibisin! Şu, büyük bir ilâhi lütufla kurtulduğun uçak kazası da bu nasibin bir işaretidir. Ol, bütün bir hâkimiyet tavriyle doğrul, câni ve katil muhalefeti tasfiye et, milletin öksüz ruhiyle aranda bir kanal aç, bütün devlet müesseselerini bu hedefe yönelt, hamle et; yahut… Yahut ölmeye razı ol!” (s. 408)

Devam ediyor Üstad:

“..Etrafındakiler de perişan.. Tevfik İleri mustarip ve şaşkın… Mükerrem Sarol, tatbik edeceği ilacı bilemez bir doktor edasiyle telaş içinde… Öbürleriyse, her zamanki (endüstri)lerini yürütme ve kulis mırıltılarından ileriye geçememe durumunda… Demokrat Parti kodamanları, her şeyi yukarıdan bekleyen bir küçük esnaf seviyesini aşamamakta…” (s.408)

Üstad’ın canhıraş feryatlarına, ikazlarına ve yapılması gerekenleri ihtarlarına rağmen bütün bunları duymayan Menderes ve yanındakilere dair devam ediyor Üstad:

“..Sene 1960… Demokrat Parti iktidarı bu seneye nebatî bir hayat içinde girmiştir. Solgun bir ağaç… Taşlamalara, dallarını kesmelere, gövdesinde yara açmalara hiçbir cevabı yok..

Evet, 1959’dan sonra Menderes’in ve iktidarının etrafında ağlar, gittikçe örülür. Gittikçe yoğunlaşır.

Bu vaziyette hükümetin ilk vasfı, görme, koku alma, tadma ve temas etme hasselerinden yoksun olmanın üstüne eklediği korkunç bir sağırlıktır. Aslında sağır olan İnönü sivrisineklerin mide gurultusunu işitecek kadar hassastır da, Adnan Menderes, odasında fısıltıyla konuşurken dışarıdaki gök gürlemelerini duymaz veya duyanlardan hava raporu almaz.

Şu, kat’i bir gerçektir ki, 1959-60 Demokrat Parti iktidarının arzettiği istihbarat zaafı derecesinde bir sağırlık, dünyanın hiçbir hükümetlerinde görülmemiştir. Bir hadisenin onlarca malûm olması için neticeye ermesinden ve hedefine varmasından başka çare yoktur. Hasta ölecek ki, ne sebepten öldüğü anlaşılsın…

Ne üniversitede, ne Harp Okulunda, ne Harp Akademisinde, ne de orduda, gençlik saflarında ve bütün içtimai sınıflarda hükümet gözü ve kulağı diye bir şey kalmıştır.

Bir vakitler:

-Ben orduyu herkesten iyi bilir ve tanırım! 7 sene askerlik ettim!

Diyen Menderes, bu dünyada en az tanıdığı şeyin ordu olduğunu anlamak istidadında bile değildir. Ordu teşkilatı içinde bazı nazik makamlara getirilenlerin üzerinde, basit bir banka istihbarat fişi kadar olsun, bilgi ve dikkat sahibi olmaktan yoksunluk… O kadar ki, gece baskını tertipçileri, muhafız kıtası gibi en hassas bir manivela noktasına adamlarından en gayretli birini getirirler de, ne Celal Bayar, ne Menderes, ne de Milli Savunma Bakanı öbür Menderes ‘bu da kimdir ve neyin nesidir?’ diye bir dikkat göstermez. Zaten bu dikkati, neticede rolü hiyanete kadar varan öbür Menderes’ten beklemek, ayıp olur! Dikkat, asıl ona olacaktı? Nerede?

Esasında Demokrat Parti hükümetinin orduya bir (fetiş) gibi öyle garip bir saygısı vardır ki, onun üzerinde en küçük bir tetkik ve muayeneyi bile cinayet sayar. İğne yapmaya gelen doktora, hiç katil gözüyle bakılabilir mi?” (s. 418)

Her satırı hikmet, ibret ve dehşetle okunması gereken Benim Gözümde Menderes’te Üstad 1959 yılında bizzat Adnan Menderes’le Ankara’daki Başbakanlık ofisinde Tevfik İleri’nin de bulunduğu bir görüşme yapar ve dönemin hayatî meselelerini müzakere ederler.

Menderes Üstad’a sorar:
“- Yol nedir?”
Üstad:
“-Madde imarından evvel ruh kalkınması…”
Menderes:
“-Usûl nasıldır ve isnad neyedir?
Üstad:
“-Usûl, İDEAL SAHİBİ İNSANLARA MAHSUS EN SERT GÖZÜ KARALIKTIR VE İSNAT, MİLLETEDİR! Haklı cür’et, imanlı cesaret, dâvâ sahibi cesaret ve köklere kadar inmeyi bilen samimiyet. İşte, Demokrat Parti’nin mahrum olduğu hassalar…” (s. 429)

Üstad, “Bütün bu hayati problemleri ortaya atıyorum ve sözlerimin birçok yerinde hoşa gitmediğimi anladığım halde tonumu düşürmüyorum” diyor ve Menderes’e hitaben devam ediyor:

“-Her halde nazarınızdan kaçmamıştır, Beyefendi; 1958 Büyük Doğu’larında hakkınızda iki yazım çıktı: (Ya ol, ya öl)… Sizin nasibiniz, alelade seri malı bir Başvekillik şartlarına uymaz. Size iktidarın yolunu açan kadar, ya olmanızı, yahut ölmenizi âmirdir. Ya öldüreceksiniz, yahut öldüremedikleriniz tarafından öldürüleceksiniz.”

Üstad devamla “O sırada enteresan bir şey oldu. Adnan bey, beni susturmak için, alışık olduğu mabeyn hilelerinden birini kullanıverdi. Emin sandığı –HİÇBİR EMİN ADAMI OLMAMIŞTIR- memurunu çağırıp (meyva getirsinler!) emrini verdi. Bir ân içinde, kocaman billûr bir tabakta, muzlar, elmalar, armutlar… Adnan Bey, eliyle tabaktan bir muz çekip bir kanadını soydu ve bana uzattı…

Atıldım:

-Yemiyeceğim efendim; havanın bile girebildiğini hayret ettiğim odanıza nasılsa kabul edildik. Bu belki son şansımız… Düğümlü boğazımızdan meyva geçemez ve bu bahaneyle susturulamayız!

Güldü.

Devam ettim:

-Çengiler gibi TEF VE ZİL ÇALARAK BİR İHTİLAL GELİYOR!.. Hükümet acaba ne dereceye kadar mevcut… “

Adnan Beyin çatık kaşlarındaki mânâya karşı Tevfik İler ilk defa konuştu:

-Necip Fazıl’a bu sözlere söyleten, size bağlılığından başka bir şey değildir. Mazur görmenizi istirham ederim.

Dip kapağı olmayan bir kovayı doldurmak istercesine sarfettiğim enerjilerin hiçe gittiğini görmekten mahzun, Başvekil odasından çıktım. Tevfik İleri de sözlerimden öyle bir teessüriyet içinde ki, o vekarlı haline rağmen hademelerin ve polislerin gözü önünde bana sarılıp yanaklarımdan öptü ve dedi ki:

-İçimizin baskı altındaki bütün düğümlerini çözdün, her meselemizi dile getirdin ve çareye bağladın, FAKAT NE KIYMETİ VAR?...” (s. 430)

Üstad Necip Fazıl’ın kitabının satır aralarında en hassas, en girift bir ayrıntıya temas eden dünya çapındaki bir siyasî şahsiyetin sözünü aktarır: “Muhafız kıtası kumandanı, Devlet Reisinin, Başvekilinden ve Bakanlarından daha ziyade itimat ettiği bir adam olmalı ve böyleyken herhangi bir harekette ilk şüphe ve tedbir onun üzerinde toplanmalıdır!”
Yaşadığımız Darbe teşebbüsünden sonra bu stratejik tespiti daha iyi anlamıyor muyuz?

15 Temmuz 2016 Kanlı Darbe Teşebbüsü’nün Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ve sebepler âleminde milletin muazzam bir sahipliğiyle bertaraf edilmesinin ardından, Üstad’ın söz konusu kitabının son bölümünde 26 Mayıs 1960 günü saat 08.30’da Tevfik İleri’nin Bakanlıktaki odasında Üstad’ın Tevfik İleriye sözlerini aktaralım.

Tevfik İleri Üstad’a hitaben:

“-Doğru söylüyorsunuz; fakat biz, iki kadının birden sahip çıktığı çocuğu kılıçla ikiye bölmeye kalkan veya böyle görünen Hazret-i Süleyman’ın adaletini tatbik edemeyiz. Tedhişçiliğe yabancı hislerimiz buna mânidir. Merhamet meselesi…

Üstad:

“-Öyle mi; mikroba merhamet, hastaya merhametsizliğe varır. O halde bu işin sonuna katlanırsınız?”

Tevfik İleri:

“-Başımıza kötü bir âkıbet geleceğini mi sanıyorsunuz?”

Üstad:

“-Gaibi Allah bilir. Ama ihtilal, gelmekte olduğunu, davulla, zurnayla ilan ettiği halde tedbir alınmıyor!”

Tevfik İleri:

“-Anlatın; âcil olarak ne tedbir alınabilir?”

Üstad:

“-Derhal Harbiyeyi bir müddet için tatil etmek… Ankara ve İstanbul’daki birliklerin başına, oradakiler emin olsun, olmasın, tam bildiklerinizi, emin olduklarınızı geçirmek, hiç değilse yeni tayinlerle eskilerin muhtemel tertiplerini bozmak ve daha geniş bir inceleme için vakit kazanmak ve…”

Tevfik İleri:

“-Ve?...”

Üstad:

“-Ve en küçük kıpırdanışı ateşle boğmaya hazır olduğunu göstermek… “

Üstad “Tevfik İleri hiçbir cevap veremedi, sükûtların en acıklısı içinde koltuğuna gömülüp kaldı. “

Daha fazla uzatmayalım…

Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabının tamamını bugünlerde yeniden tefrika etsek yeridir! Şimdilik sadece bunlarla iktifa edelim.

Menderes dönemi ve Erdoğan Dönemi… Varın mukayese edin… Bir fark var… Evet çok küçük bir nüans ama “her şeyi tutan bir şey”. O gün Menderes’in arkasında sayı olarak müthiş bir kütle vardı. Ama yanında bu kütleden eser yoktu. Bugün Erdoğan’ın hem sayı olarak arkasında, hem de kütle olarak yanında bir millet çoğunluğu var. Felâketlerin, musibetlerin aynı zamanda yapılması ve yapılmaması gerekenlere dair imkân ve fırsat zemini olduğunu hatırlayarak, bugün ve yarın için neler yapılmalı? İşte bütün mesele!

Öncelikli soru: “Nerede, niçin yanlış yaptık?”
Sonra: “Hayatî inşa alanları nelerdir ve neler yapmalıyız?”

Bu soruların ciddî ve derin cevaplarının verileceği konusunda ümitvar mıyız? Pek değil. Ama her seferinde “Ba’de harab-l Basra” deyip, yeni baştan başlamanın vakti çoktan geçti.

Evvelâ “yetiştiricileri yetiştirecek” maarif, gençlik ve irfan seferberliği…

Kimlerle, hangi kadrolarla, hangi muhtevayla???

Öncelikle; gözü rant ve siyasî şehvetle kızarmış, her an yeni seferlere çıkmak için hava koklayan lejyonerleri tasfiye…

Sonra; gözü ‘hesap şuuru’yla her an teyakkuzda, kaybedecek bir şeyi olmayan dert ve mesele sahibi yerlilerle yolu yeniden açmak…

Mümkün mü? Sadece soruyoruz!

Arayan bulur!

Bir kez daha soralım:  Siyasî tarih her zaman tekerrürden mi ibarettir?

Bugüne kadar öyle!

Peki, aynı yanlışları tekrar etmeyecek, tekerrür ettirmeyecek bir yol, bir tedbir yok mudur? Vardır! O da gene Benim Gözümde Menderes’in son sayfalarındaki “Ah Menderes, daha neler bilemedin sen, neler!”  diye haykıran Üstadın 9 maddede özetlediği tarihî tedbirlerde. Merak edenler oradan okuyabilir!

14 yıllık Ak Parti İktidarının 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü’yle devrilmek istenmesi bize Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabının tamamını hatırlattı. Ancak, sınırlı sayfalarımızda yukarıdaki satırlarla yetinmek zorunda kaldık.

Bir belâ def’edildi, vücut tümörlerdenkazınmak, arınmak zorunda! Ancak kazınacak tümörlerin yerine değişik türde tümörlerin yerleştirilemeyeceği ve orada başka bir hücre şeklinde üremeyeceği bir bünye sterilizasyonu mutlak gerekli! Acil ihtiyaç galiba bu! Aksi takdirde yok edilen tümör eskisinden daha güçlü olarak üreyip bünyede metastas yapacaktır!

İbret, dehşet, ders ve gayret!

Bir büyük Velî’nin zaman üstü sözü: “ALLAH’IN KAHIR SURETİNDE LÜTUFLARI VARDIR!”

Kime?

Kalbi katılaşmamış, itikadı sapmamış, idraki donmamış, gözü perdelenmemiş, kulağı sağırlaşmamış, dili tutulmamış, gücü kendisini zehirlememiş olanlara!

‘Benim Gözümde Menderes”in son cümlesi: İnşaallah yeni yetişeceklere ders olur….

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-ustad-necip-fazilin-benim-gozumde-menderesinden-bugune-dersler-26187h.htm

22 Temmuz 2016 Cuma

YAKIN TARİHİN VİCDANI: ALİ ŞÜKRÜ BEY… -“Dâvamız kat’i, azmimiz lâyezaldir!”-

 Yahya Düzenli

Erken Cumhuriyet döneminin Ankara’sı, 93 yıl önce (27.3.1923) yakın tarihimizin sayfalarında silinemez derinlikte kan lekesi bırakan bir cinayete şahit oldu. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan; şahsiyet, celâdet, şecaat, basiret ve feraset adamı Ali Şükrü Bey, Osmanlı’nın artık ruhu kaybolmuş ve gövdesi parçalanmış son kaidesi üzerine inşa edilmeye çalışılan Cumhuriyet rejiminin bânileri tarafından katledildi.

Askerlik hayatını genç yaşta bırakıp, siyasî ve fikrî mücadeleye atılan Ali Şükrü Bey, 1919’da 36 yaşında Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Trabzon Milletvekili olarak seçilir. Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi üzerine 1920 yılı Nisan ayı’nda Ankara’ya gider ve  I. Meclis’e gene Trabzon Mebusu olarak katılır. Bu görevini şehid edilinceye kadar (27 Mart 1923) sürdürür.


Varlığıyla izzet sahibi, vefatıyla şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in hayatı ve mücadelesi; bugünün siyasilerinin, aydınlarının, fikir adamlarının her karesini ibretle örnek almaları gereken “hakkıyla yaşanmış” bir hayattır.

O öyle bir şahsiyet idi ki; “neye muhalefet edeceği”nin ölçüsünü “neye bağlı olduğu”yla gösteren, Müslüman kimliğinin ve şahsiyetinin gereğini I. Meclisin olağanüstü şartlarında bile ortaya koyan, hiçbir tehlikeden ve tehditten yılmayan, doğrularını Mustafa Kemal ve ekibine (I.Grup) karşı  yüksek sesle haykıran izzetli bir dâvâ adamıydı.

O’nun katli, sıradan bir cinayet değildi. Milletimizi bin yıllık aidiyet dünyasından koparıp kimlik ve tarihine  yabancılaştırma gayeli bir dünya tasarımının önemli bir parçası olan Cumhuriyet rejiminin ihdas ve yerleşmesi için içi “sır” dolu önemli bir teşebbüstü. Yakın tarihimizin sayfaları fail-i meşhur bu cinayeti kaydederken, Ankara sonuçlarını düşünerek tedirgin olmuş, paniklemiş ve sarsılmıştı. Onun için de cinayetten 3 gün sonra Mustafa Kemal I. Meclisi lağvetmişti.

Cinayeti tertipleyenler, zamanın küresel gücü İngiltere’nin dayatmalarıyla uygulatmak istedikleri projelerinin önündeki en büyük mânialardan birini bertaraf etmiş oldular. Böylece emellerine ulaşan yeni rejimin tasarımcıları, ellerine bulaşan Ali Şükrü Bey’in mübarek kanını bugüne kadar vicdanlarında silinmez bir leke olarak taşımışlardır.

Cinayetin işlendiği günlerde Meclis’ten sadece bir ses (Hüseyin Avni Bey) ve Trabzon’dan bir gazete (İstikbal) hariç hiç kimse Ali Şükrü Bey’in şehadetine dair ağzını açamadı, konuşamadı, hesap soramadı. Hesap sormak bir yana, Başta Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşları başta olmak üzere muhaliflerden (II. Gruptan) hiç kimse Ali Şükrü Bey’in ismini telaffuz bile edemedi.

Bugünün TBMM’si ve Ali Şükrü Bey’in doğduğu ve kabrinin bulunduğu Trabzon, bu büyük şehid’ini hâlâ tanıyamıyor, taşıyamıyor ve onun destansı mücadelesini anlayamıyor; aksine ondan kaçıyor, ona yabancılaşıyor, onu unutmaya çalışıyor. Bu vebal kurum olarak TBMM’nin, şehir olarak Trabzon’un üzerinde kurşundan ağır bir yük olarak durmaktadır.

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. TBMM’de Trabzon mebusu olan Ali Şükrü Bey, bütün sistemli unutturma çabalarına rağmen, şehadet ayı olan Mart ayında cinayete kurban gitmiş bir siyasî olarak sessizce hatırlanır. Şehadetinin üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen, son yıllara kadar memleketi Trabzon’da bile ademe mahkûm edilmişti. Oysa, Temmuz aylarında da Ali Şükrü Bey’i bilhassa hatırlamak gerekiyor.

Niçin?

Çünkü Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Osmanlı sonrası Türkiye’nin I. Dünya Savaşı ertesinde sınırları, Hilafet, Azınlıklar, Düyun-u Umumiye, Patrikhane, Boğazlar, vs. problemlerin yeniden şekillenmesine ve o günden bugüne dair stratejik kararların zamanın belirleyici gücü İngiltere tarafından verildiği Lozan görüşmelerine dair I. TBMM’de sert tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalarda en ciddi, köklü, muhtevalı ve vatanperver muhalefet Ali Şükrü Bey tarafından yapılmıştır. Onun için “Lozan” deyince Ali Şükrü Beyi hatırlamak gerekiyor. Hatta Meclis’in 5.3.1923 tarihli 4. Gizli celsesinde yaptığı konuşmasındaki “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi” cümlesi Lozan gerçeğini anlatmaya yeter.

İlginçtir ki; Meclis’te Lozan Müzakereleri ile ilgili görüşmelerin en şiddetli şekilde devam ettiği sırada Ali Şükrü Bey katledilmişti. Meclisin 5 Mart 1923 günkü oturumunda Ali Şükrü Bey ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”da bu oturumla ilgili şunları söyler: “…Gazi de hiddetliydi… Diğer taraftan ellerini cebine sokarak birden sert, şiddetli adımlarla Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü. Birinci ve İkinci grup mebusları Meclis’in ortasında artık karşı karşıya gelmişlerdi. Bir döğüşme havası başlamıştı. Ali Şükrü Bey: -Kimseyi itham etmeye hakkınız yoktur’ diye bağırıyordu…”

Ali Şükrü Bey’in katledilişinden üç gün sonra I. Meclis lağvedilmiş (1.4.1923), 4 ay sonra Lozan Anlaşması imzalanmış (24.7.1923), bir yıl sonra da Hilâfet kaldırılmıştır (3 Mart 1924).

Osmanlı sonrası tasarlanan Cumhuriyet rejimi için vazgeçilmesi/terkedilmesi gereken başta Hilafetin, Misak-ı Millî, Lozan, Oniki Ada, Batum, Musul-Kerkük gibi tarihî meselelerdeki vukufiyeti, vatanperlerliği, adanmışlığı ve etkileyici şahsiyetiyle I. Millet Meclisi’nin vicdanı olan Ali Şükrü Bey, sadece bir siyasî şahsiyet olarak değil, aynı zamanda mütebahhir bir münevver ve derin irfan sahibi bir Müslüman kimliğiyle tarih ve toplum bilincinin canlı temsilcisi olarak da sesini yükselten bir fikir adamıydı.


“Acaba Ali Şükrü Bey şehid edilmeseydi Lozan Anlaşması meclisten geçer miydi?” sorusu, Lozan’ın üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen bugün bile hala sorulan temel sorudur.

Ali Şükrü Beyin o yıllardaki Lozan’la ilgili meclis konuşmaları ve yazılarını okuduğumuzda, bu sorunun doğru sorulmuş bir soru olduğunu anlıyoruz. Lozan’ın Ali Şükrü Bey’e rağmen Meclis’ten “geçmeyeceği” anlaşılınca Ali Şükrü Bey’in yok edilmesi tasarlanmış ve katledilmişti. Tabii, sadece Lozan değil, başta Hilâfetin ilgası, diğer tarihî meselelerdeki tavizsiz tutumu ve en önemlisi yeni cumhuriyetin kıblesinin batıya çevrilmesine hayatı pahasına olan itirazları. 

Ali Şükrü Bey, şehid edilmeden 68 gün önce (19.1.1923) Ankara’da çıkarmaya başladığı ve 68 sayı yayınlanabilen Tan Gazetesi’ndeki derin ve ihatalı fikrî yazılarıyla zamanın iktidarını ürkütmüştür. 

Kazım Karabekir hatıralarında bu konuda şunları söyler:

“Gazi pek asabi idi. (Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, Ankara’ya matbaa makinası getirmiş. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi veriştirdi. Ve (yakın, yıkın) diye çıkıştı.

Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aksedebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım…”

Ali Şükrü Bey cinayetinin fail-i meşhur tertipçileri bir adım ötesini de düşünerek tetikçisini de itlâf ettirmişlerdi.

Şehid edilmesiyle birlikte geçen yıllar boyunca hiç kimse O’nun adını bile anmaya cesaret edemezken vefatından 27 yıl sonra, 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da  Üstad Necip Fazıl şu kıymet hükmünü veriyordu:

“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânâları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir???” diyerek zamanın ve  geleceğin tarihçilerini bir tarihî hesaplaşmaya çağrıyordu. 

Bugün bile ne TBMM ne de Trabzon O’nun hayat ve hâtırâsını yaşatacak, taşıyacak bir şuura sahip değil.

Askerlik döneminde deniz subayı olan Ali Şükrü Bey, Barbaros Hayreddin’e olan hayranlığından dolayı oğlunun ismini de Hayreddin koymuştur. Kendisinin yöneticiliğini yaptığı Donanma Mecmuası’ndaki yazıları da tarih şuurunu ortaya koyan derinliktedir.

1920 yılında Donanma Mecmuası’nda “Gazi Barbaros Hayreddin’in Türbesi ve Evkâfı” başlığıyla yazdığı bir yazıda “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan istikbâlde yolunu şaşırır!” der. Tıpkı bugün O’nun şahsiyet ve mücadelesinden haberdar olunmadığı gibi, o zaman da Barbaros Hayreddin’den habersizliğe vurgu yapan şu satırları bir ibret vesikasıdır:

“Evet, kütüphanelerimiz bizim; Barbaros’un emsâlî e’azımın terâcim-i ahvâlini zabt etmemek veya edememek suretiyle vazife-i vataniyye ve milliyemizi hakkıyla îfa edemediğimizi âleme ilân ediyor!...

Ma’ahaza; bundan sonra belki bu hatamızı, hatay-ı fâhişimizi mümkün mertebe tamir edebiliriz. Fakat; âlimin câhilin, büyüğün, küçüğün ve’l hasıl herkesin tabi’iyete mecbur olduğu îcâbat-ı diniyemizden tegâfülü ne ile te’vil ne ile ta’mir edebileceğiz?

Meselâ; bundan iki üç yüz sene evvel bir “Hızır Reis” meydana çıkıyor. Zamanın padişahı bu reise i’lây-ı kelimetullah uğrunda ettiği hidemât-ı mübecceleyi takdiren ‘Hayreddin’ ismini veriyor!...

Hayreddin; ömrünün son dakikasına kadar mücâhedât-ı Peygamber-pesendane  (Peygamberin takdir edeceği savaşlara) ve hidemât-ı vatanperverânesine devam ediyor!... Neticede, esmâr-ı mücahedatını iktitâf eden ya’ni mirasına konan bizlerden ise; yalnız dem-i ihtizârındaki vesâyasına ri’ayetimizi istiyor ki her nokta-i nazardan varislerin bu yönünün borcu olan bir şeyi talep ediyor demektir.

Efsûs ki; şu ufacık hidmeti bile koca Barbaros’dan diriğ etdiğimizi ya türbesini ziyaret veyahut tafsilât-ı âtîyeyi okumak suretiyle anlayabilirsiniz!”

Günümüzün Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı ile diğer ilgili Bakanlık ve kurumların başında bulunanlar, Ali Şükrü Bey’in 106 yıl önce içi sızlayarak yazdığı yazıda Barbaros’un muhteşem hâtırasına olan alakasızlıktan yakınmasının kendilerine nasıl bir vebal yüklediğinin farkında mıdırlar?

Doğrusu, neyin farkında oldular ki bu meselenin farkında olsunlar! Unutmamalı ki; nesillerin yolunu aydınlatan kandiller tarihî şahsiyetlerdir. Onları unutturmamak, arkeolojik/müzelik bir malzeme olarak değil, davası ve mesajıyla günümüze taşımak herkesin üzerine bir borç ve vebaldir!

O; müstakim bir hayat ve mücadelesinin semeresi olarak Allah’ın ona bahşettiği şehîdlikle âlem-i bekâya yolcu oldu.  

Bugünün tarihçilerine düşen (Üstad Necip Fazı’ın cümleleriyle) “… ve azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacakr. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman, belki de bu hesapların en ehemmiyetsizlerinden birini teşkil edecektir.”  hükmünü anlayıp, gereğini yapabilmektir!

Yakın tarihimizin feryâd eden vicdanı olan Ali Şükrü Bey’e rahmet diliyor, katillerini lânetliyoruz!

O’nun Trabzon/Boztepe’deki kabrinden yükselen mesajını tekrar hatırlayalım: “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan istikbâlde yolunu şaşırır!”

Her fâniye nasip olmayacak 39 yıllık kısa fakat manâ ve muhteva dolu bir hayatın sahibi bu izzetli şahsiyetin bir sözüyle bitirelim: “Dâvamız kat’i, azmimiz lâyezaldir!”



http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-yakin-tarihin-vicdani-ali-sukru-bey-26139h.htm