24 Temmuz 2016 Pazar

ÜSTAD NECİP FAZIL’IN “BENİM GÖZÜMDE MENDERES”İNDEN BUGÜNE DERSLER…

Yahya Düzenli

Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabı, CHP’nin ceberrut idaresi ve kâbus devrinden sonra milletin kurtuluş ümidiyle sarıldığı Menderes’in iktidar yıllarını müthiş bir analiz ve terkibî hükümler halinde ve geleceğe ders olacak şekilde anlatır. Ağızlarda yalama olan “tarih tekerrürden ibarettir” sözünün 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle bugünlerde gerçekliğe dönüşmesiyle Üstad’ın söz konusu kitabını hatırladım ve bir daha okudum.

Aman Allahım! Üstad’ın 46 yıl evvel yazdığı bu kitap, sanki geniş bir arazide canlı bir belgesel film çeken ve uzun mesafelerdeki olayları net ve canlı bir şekilde gözümüzün önüne getiren kamera gibi net ve anlaşılır görüntüler ortaya koyuyor. Menderes dönemini okurken adeta bugünün siyasî manzarasını, daha doğrusu dehşetini okuyoruz.

Ak Parti’nin iktidar olduğu 2002 yılında fikir ve hassasiyet birlikteliğimiz olan bazı Bakan ve milletvekillerine  o günlerde, “Üstad’ın Benim gözümde Menderes” kitabını bütün milletvekillerine okutmak, hazmettirmek lâzım. Sadece bu kitap bile bir devrin anatomisinden yola çıkarak önümüzde bir kılavuz kitap olarak duruyor” demiştim.  İtibar edilmeyeceğine, ısrar etmenin faydası olmayacağını bile bile ısrar ettim fakat tahmin ettiğim gibi itibar edilmedi. Benim bu teklifim “şahsî fantezi”  olarak kaldı.

Şimdi, 14 yıl sonra bahsettiğim Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabını tekrar okuyunca dehşete düştüm. Ve hiçbir yoruma kapı aralamadan sadece Üstad’ın kitabından bazı kesitleri, zamanımızın iktidar sahipleri belki fark ederler diye buraya almak istiyorum.

Üstad’ın söz konusu kitabını güncel bir Siyasetname olarak adeta ezberleyip, okumalar, tartışmalar, ders çıkarmalar yapmak gerekiyor. Kitabın bütünü her cepheyi kuşatıcı bir muhteva ve fikrî derinliğe sahip analizlerle dolu ve kitabın bir siyasetname olarak okunmasının hem bugün için hem de gelecek için gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu mânâda Üstad’ın bütün kitaplarındaki analiz ve terkibî hükümlerini yeniden gözden geçirmek de gerekiyor. Bugünün hadiselerinden yola çıkarak onlara müracaat edildiğinde, Üstad’ın düşüncelerinin miadlı (süreli) olmadığı, hâdiseleri kuşatan fakat hâdiseler üstü muhakemeler yapan, mutlaka yaşamalar dünyasına tekabül eden fiilî sonuçlarının olduğu görülecektir.

Dünyada hiçbir şair ve tefekkür adamından zuhur etmeyecek bir düşünce ve diyalektikle en küçük bir hadiseyi bile derin bir tefekkürle izah edip önümüze ütopyadan arınmış çıkış yolu koyan Üstad’ı kim okur, kim anlar, kim hisseder?

Bir büyük Velî’nin “Cenab-ı Hakk’ın kahır suretinde lütufları vardır!”  hikmetinden yola çıkarak, (birçok muamma, istifham ve müphemiyetiyeti beraberinde getiren) yaşadığımız darbe teşebbüsünden inşallah ders çıkarılır ve ülkemizin önüne açılan yeni arsanın inşasında yanlış yapılmaz diye ümid ediyoruz. Ancak endişemiz odur ki, Napolyon devri Dışişleri Bakanı Talleyrand’ın “hiçbir şeyi unutmadılar hiçbir şey de öğrenmediler!” meşhur sözünde yatan mes’uliyetsizlik tecelli etmez.

Gelelim “Benim Gözümde Menderes” kitabına… “Boyuna Gaflet Devri”  bölümünde dönemin tahlilinden bugüne prizma tutan Üstad’ın bazı hükümleri:

 “… Sabahın, ancak mescit yolcusu Müslümanlara mahsus saatinde sokaklara düşüp imar tetkikleri yapan emirler veren ve fikir temelinden mahrum madde ve âlet hamaratlığını mecnunlara mahsus bir ‘fikr-i sabit’le yürüten Menderes…” (s. 393)

“… Bunca madde eserine rağmen, mânâ eseri verilemediği, ortaya bir ruh ve fikir ülküsü konulamadığı için halk, 1957 seçimleriyle, yollar, barajlar, santrallar ve daha bir çok tesis üzerine iki kalın çapraz çizgi çekmiş:

-Bütün bunların bağlı olduğu insan, cemiyet ve ruhî oluş gayesini görmedikçe hiçbirine inanmıyorum!

Demek istemiştir.

Daha ilk tecellide Adnan Bey, kafasında bu ihtarın tokmağını hissetmiştir.” (s. 398)

Üstad, Demokrat Partinin, 1954 seçimlerindeki başarısının (%  57,61) 1957 seçimlerinde birinci parti olmasına rağmen düşmesi (% 47,87)  üzerine şunları söylüyor:

“… Fakat bu darbenin kaynağını görmek ve her şeyin millî ruh ve gayeyi ihmalden geldiğini kestirmek ferasetinden mahrumdur. O, hâlâ bütün açıkların madde eseri vermekle kapatılacağına kanidir.” (s. 399)

Bu oy kaybına dair devam ediyor Üstad:

“Menderes, giriştiği dev çapında imar hamlesiyle, hasta çocuğa bayramlık elbise biçmek gayretinde, fikir yerine hisle dolu bir anneye benzer. Çocuk iyi edilecek, semizleyecek, mektepte sınıfını geçecek, gerisi ondan sonra gelecek… (Napolyon) zamanında başlayan Paris İmarının, bütün dünya hazineleri Fransa’ya akıtıldıktan sonra ele alındığını düşünmek meseleyi halletmeye yeter. Evvelâ zafer ve onun verimleri, sonra da o verimlerin esere çevrilmesi… İçinden geçecek insan ve nakil vasıtalarının fikri ve iktisadi gaye ve vasıfları yerine getirilmeden boşluğa doğru akıp giden cadde ve yolların manzarası ne hazindir!

Bu ince sırrı Adnan Bey ve arkadaşları anlayamamışlar ve her şeyi madde, imar ve inşasında bulmuşlardır.” (s. 401)

“İmar davası, büyük fikrî ve içtimai davaya bağlansaydı ne muhteşem bir eser elde edilecek olduğunu ihtar eden hazin bir çocuk oyuncağı seviyesini aşamamıştır.”

Üstad “Sebep Ne?” diye soruyor ve adeta 58 yıl önceden bu günleri işaret edercesine cevabını veriyor:

“Sene 1958… Bu yıl, Adnan Bey hükümetinin düşmanları tarafından şifasız bir zaaf teşhisiyle keşfedildiği ve her taraftan açık ve gizli tahrip hareketlerinin başladığı mevsimdir. Hükûmette memur, mektepte hoca, üniversitede talebe, mahkemede hâkim, orduda subay, Adnan Menderes’e karşı gittikçe koyulaşan bir İSTİKRAH havasına girmekte ve bu zehirli havayı, Halk Partisi, bir marsık tütsüsüyle beslemektedir.

Ne oluyor; bir gayeye bağlı olmasa bile bunca esere ve marazî çapta demokrasi havasına rağmen Demokrat Parti idaresi üzerinde kümeleşen bu nefret nereden doğuyor?

İşte bunu hesap eden yoktur; hattâ bu nefretin eser vermekten ve endâzesiz bir demokrasi kurmuş olmaktan geldiğini bile farkedenler mevcut değildir. Ortada sadece bir apışma iklimi vardır ve apışma büyüdükçe her çeşit karşı koyma da artmaktadır.

Felâket yalnız ve yalnız ruhî müeyyidesizlikten ve ona bağlı olarak hâkimiyetsizlikten doğuyor. Müdafaaları ise boyuna eserlerini sayıp dökmekten ibaret kalıyor. “

Üstad, 1958 yılında Adnan Menderes’in Londra’da geçirdiği uçak kazasına değiniyor ve Menderes’in bu kazadan sonra “adeta bir nevi uyanık (koma) halini gösteren tutumu”na işaret ediyor ve “politika ne olmalıdır?” diye soruyor, “Ya Ol, Ya Öl!” başlıklı yazısında şu cevabı veriyor:

“Allah seni, ya olmak ya ölmek için yarattı. Sen, seri malı başvekillerden değilsin ve olmayı bilemezsen ölmeyi kabul etmeye mahkûm bir nasibin sahibisin! Şu, büyük bir ilâhi lütufla kurtulduğun uçak kazası da bu nasibin bir işaretidir. Ol, bütün bir hâkimiyet tavriyle doğrul, câni ve katil muhalefeti tasfiye et, milletin öksüz ruhiyle aranda bir kanal aç, bütün devlet müesseselerini bu hedefe yönelt, hamle et; yahut… Yahut ölmeye razı ol!” (s. 408)

Devam ediyor Üstad:

“..Etrafındakiler de perişan.. Tevfik İleri mustarip ve şaşkın… Mükerrem Sarol, tatbik edeceği ilacı bilemez bir doktor edasiyle telaş içinde… Öbürleriyse, her zamanki (endüstri)lerini yürütme ve kulis mırıltılarından ileriye geçememe durumunda… Demokrat Parti kodamanları, her şeyi yukarıdan bekleyen bir küçük esnaf seviyesini aşamamakta…” (s.408)

Üstad’ın canhıraş feryatlarına, ikazlarına ve yapılması gerekenleri ihtarlarına rağmen bütün bunları duymayan Menderes ve yanındakilere dair devam ediyor Üstad:

“..Sene 1960… Demokrat Parti iktidarı bu seneye nebatî bir hayat içinde girmiştir. Solgun bir ağaç… Taşlamalara, dallarını kesmelere, gövdesinde yara açmalara hiçbir cevabı yok..

Evet, 1959’dan sonra Menderes’in ve iktidarının etrafında ağlar, gittikçe örülür. Gittikçe yoğunlaşır.

Bu vaziyette hükümetin ilk vasfı, görme, koku alma, tadma ve temas etme hasselerinden yoksun olmanın üstüne eklediği korkunç bir sağırlıktır. Aslında sağır olan İnönü sivrisineklerin mide gurultusunu işitecek kadar hassastır da, Adnan Menderes, odasında fısıltıyla konuşurken dışarıdaki gök gürlemelerini duymaz veya duyanlardan hava raporu almaz.

Şu, kat’i bir gerçektir ki, 1959-60 Demokrat Parti iktidarının arzettiği istihbarat zaafı derecesinde bir sağırlık, dünyanın hiçbir hükümetlerinde görülmemiştir. Bir hadisenin onlarca malûm olması için neticeye ermesinden ve hedefine varmasından başka çare yoktur. Hasta ölecek ki, ne sebepten öldüğü anlaşılsın…

Ne üniversitede, ne Harp Okulunda, ne Harp Akademisinde, ne de orduda, gençlik saflarında ve bütün içtimai sınıflarda hükümet gözü ve kulağı diye bir şey kalmıştır.

Bir vakitler:

-Ben orduyu herkesten iyi bilir ve tanırım! 7 sene askerlik ettim!

Diyen Menderes, bu dünyada en az tanıdığı şeyin ordu olduğunu anlamak istidadında bile değildir. Ordu teşkilatı içinde bazı nazik makamlara getirilenlerin üzerinde, basit bir banka istihbarat fişi kadar olsun, bilgi ve dikkat sahibi olmaktan yoksunluk… O kadar ki, gece baskını tertipçileri, muhafız kıtası gibi en hassas bir manivela noktasına adamlarından en gayretli birini getirirler de, ne Celal Bayar, ne Menderes, ne de Milli Savunma Bakanı öbür Menderes ‘bu da kimdir ve neyin nesidir?’ diye bir dikkat göstermez. Zaten bu dikkati, neticede rolü hiyanete kadar varan öbür Menderes’ten beklemek, ayıp olur! Dikkat, asıl ona olacaktı? Nerede?

Esasında Demokrat Parti hükümetinin orduya bir (fetiş) gibi öyle garip bir saygısı vardır ki, onun üzerinde en küçük bir tetkik ve muayeneyi bile cinayet sayar. İğne yapmaya gelen doktora, hiç katil gözüyle bakılabilir mi?” (s. 418)

Her satırı hikmet, ibret ve dehşetle okunması gereken Benim Gözümde Menderes’te Üstad 1959 yılında bizzat Adnan Menderes’le Ankara’daki Başbakanlık ofisinde Tevfik İleri’nin de bulunduğu bir görüşme yapar ve dönemin hayatî meselelerini müzakere ederler.

Menderes Üstad’a sorar:
“- Yol nedir?”
Üstad:
“-Madde imarından evvel ruh kalkınması…”
Menderes:
“-Usûl nasıldır ve isnad neyedir?
Üstad:
“-Usûl, İDEAL SAHİBİ İNSANLARA MAHSUS EN SERT GÖZÜ KARALIKTIR VE İSNAT, MİLLETEDİR! Haklı cür’et, imanlı cesaret, dâvâ sahibi cesaret ve köklere kadar inmeyi bilen samimiyet. İşte, Demokrat Parti’nin mahrum olduğu hassalar…” (s. 429)

Üstad, “Bütün bu hayati problemleri ortaya atıyorum ve sözlerimin birçok yerinde hoşa gitmediğimi anladığım halde tonumu düşürmüyorum” diyor ve Menderes’e hitaben devam ediyor:

“-Her halde nazarınızdan kaçmamıştır, Beyefendi; 1958 Büyük Doğu’larında hakkınızda iki yazım çıktı: (Ya ol, ya öl)… Sizin nasibiniz, alelade seri malı bir Başvekillik şartlarına uymaz. Size iktidarın yolunu açan kadar, ya olmanızı, yahut ölmenizi âmirdir. Ya öldüreceksiniz, yahut öldüremedikleriniz tarafından öldürüleceksiniz.”

Üstad devamla “O sırada enteresan bir şey oldu. Adnan bey, beni susturmak için, alışık olduğu mabeyn hilelerinden birini kullanıverdi. Emin sandığı –HİÇBİR EMİN ADAMI OLMAMIŞTIR- memurunu çağırıp (meyva getirsinler!) emrini verdi. Bir ân içinde, kocaman billûr bir tabakta, muzlar, elmalar, armutlar… Adnan Bey, eliyle tabaktan bir muz çekip bir kanadını soydu ve bana uzattı…

Atıldım:

-Yemiyeceğim efendim; havanın bile girebildiğini hayret ettiğim odanıza nasılsa kabul edildik. Bu belki son şansımız… Düğümlü boğazımızdan meyva geçemez ve bu bahaneyle susturulamayız!

Güldü.

Devam ettim:

-Çengiler gibi TEF VE ZİL ÇALARAK BİR İHTİLAL GELİYOR!.. Hükümet acaba ne dereceye kadar mevcut… “

Adnan Beyin çatık kaşlarındaki mânâya karşı Tevfik İler ilk defa konuştu:

-Necip Fazıl’a bu sözlere söyleten, size bağlılığından başka bir şey değildir. Mazur görmenizi istirham ederim.

Dip kapağı olmayan bir kovayı doldurmak istercesine sarfettiğim enerjilerin hiçe gittiğini görmekten mahzun, Başvekil odasından çıktım. Tevfik İleri de sözlerimden öyle bir teessüriyet içinde ki, o vekarlı haline rağmen hademelerin ve polislerin gözü önünde bana sarılıp yanaklarımdan öptü ve dedi ki:

-İçimizin baskı altındaki bütün düğümlerini çözdün, her meselemizi dile getirdin ve çareye bağladın, FAKAT NE KIYMETİ VAR?...” (s. 430)

Üstad Necip Fazıl’ın kitabının satır aralarında en hassas, en girift bir ayrıntıya temas eden dünya çapındaki bir siyasî şahsiyetin sözünü aktarır: “Muhafız kıtası kumandanı, Devlet Reisinin, Başvekilinden ve Bakanlarından daha ziyade itimat ettiği bir adam olmalı ve böyleyken herhangi bir harekette ilk şüphe ve tedbir onun üzerinde toplanmalıdır!”
Yaşadığımız Darbe teşebbüsünden sonra bu stratejik tespiti daha iyi anlamıyor muyuz?

15 Temmuz 2016 Kanlı Darbe Teşebbüsü’nün Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu ve sebepler âleminde milletin muazzam bir sahipliğiyle bertaraf edilmesinin ardından, Üstad’ın söz konusu kitabının son bölümünde 26 Mayıs 1960 günü saat 08.30’da Tevfik İleri’nin Bakanlıktaki odasında Üstad’ın Tevfik İleriye sözlerini aktaralım.

Tevfik İleri Üstad’a hitaben:

“-Doğru söylüyorsunuz; fakat biz, iki kadının birden sahip çıktığı çocuğu kılıçla ikiye bölmeye kalkan veya böyle görünen Hazret-i Süleyman’ın adaletini tatbik edemeyiz. Tedhişçiliğe yabancı hislerimiz buna mânidir. Merhamet meselesi…

Üstad:

“-Öyle mi; mikroba merhamet, hastaya merhametsizliğe varır. O halde bu işin sonuna katlanırsınız?”

Tevfik İleri:

“-Başımıza kötü bir âkıbet geleceğini mi sanıyorsunuz?”

Üstad:

“-Gaibi Allah bilir. Ama ihtilal, gelmekte olduğunu, davulla, zurnayla ilan ettiği halde tedbir alınmıyor!”

Tevfik İleri:

“-Anlatın; âcil olarak ne tedbir alınabilir?”

Üstad:

“-Derhal Harbiyeyi bir müddet için tatil etmek… Ankara ve İstanbul’daki birliklerin başına, oradakiler emin olsun, olmasın, tam bildiklerinizi, emin olduklarınızı geçirmek, hiç değilse yeni tayinlerle eskilerin muhtemel tertiplerini bozmak ve daha geniş bir inceleme için vakit kazanmak ve…”

Tevfik İleri:

“-Ve?...”

Üstad:

“-Ve en küçük kıpırdanışı ateşle boğmaya hazır olduğunu göstermek… “

Üstad “Tevfik İleri hiçbir cevap veremedi, sükûtların en acıklısı içinde koltuğuna gömülüp kaldı. “

Daha fazla uzatmayalım…

Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabının tamamını bugünlerde yeniden tefrika etsek yeridir! Şimdilik sadece bunlarla iktifa edelim.

Menderes dönemi ve Erdoğan Dönemi… Varın mukayese edin… Bir fark var… Evet çok küçük bir nüans ama “her şeyi tutan bir şey”. O gün Menderes’in arkasında sayı olarak müthiş bir kütle vardı. Ama yanında bu kütleden eser yoktu. Bugün Erdoğan’ın hem sayı olarak arkasında, hem de kütle olarak yanında bir millet çoğunluğu var. Felâketlerin, musibetlerin aynı zamanda yapılması ve yapılmaması gerekenlere dair imkân ve fırsat zemini olduğunu hatırlayarak, bugün ve yarın için neler yapılmalı? İşte bütün mesele!

Öncelikli soru: “Nerede, niçin yanlış yaptık?”
Sonra: “Hayatî inşa alanları nelerdir ve neler yapmalıyız?”

Bu soruların ciddî ve derin cevaplarının verileceği konusunda ümitvar mıyız? Pek değil. Ama her seferinde “Ba’de harab-l Basra” deyip, yeni baştan başlamanın vakti çoktan geçti.

Evvelâ “yetiştiricileri yetiştirecek” maarif, gençlik ve irfan seferberliği…

Kimlerle, hangi kadrolarla, hangi muhtevayla???

Öncelikle; gözü rant ve siyasî şehvetle kızarmış, her an yeni seferlere çıkmak için hava koklayan lejyonerleri tasfiye…

Sonra; gözü ‘hesap şuuru’yla her an teyakkuzda, kaybedecek bir şeyi olmayan dert ve mesele sahibi yerlilerle yolu yeniden açmak…

Mümkün mü? Sadece soruyoruz!

Arayan bulur!

Bir kez daha soralım:  Siyasî tarih her zaman tekerrürden mi ibarettir?

Bugüne kadar öyle!

Peki, aynı yanlışları tekrar etmeyecek, tekerrür ettirmeyecek bir yol, bir tedbir yok mudur? Vardır! O da gene Benim Gözümde Menderes’in son sayfalarındaki “Ah Menderes, daha neler bilemedin sen, neler!”  diye haykıran Üstadın 9 maddede özetlediği tarihî tedbirlerde. Merak edenler oradan okuyabilir!

14 yıllık Ak Parti İktidarının 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü’yle devrilmek istenmesi bize Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” kitabının tamamını hatırlattı. Ancak, sınırlı sayfalarımızda yukarıdaki satırlarla yetinmek zorunda kaldık.

Bir belâ def’edildi, vücut tümörlerdenkazınmak, arınmak zorunda! Ancak kazınacak tümörlerin yerine değişik türde tümörlerin yerleştirilemeyeceği ve orada başka bir hücre şeklinde üremeyeceği bir bünye sterilizasyonu mutlak gerekli! Acil ihtiyaç galiba bu! Aksi takdirde yok edilen tümör eskisinden daha güçlü olarak üreyip bünyede metastas yapacaktır!

İbret, dehşet, ders ve gayret!

Bir büyük Velî’nin zaman üstü sözü: “ALLAH’IN KAHIR SURETİNDE LÜTUFLARI VARDIR!”

Kime?

Kalbi katılaşmamış, itikadı sapmamış, idraki donmamış, gözü perdelenmemiş, kulağı sağırlaşmamış, dili tutulmamış, gücü kendisini zehirlememiş olanlara!

‘Benim Gözümde Menderes”in son cümlesi: İnşaallah yeni yetişeceklere ders olur….

http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-ustad-necip-fazilin-benim-gozumde-menderesinden-bugune-dersler-26187h.htm

22 Temmuz 2016 Cuma

YAKIN TARİHİN VİCDANI: ALİ ŞÜKRÜ BEY… -“Dâvamız kat’i, azmimiz lâyezaldir!”-

 Yahya Düzenli

Erken Cumhuriyet döneminin Ankara’sı, 93 yıl önce (27.3.1923) yakın tarihimizin sayfalarında silinemez derinlikte kan lekesi bırakan bir cinayete şahit oldu. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan; şahsiyet, celâdet, şecaat, basiret ve feraset adamı Ali Şükrü Bey, Osmanlı’nın artık ruhu kaybolmuş ve gövdesi parçalanmış son kaidesi üzerine inşa edilmeye çalışılan Cumhuriyet rejiminin bânileri tarafından katledildi.

Askerlik hayatını genç yaşta bırakıp, siyasî ve fikrî mücadeleye atılan Ali Şükrü Bey, 1919’da 36 yaşında Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Trabzon Milletvekili olarak seçilir. Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi üzerine 1920 yılı Nisan ayı’nda Ankara’ya gider ve  I. Meclis’e gene Trabzon Mebusu olarak katılır. Bu görevini şehid edilinceye kadar (27 Mart 1923) sürdürür.


Varlığıyla izzet sahibi, vefatıyla şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’in hayatı ve mücadelesi; bugünün siyasilerinin, aydınlarının, fikir adamlarının her karesini ibretle örnek almaları gereken “hakkıyla yaşanmış” bir hayattır.

O öyle bir şahsiyet idi ki; “neye muhalefet edeceği”nin ölçüsünü “neye bağlı olduğu”yla gösteren, Müslüman kimliğinin ve şahsiyetinin gereğini I. Meclisin olağanüstü şartlarında bile ortaya koyan, hiçbir tehlikeden ve tehditten yılmayan, doğrularını Mustafa Kemal ve ekibine (I.Grup) karşı  yüksek sesle haykıran izzetli bir dâvâ adamıydı.

O’nun katli, sıradan bir cinayet değildi. Milletimizi bin yıllık aidiyet dünyasından koparıp kimlik ve tarihine  yabancılaştırma gayeli bir dünya tasarımının önemli bir parçası olan Cumhuriyet rejiminin ihdas ve yerleşmesi için içi “sır” dolu önemli bir teşebbüstü. Yakın tarihimizin sayfaları fail-i meşhur bu cinayeti kaydederken, Ankara sonuçlarını düşünerek tedirgin olmuş, paniklemiş ve sarsılmıştı. Onun için de cinayetten 3 gün sonra Mustafa Kemal I. Meclisi lağvetmişti.

Cinayeti tertipleyenler, zamanın küresel gücü İngiltere’nin dayatmalarıyla uygulatmak istedikleri projelerinin önündeki en büyük mânialardan birini bertaraf etmiş oldular. Böylece emellerine ulaşan yeni rejimin tasarımcıları, ellerine bulaşan Ali Şükrü Bey’in mübarek kanını bugüne kadar vicdanlarında silinmez bir leke olarak taşımışlardır.

Cinayetin işlendiği günlerde Meclis’ten sadece bir ses (Hüseyin Avni Bey) ve Trabzon’dan bir gazete (İstikbal) hariç hiç kimse Ali Şükrü Bey’in şehadetine dair ağzını açamadı, konuşamadı, hesap soramadı. Hesap sormak bir yana, Başta Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşları başta olmak üzere muhaliflerden (II. Gruptan) hiç kimse Ali Şükrü Bey’in ismini telaffuz bile edemedi.

Bugünün TBMM’si ve Ali Şükrü Bey’in doğduğu ve kabrinin bulunduğu Trabzon, bu büyük şehid’ini hâlâ tanıyamıyor, taşıyamıyor ve onun destansı mücadelesini anlayamıyor; aksine ondan kaçıyor, ona yabancılaşıyor, onu unutmaya çalışıyor. Bu vebal kurum olarak TBMM’nin, şehir olarak Trabzon’un üzerinde kurşundan ağır bir yük olarak durmaktadır.

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. TBMM’de Trabzon mebusu olan Ali Şükrü Bey, bütün sistemli unutturma çabalarına rağmen, şehadet ayı olan Mart ayında cinayete kurban gitmiş bir siyasî olarak sessizce hatırlanır. Şehadetinin üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen, son yıllara kadar memleketi Trabzon’da bile ademe mahkûm edilmişti. Oysa, Temmuz aylarında da Ali Şükrü Bey’i bilhassa hatırlamak gerekiyor.

Niçin?

Çünkü Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Osmanlı sonrası Türkiye’nin I. Dünya Savaşı ertesinde sınırları, Hilafet, Azınlıklar, Düyun-u Umumiye, Patrikhane, Boğazlar, vs. problemlerin yeniden şekillenmesine ve o günden bugüne dair stratejik kararların zamanın belirleyici gücü İngiltere tarafından verildiği Lozan görüşmelerine dair I. TBMM’de sert tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalarda en ciddi, köklü, muhtevalı ve vatanperver muhalefet Ali Şükrü Bey tarafından yapılmıştır. Onun için “Lozan” deyince Ali Şükrü Beyi hatırlamak gerekiyor. Hatta Meclis’in 5.3.1923 tarihli 4. Gizli celsesinde yaptığı konuşmasındaki “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi” cümlesi Lozan gerçeğini anlatmaya yeter.

İlginçtir ki; Meclis’te Lozan Müzakereleri ile ilgili görüşmelerin en şiddetli şekilde devam ettiği sırada Ali Şükrü Bey katledilmişti. Meclisin 5 Mart 1923 günkü oturumunda Ali Şükrü Bey ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”da bu oturumla ilgili şunları söyler: “…Gazi de hiddetliydi… Diğer taraftan ellerini cebine sokarak birden sert, şiddetli adımlarla Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü. Birinci ve İkinci grup mebusları Meclis’in ortasında artık karşı karşıya gelmişlerdi. Bir döğüşme havası başlamıştı. Ali Şükrü Bey: -Kimseyi itham etmeye hakkınız yoktur’ diye bağırıyordu…”

Ali Şükrü Bey’in katledilişinden üç gün sonra I. Meclis lağvedilmiş (1.4.1923), 4 ay sonra Lozan Anlaşması imzalanmış (24.7.1923), bir yıl sonra da Hilâfet kaldırılmıştır (3 Mart 1924).

Osmanlı sonrası tasarlanan Cumhuriyet rejimi için vazgeçilmesi/terkedilmesi gereken başta Hilafetin, Misak-ı Millî, Lozan, Oniki Ada, Batum, Musul-Kerkük gibi tarihî meselelerdeki vukufiyeti, vatanperlerliği, adanmışlığı ve etkileyici şahsiyetiyle I. Millet Meclisi’nin vicdanı olan Ali Şükrü Bey, sadece bir siyasî şahsiyet olarak değil, aynı zamanda mütebahhir bir münevver ve derin irfan sahibi bir Müslüman kimliğiyle tarih ve toplum bilincinin canlı temsilcisi olarak da sesini yükselten bir fikir adamıydı.


“Acaba Ali Şükrü Bey şehid edilmeseydi Lozan Anlaşması meclisten geçer miydi?” sorusu, Lozan’ın üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen bugün bile hala sorulan temel sorudur.

Ali Şükrü Beyin o yıllardaki Lozan’la ilgili meclis konuşmaları ve yazılarını okuduğumuzda, bu sorunun doğru sorulmuş bir soru olduğunu anlıyoruz. Lozan’ın Ali Şükrü Bey’e rağmen Meclis’ten “geçmeyeceği” anlaşılınca Ali Şükrü Bey’in yok edilmesi tasarlanmış ve katledilmişti. Tabii, sadece Lozan değil, başta Hilâfetin ilgası, diğer tarihî meselelerdeki tavizsiz tutumu ve en önemlisi yeni cumhuriyetin kıblesinin batıya çevrilmesine hayatı pahasına olan itirazları. 

Ali Şükrü Bey, şehid edilmeden 68 gün önce (19.1.1923) Ankara’da çıkarmaya başladığı ve 68 sayı yayınlanabilen Tan Gazetesi’ndeki derin ve ihatalı fikrî yazılarıyla zamanın iktidarını ürkütmüştür. 

Kazım Karabekir hatıralarında bu konuda şunları söyler:

“Gazi pek asabi idi. (Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, Ankara’ya matbaa makinası getirmiş. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi veriştirdi. Ve (yakın, yıkın) diye çıkıştı.

Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aksedebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım…”

Ali Şükrü Bey cinayetinin fail-i meşhur tertipçileri bir adım ötesini de düşünerek tetikçisini de itlâf ettirmişlerdi.

Şehid edilmesiyle birlikte geçen yıllar boyunca hiç kimse O’nun adını bile anmaya cesaret edemezken vefatından 27 yıl sonra, 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da  Üstad Necip Fazıl şu kıymet hükmünü veriyordu:

“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânâları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir???” diyerek zamanın ve  geleceğin tarihçilerini bir tarihî hesaplaşmaya çağrıyordu. 

Bugün bile ne TBMM ne de Trabzon O’nun hayat ve hâtırâsını yaşatacak, taşıyacak bir şuura sahip değil.

Askerlik döneminde deniz subayı olan Ali Şükrü Bey, Barbaros Hayreddin’e olan hayranlığından dolayı oğlunun ismini de Hayreddin koymuştur. Kendisinin yöneticiliğini yaptığı Donanma Mecmuası’ndaki yazıları da tarih şuurunu ortaya koyan derinliktedir.

1920 yılında Donanma Mecmuası’nda “Gazi Barbaros Hayreddin’in Türbesi ve Evkâfı” başlığıyla yazdığı bir yazıda “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan istikbâlde yolunu şaşırır!” der. Tıpkı bugün O’nun şahsiyet ve mücadelesinden haberdar olunmadığı gibi, o zaman da Barbaros Hayreddin’den habersizliğe vurgu yapan şu satırları bir ibret vesikasıdır:

“Evet, kütüphanelerimiz bizim; Barbaros’un emsâlî e’azımın terâcim-i ahvâlini zabt etmemek veya edememek suretiyle vazife-i vataniyye ve milliyemizi hakkıyla îfa edemediğimizi âleme ilân ediyor!...

Ma’ahaza; bundan sonra belki bu hatamızı, hatay-ı fâhişimizi mümkün mertebe tamir edebiliriz. Fakat; âlimin câhilin, büyüğün, küçüğün ve’l hasıl herkesin tabi’iyete mecbur olduğu îcâbat-ı diniyemizden tegâfülü ne ile te’vil ne ile ta’mir edebileceğiz?

Meselâ; bundan iki üç yüz sene evvel bir “Hızır Reis” meydana çıkıyor. Zamanın padişahı bu reise i’lây-ı kelimetullah uğrunda ettiği hidemât-ı mübecceleyi takdiren ‘Hayreddin’ ismini veriyor!...

Hayreddin; ömrünün son dakikasına kadar mücâhedât-ı Peygamber-pesendane  (Peygamberin takdir edeceği savaşlara) ve hidemât-ı vatanperverânesine devam ediyor!... Neticede, esmâr-ı mücahedatını iktitâf eden ya’ni mirasına konan bizlerden ise; yalnız dem-i ihtizârındaki vesâyasına ri’ayetimizi istiyor ki her nokta-i nazardan varislerin bu yönünün borcu olan bir şeyi talep ediyor demektir.

Efsûs ki; şu ufacık hidmeti bile koca Barbaros’dan diriğ etdiğimizi ya türbesini ziyaret veyahut tafsilât-ı âtîyeyi okumak suretiyle anlayabilirsiniz!”

Günümüzün Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı ile diğer ilgili Bakanlık ve kurumların başında bulunanlar, Ali Şükrü Bey’in 106 yıl önce içi sızlayarak yazdığı yazıda Barbaros’un muhteşem hâtırasına olan alakasızlıktan yakınmasının kendilerine nasıl bir vebal yüklediğinin farkında mıdırlar?

Doğrusu, neyin farkında oldular ki bu meselenin farkında olsunlar! Unutmamalı ki; nesillerin yolunu aydınlatan kandiller tarihî şahsiyetlerdir. Onları unutturmamak, arkeolojik/müzelik bir malzeme olarak değil, davası ve mesajıyla günümüze taşımak herkesin üzerine bir borç ve vebaldir!

O; müstakim bir hayat ve mücadelesinin semeresi olarak Allah’ın ona bahşettiği şehîdlikle âlem-i bekâya yolcu oldu.  

Bugünün tarihçilerine düşen (Üstad Necip Fazı’ın cümleleriyle) “… ve azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacakr. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman, belki de bu hesapların en ehemmiyetsizlerinden birini teşkil edecektir.”  hükmünü anlayıp, gereğini yapabilmektir!

Yakın tarihimizin feryâd eden vicdanı olan Ali Şükrü Bey’e rahmet diliyor, katillerini lânetliyoruz!

O’nun Trabzon/Boztepe’deki kabrinden yükselen mesajını tekrar hatırlayalım: “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan istikbâlde yolunu şaşırır!”

Her fâniye nasip olmayacak 39 yıllık kısa fakat manâ ve muhteva dolu bir hayatın sahibi bu izzetli şahsiyetin bir sözüyle bitirelim: “Dâvamız kat’i, azmimiz lâyezaldir!”



http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-yakin-tarihin-vicdani-ali-sukru-bey-26139h.htm