12 Ocak 2016 Salı

DOĞU-BATI ARASINDA ŞEHİRLERİMİZİ DÜŞÜNMEK...

DOĞU-BATI ARASINDA ŞEHRİ DÜŞÜNMEK…

-Üstad Necip Fazıl’dan İzzetbegoviç’e-

Yahya Düzenli

duzenliyahya@gmail.com

 

Hayatı, hayat ötesini, insanı ve hadiseleri çözümleme, yaşamalar dünyasında “tezatsız bir bütün” olarak “dünya görüşü” halinde sistematize etme, “zamanın dili”yle konuşma iddiasındaki her büyük mütefekkir, her şeyden önce “dünyalararası hesaplaşma”ya girişmek, ontolojik sorular sormak ve cevaplamak, bu muhasebeyi kıymet hükümleri halinde neticelendirerek ortaya düşünce ve eylem kodlarını koymak mükellefiyetindedir.

Son yüzyılda bu mükellefiyeti yerine getirmiş, “medeniyet tasavvuru” halinde ortaya koymuş  iki önemli ‘remz şahsiyeti’ var. Birisi; ülkemizde Üstad Necip Fazıl, diğeri yüzyılımızın önemli fikrî ve siyasî şahsiyetlerinden, dava ve mücadele adamı, Bosna-Hersek’in ilk Devlet Başkanı rahmetli Aliya İzzetbegoviç’tir.  

Osmanlı sonrası tanzim edilen “batı orijinli” dünya sistemine karşı, bu anlamda tarihî bağlamından kopmayan, ciddi, tutarlı, fikrî bütünlük halinde ilk eser, Üstad Necip Fazıl’ın BÜYÜK DOĞU olarak kavramlaştırdığı İdeolocya Örgüsü’dür. Üstad, bu temel eserinin başında “büyük senfonyaya başlamak zamanı gelmiştir” diyerek “Büyük Doğu’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece saf ve gerçek İslam ruhunun, dünü, bugünü ve yarını; hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan davasından ibarettir..” hükmünü, daha doğrusu mükellefiyetini kendisine misyon olarak belirler ve eserini bütünleştirip tamamlar.

İdeolocya Örgüsü’ne “Doğu-Batı” muhasebesiyle başlayan Üstad, temel çözümlemelerde bulunur ve bunları terkibî hükümler halinde ortaya koyar. İlk defa 1943’de ilk BÜYÜK DOĞU Dergisinde “BÜYÜK DOĞUYA DOĞRU” başlığı altında yayınlanmaya başlayan, 1968 yılında da kitap olarak biraraya getirilen Üstad’ın sorduğu ve cevapladığı büyük soru ve cevaplar, Avrupa’nın ortasında Bosna-Hersek’te 1980 yılında Doğu ve Batı Arasında İslâm başlığıyla, Batı düşünce ve yaşayış biçimine itiraz eden bir Müslüman fikir ve dâvâ adamında karşılık bulacaktır.

Bu Aliya İzzetbegoviç’tir…

Tıpkı Üstad Necip Fazıl karşısında olduğu gibi, Batı düşüncesine karşı tutarlı ve orijinal bir fikrî başkaldırıyı İslâmi temeller üzerinden yükselten bu ses, ne yazık ki gerek batıda, gerek İslâm Dünyasında, gerekse de ülkemizde beklenen karşılığı ve alâkayı görememiştir.

Böyle olmasına rağmen hâlâ Batı içerisinden çıkmış bir Müslüman düşünce adamının o güne kadar ele alınmamış temel meselelere yaklaşımı, kendisinden hareket edilmesi gereken bir “ilk temel” olarak referans niteliğini korumaktadır.

Aliya İzzetbegoviç Doğu ve Batı Arasında İslam’a (Üstad Necip Fazıl gibi) dünyalar arası muhasebe ile başlar ve İslâm’ı “dünya görüşü” bağlamında ele alarak “İslâm’ı bugünkü neslin konuştuğu ve anladığı dile ‘tercüme’ teşebbüsüdür” der.

Aliya İzzetbegoviç, sorgulamasına Batı Düşüncesinin Temelleri’nden başlayarak, Kültür ve Medeniyet başlığı altında “Şehre dair” önemli tespitlerde bulunur.

Ülkemizde Aliya İzzetbegoviç’in düşünce ve eserlerine dair birçok yorum ve değerlendirmeler yapılmasına rağmen, onun “şehir” ile ilgili düşüncelerinin üzerinde durulmamıştır. Oysa ki, Doğu ve Batı Arasında İslâm’da “şehir” üzerinde ısrarla durur .

Kitabının “Köy ve Şehir” bölümünde, içinde yaşadığı “batı şehri”nden yola çıkan İzzetbegoviç, o zaman Komünist Blok içinde yer alan Yugoslavya’nın Marxist ideoloji’nin ekseninde yer alan işçi sınıfı, üretim süreçleri, ekonomik gelişme gibi meselelere ciddi eleştiriler ve alternatifler getirir.  

İzzetbegoviç, “…Şâirler büyük şehirlerin ‘cehenneminden’ Marksistler ise ‘köyde yaşamak deliliğinden’(Manifesto) bahsederler. Şehrin reddedilmesi –ne kadar gayri fonksiyonel ise de- sırf insanî bir reaksiyondur. Her insan bir ölçüde şair olarak kabul edilebilir. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini protesto, din, kültür ve sanattan geliyor. İlk Hristiyanlara Roma şeytanın devleti olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç mahkemenin geleceğine inanılmaktaydı.

Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır; daha doğrusu, bu azalma insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik unsurlarının birikmesiyle beraber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Şehir ne kadar büyürse cinayetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur. Bu iki fenomenin sebebi aynıdır” diyerek büyük şehirlerin ürkütücülüğüne dikkat çeker.

İnsanın köye ve şehre dair düşünce ve yaşama biçimine de derinliğine değinen İzzetbegoviç şunları söyler: “Köyde insan yıldızlarla süslü gök, çiçeklerle dolu kırlar, akar su, bitki ve hayvanları müşahede etmeye fırsat bulur. Hergün tabiat ve onun tezahürleriyle doğrudan doğruya temastadır…. Şehir insanı ise, bundan hemen hemen tamamen yoksundur. Büyük şehrin normal sakini güzel ve orijinal olan her şeyin kaybına maruz kalmaktadır.  Ekseriyetle o aynı biçimdeki kışlalara benzeyen evlerde büyür, seri imalatın çirkin mamulleriyle çevrilidir ve içi de kitle iletişim vasıtalarınca aktarılan pasif bilgilerle doldurulur…

Hiç şüphesiz İzzetbegoviç’in 1980’li yılların Batı şehirlerine ve zihniyetine ilişkin İzzetbegoviç’in bu önemli tespitleri Batının yaşanamayacak hale gelen büyük şehirlerinde insan-şehir ilişkilerinin savaşa dönüştüğü kaotik tabloyu ortaya koyuyor. İzzetbegoviç’in batılı bir Müslüman olarak gördüğü ve dert taşıyan bir mücadele adamı olarak derinleştirerek resmettiği bu şehir tablosunu Baudlaire, Balzac, Zweig, Hugo, Dostoyevski, Tolstoy gibi büyük edebiyatçıları da eserlerine yansıtmışlardır.

Meselâ Balzac 19. yy. Paris’i için “Bu kentte gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir. Burada erdem yerilir, masumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki kesimden oluşur; aldatanlar ve aldatılanlar…”  gözlemini yapar.

Üstad Necip Fazıl da 20 yaşında (1924) felsefe tahsili için gittiği Paris’i “Kâbus Şehri” olarak adlandırır ve  “İhtilâç (kıvranma), râşe (titreme), takallüs (büzülme), hafakan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen ışıkları ve canavar dizisi halinde binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi peçeleyici kâbus şehri…” tespitinde bulunur.

Gerek İzzetbegoviç’in, gerek batılı sanat-edebiyat adamlarının, gerekse de Üstad’ın bu gözlemlerini aslında “batıyoruz!” feryâdından ibaret ikazlar olarak anlamak gerekiyor. Tarihte var olan ve var olacak bütün şehirlerin, ait oldukları dünya görüşünün genetik yönlendirmesiyle medeniyet tasavvurlarının şekillendirdiği yaşama mekânları olarak inşa edildiği/edileceği düşünüldüğünde; Batının insan-şehir ilişkisinde urlaşan mekânın tutsağı haline gelmiş olan insanın büyük şehrin cehenneminde kendine yer edinmesi hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.

İzzetbegoviç’in “şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür” cümlesi bugün bizdeki büyükşehirlerin yaşadığı kaosa/kâbusa işaret ediyor. Ülkemizde erken Cumhuriyet döneminden bu tarafa gerek bilinçli gerekse de bilinçsiz olarak müthiş bir katliâma dönüşen şehir imar ve inşa(!)larının günümüzde geldiği safha; kaoslarıyla, urlaşmış organlarıyla küçültülmesi, terbiye edilmesi gerekirken, tam aksine daha da korkunç hale getirilen büyükşehir uygulamaları cehenneme dönüşen Batının büyükşehirlerinin hastalıklı ve kötü taklitleri şeklinde devam ediyor.

Üstad Necip Fazıl ve İzzetbegoviç’in modern zamanların “batı şehri”ne dair söylediklerini hafızamızda tutarak ülkemizin şehirlerine baktığımızda…

Ne yazık ki kadîm şehirlerimiz üzerinde, tedavisi gayr-i kabil bir cinnetle yeni Roma veya yeni Babil kuleleri dikmek için yarışanlara/savaşanlara hiç kimse “dur” diyemiyor, itiraz edemiyor. Şehirlerimiz büyümüyor, tümörleşiyor, urlaşıyor! AVM’ler, rezidanslar, iş kuleleri, gökdelenler şehrin tümör yığınları! Artık tümör yığınlarının toplamına “şehir” diyoruz!

Ülkemizin Büyükşehirleri insanın yok olduğu, rantın, şehvetin, cinnetin, dehşetin, vahşetin var olduğu adeta bir büyük cehennem!

Üstad Necip Fazıl’ın Paris benzetmesiyle şehirlerimizi “… çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün düğümlenen meseleleriyle Paris… Susadıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın ve pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çekmenin hali… Her türlü madde âlayişi ve nefsânî saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına yataklık, hüsran beldesi…” haline getirmekten adeta sonsuz bir haz duyan zihniyete ne söylemeli?

Tanzimat’la kapıyı ardına kadar Batının akıttığı kirlere açıp, bunu Meşrutiyet ve Cumhuriyetle devam ettiren zihniyetin tefessüh ettirdiği şehirlerimizin ıslah ve imar adına daha büyük ve içinden çıkılamaz kaoslara mahkûm edilmesi nasıl izah edilebilir?

“Bizim şehirlerimiz , “bize ait şehirler” yok artık! Böyle giderse, halen salgın bir hastalık şeklinde devam eden “kentsel dönüşüm” uygulamalarıyla “bize ait” hiçbir şey de kalmayacak!

“Bizim şehirlerimiz” sadece tarihin derinliklerinde “yaşanmaya değer” havzalar oluşturmuş, şimdi ise isimlerini bile hatırlamakta zorlandığımız, bazı mekânları ve son kalıntılarıyla bile ihtişam ve hüzünle bize bakan şehirler… Koruyamadığımız, genlerinden yeni formlar ve muhtevalarla var kılamadığımız şehirler…

Şehir büyüdükçe şehrin ürettiği, beslediği, çeşitlendirdiği çirkinlikler, kötülükler, cinayetler de büyüyecek, şahsiyet, ahlâk yok olacak! Büyük şehrin büyük şen’iyetleri! Yâni kötülükleri, çirkinlikleri, habislikleri!

Yazımızı İzzetbegoviç’in yukarıya aldığımız şu sözüyle noktalayalım: şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar küçülür. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz.”

İzzetbegoviç’le Üstad arasındaki çizgiye sadece “şehir”den baktığımızda özetli bunları görebiliyoruz. Daha derine indiğimizde birçok temel meselede de aynı çizgiden meseleleri bulmak mümkündür.

Üstad Necip Fazıl’ın işaret edip, derin irfan havuzundan çıkarıp önümüze koyduğu ölçü ve hedefler ne yazık ki, yankısını bu topraklarda değil de Osmanlı irfan coğrafyasının batıdaki en ucunda buluyorsa, bir taraftan hayıflanmak, diğer taraftan da gene Üstad’ın tespitiyle; Bugün İslâmiyeti içeride mdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu davayı eğer Avrupa’da, Amerika’da, Afrika’da, hatta kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir âcaba?” merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır…”

(HECE Dergisi, Özel Sayı, Ocak 2016)