26 Eylül 2012 Çarşamba


Zaman Gazetesi yazarlarının anlamsız bir seferberliği üzerine…

BİR “ZAMANE MÜPTEZELİ”NİN NECİP FAZIL VE İSLAMCILIKLA İLGİLİ İFRAZATLARI…

 

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tanzimat’tan bu tarafa bir türlü kurtulamadığımız tartışmalardan birisi “İslamcılık”. Hâlâ da sınırları bütünüyle belirlenmiş bir düşünce ve tartışma alanı değil. Belki de Osmanlı sonrası “masum” bir arayışın müntesiplerini bugün kendi zihnî çelişkilerinin malzemesi yapmak, onlara yapılacak en büyük hakaret olsa gerek.

Dünyanın ve ülkemizin anlık değişen gündeminde, kendilerini pazarlamak için mevzu arayanların her zaman sığınacakları bir pazar yeri haline getiriliyor İslâmcılık.. Kelimenin etimolojisinin önemi yok. Önemli olan çağrışımları ve delâletleri…

Son günlerde de gündemde “prestijli bir yer edinme” endişesiyle olsa gerek kendisine konum arayanların birbirleriyle paslaştıkları, bazen de birbirlerini iğneledikleri bir mevzu haline geldi İslamcılık…

Siyasî bir kavram ve zorlama bir akım haline getirilmesi için suyun her iki yakasının da uğraştığı tarihsel İslâmcılıkla ilgili, şu anda “Cemaat karasuları”nda yüzen ve hangi limana yanaşacağı müphem  bir “zamane düşkünü”nün geçtiğimiz günlerde “İSLAMCILAR NEDEN GERİ KALDI?” başlıklı yazısı bu yapay İslamcılık tartışmasında İFRAZATLARI DÖKME imkânı sağladı.

Öyle bir ifrazat ki bugüne kadar “suyun öte yakası”ndakilerin bile yeltenemediği türden…

Aslında bugünkü İslamcılık tartışmalarının hiçbir ciddi, muhtevalı ve tutarlı bir temeli yok. Bütün çabaları siyasî iktidarın her alanda hakim olmaya başlayan rengine sığınıp, malûmatfuruşluklarla okuyucularını meşgul etmek.

Sözkonusu “zamane düşkünü”nün geçtiğimiz genel seçimler öncesinde cemaat karasularından Ak Parti karasularına açılma teşebbüsünü biliyoruz. İşe ülkücülükle başlayıp, sonra “ben hiçbir zaman ülkücü (veya MHP’li) olmadım” diyen sonra kendine münbit ve velûd bir ‘varoluş alanı’ arayan, hayatı SERVİSÇİLİK’le geçmiş ve ‘geçici’ olarak yeni bir servis durağı bulan birisinin İFRAZATLARInı ciddiye almak gerekir mi? Şüphesiz gerekmez. Ancak, bu “zamane düşkünü” işi o kadar ileriye götürüyor ki, bilinçaltı saplantılarını ifrazata dönüştürüp işe Üstad Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u alet etmeye yelteniyor.

İslamcılık konusunda “uzun ve kısa paslar”la oyun kurduğu Ali Bulaç, bu konuda ondan daha mahir ve o işi ustaca götürüyor (!)

Bu zamane müptezeli şu anda kendisine verilen “sığınma odası”na olan borcunu ödeme gayretiyle olsa gerek ifrazatlarını şöyle döküyor:

“1960'lı, 70'li hatta 80'li yılların İslâmcı metinlerini açıp okuyun. Müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum. En ilerileri Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?”

Hiç kimsenin İslam adına bırakın ortaya çıkmayı, kuytularda bile görünmeye cesaret edemediği 1940’lı yıllarda İslâmî muhteva, birikim ve geleneği önemli bir tarihsel kırılma döneminde asliyyetiyle-orijinalitesiyle sonraki nesillere “ciğerinden kalemine kan çekerek bir bütün halinde aktaran Üstad için “müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum.” diyen bu “zamane kâhini”nin yazıp-söylediklerinin finalinde iyi bir RANT KAPMA arayışında olduğu hükmüne varmak hiç de zor değil. Cümlesinin sonundaki “Risale-i Nur geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?” tesbiti sığınma odasının sahiplerine bir göz kırpmadan öteye bir anlam taşımıyor.  Yoksa kendi yazdığı siyaset bilimi kitaplarında bile düşüncelerini nakzeden bir ton bilgi var.

“Canlılık belirtisi” ile muhtevayı değil de “sayı”yı, siyasi, bürokratik kadroları, ticarî kuruluşları, özel eğitim kuruluşlarının kemmiyetini kasteden bu kafanın nasıl “ilim adamı” olduğuna şaşmamak gerek!

Cumhuriyet dönemi İslâmi gelişim sürecinde Risale-i Nur ile  Büyük Doğu’nun mukayesesi gibi abesle iştigali kendisine konu ve misyon edinen bu müptezel bakış açısının, “sinir kumkuması” şeklinde her gün televizyon ekranları ve bulunduğu gazetedeki ifrazatlarında nereye varmak isteği de müphem ve meçhul.

Üstad’ın önemli bir tesbitini bu tip yeni yetme ayrık otlarına hatırlatmak tam da yeridir. Diyor ki: “Bir tesirim varsa eğer ya coşturuyor ya da kusturuyor!” Bu zamane müptezeli de kusanlar türünden.

Sözkonusu yazısı “sipariş”le midir bilinmez.

İfrazatlarında “Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz?” diyen bu kafa Büyük Doğu ve Diriliş’ten belagat ve edebiyat dışında  bir şey çıkaramamışsa ne diyelim? Kaldı ki muhtevadan böyle bir hisse çıkarmak muhtevayı okumak, tanımak ve anlamakla olur. Herkes istidadınca pay sahibi olur.

Üstad’ın bütün eserleri içerisinde sadece “İdeolocya Örgüsü”nü bile okuyup anlayabilse yazdığı yazıdan UTANMASI ve NÂDİM olması gerekir. Mısır’lı Edebiyat Profesörü Muhammed Harb kadar Necip Fazıl’ı ve özellikle de İdeolocya Örgüsü’nü anlayamayan bu kafadan yukarıdaki satırlardan başka bir şey beklenmez. Muhammed Harb Arapçaya çevirdiği Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli kitabının önsözünde bu anlamda şunu söylüyor: “ Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” isimli bir kitabı var. Bu kitap eserleri içinde en önemlisidir. “İdeolocya Örgüsü” Doğu aleminin uyanışını sağlayacak fikirleri ihtiva eden bir eser olup, şimdiye kadar benzeri yazılmamıştır. “

Kendisi Türkiye’de bir sosyolog olmasına rağmen, Mısırlı bir ilim adamı kadar Necip Fazıl’ı okumamış, anlamamış ama kendince mukayese ve hüküm vermekten de en küçük bir edeb hissi taşımayan bu kafanın toplumsal tahlillerini bir düşünün!

Yazımızın amacı sözkonusu kalem sahibine Üstad’ın kitaplarından cevaplar sıralamak değil elbette. Ancak, ele geçirdiği köşesinde, farkında olmadan kendisinin bile beslenme kaynaklarına karşı husumet ve ifrazatlarını dökmesine aynı “terbiye üslûbu”yla birkaç cümle serdetmekdir.

Şuuraltında “şahsiyet kompleksi” olan yazar-fikir adamı, aydın, vs.ler için Tanzimat’tan beri İslâmcılık her fırsatta “geri kalmışlığımızın, fikri donmuşluğumuzun, siyasî basiretsizliğimizin sebebi olarak gösterilmiştir. Hangi İslâmcılık? 1900’lerin başındaki “arayış”larda İslâmî referanslara sarılan, bunları doğru veya yanlış yorumlayan, ya da parçalı bir zihin yapısıyla özgün tarihî muhtevadan yaşanılan zamana “tezatsız bir fikir örgüsü” sunamayanlar…

Bu sahib-i kalemin İslâmcılık’la ilgili yazdıklarının  bilinçaltındaki “şahsiyet kompleksi”nden kaynaklandığını söylemek yanlış mıdır?

Nasipsizlik böyle bir şey işte. Yanınızdan akıp giden ırmaktan bir damla su bile içemeden susuzluktan kavrulursunuz ve ırmağa öfkelenirsiniz.

Bütün rantını son yılların “Ergenekon” tartışmaları, siyasî iktidarın artıkçılığı ve kendisine açılan “cemaat kapısı”na borçlu olan bu düşkün yazarın ne İslâmcılık ve Büyük Doğu, ne Diriliş ne de Risale-i Nur’la ilgili söylediklerine itibar etmek mümkün değil. İtibar edenlerin öncelikle kendilerine “steril” bir okuma filtresi edinmelerini tavsiye ediyoruz.

Acaba, bu yazarın Büyük Doğu ve Diriliş’e bu derece öfkesi iktidar partisine milletvekilliği için müracaat edip “nasbedilmemesi” olmasın! Çünkü, zaman zaman Üstad’a ve Sezai Karakoç’a atıflar yapan, o kaynaklardan beslendikleri  ortada olan Başbakan ve bir kısım siyasî kadrosu arasına girememek, önemli bir tepki sebebi olsa gerektir!

Sorduğu soruyu tekrarlayalım: “O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne?”  Ve cevap verelim: Anlaşılan o ki, tarihî fikir adamlarımızın verdikleri “büyük ve meşakkatli mücadele”nin, o kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi:  Halen ortada bulunan yüz eseri aşmış “büyük kütüphane” ve ve ve (istisna da olsa) sonunda böylesi akıl ve izandan yana “cenin-i sakıt”ların ortaya çıkmasıdır.

Söz var o sözün çıktığı kafayı sarhoş eder. Söz var, o sözce ağırlık, vakar ve ciddiyet taşıyan kafalardan çıkar.

Bu ve bunun gibi yazarlara Tanzimat’tan beridir hiç yabancı değiliz, ağzından çıkanın esiri olmuş, kendi sözünün sarhoşu, tutkunu, sonunda da düşkünü haline gelmiş. Kendinden geçmiş, sekir halinde ortalığı yıkıyor, masada ne varsa küstahça deviriyor. Bu mudur, bizim aydın diye sütunlardan ortalığa saldığımız, bu mu olmalıydı?

Hem Büyük Doğu’ya, hem Diriliş’e “bühtan”ı da aşmış bu satırların yazarına zihnindeki düşünce virüslerinden arınma temennisiyle ancak ve ancak “şifa” diliyoruz.
 

NOT : Bugünlerde Zaman Gazetesi’nin Mümtazer Türköne ve Ali Ünal başta olmak üzere Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a karşı “grup psikozu”yla başlattıkları kampanya oldukça anlamlıdır. Türköne’yle birlikte Zaman Gazetesi yazarı Ali Ünal da yazısında Bugün, Cumhuriyet Türkiye'sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.” Derken o da bilinçaltındaki ifrazatlarını ortaya dökmektedir.

Ali Ünal’ın bu cümleleri de gerek itikadi gerekse de kültürel olarak tutarsız fikrî çizgisinin gereği olsa gerek. Bu konuda 1980’lerin başında yazdığı kitapları okumak yeterlidir.

Gerek Mümtazer Türköne gerekse Ali Ünal’ın Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la ilgili hakaretamiz yazılarının, bulundukları “cemaat” kaynaklı iktidarla bir hesaplaşmanın bir yönü müdür acaba?  

Hiçbir zaman doğru ve kırılmamış bir fikrî ve siyasî çizgi tutturamamış olan bu tiplerin bugün bulundukları limanda da kalıcı oldukları söylenebilir mi?

25 Eylül 2012 Salı

ŞEHİR DİLİNİ KAYBETTİ !


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

 
Yaşadığınız şehirle konuşamıyor ve kalbî bir bağ kuramıyorsanız bunun tek bir sebebi vardır: Siz şehrin dilini şehir de sizin dilinizi anlamıyor. Oysaki; her şehir, yerli veya yabancı herkese aynı dille konuşur. Ve herkes şehrin ne söylediğini ve söylemek istediğini anlar. Özellikle kadîm şehirler böylesine mesaj yüklü, kendisine her sorulan soruya cevap verebilen bir dile sahipti. Şimdi artık hunu ve zamanı kaybolmuş, sadece boş mekânlarından kalan parçaları barındıran tarihî şehirlerimizde, o tarihî parçalar, derîn bir dil tutulmuşluğuyla ancak kendisiyle konuşmak isteyenlerle konuşabiliyor. 

İnsanlar gibi şehirler de dilleriyle konuşur. Her canlı organizmanın bir dili var. Şehir de canlı bir organizma olduğuna göre onun orijinal bir dili, dil muhtevasına bağlı da üslubu vardır. Şehrin üslubunu onun mekânları oluşturur. Her şehrin ayrı ve özel bir dili, her mekânın da şehrin “üst dil”ini yansıtan ayrı ve kendine mahsus bir üslûbu vardı/r.

Modern zaman şehirleri, hız ve gürültü sarhoşluğuyla yaşadığı ve insanlara yaşattığı kaosta yeni bir dil oluşturamadı, sahip olduğu dilini de kaybetti. Şehir artık kendisini anlatamıyor, sorulan sorulara cevap veremiyor. Çünkü kendisine mahsus bir şehir ve mekân muhtevası kalmadı. Şehirlerimiz (şehir denirse tabii) o kadar tekdüze ve birbirinin kopyası hale geldi ki, artık dil, renk, ses, ton ve coğrafyası farkı neredeyse kalmadı.  

Kelimelerin peş peşe sıralanmasıyla şehir dili oluşmuyor. Muhteva yok. Muhteva kalmayınca şehrin dili olsa bile neyi anlatacak? Size ne söyleyecek? Hiçbir şey.

Şehir sizi kendisine çağıramıyor, çekemiyor, artık yalnızlığı yaşamaya mahkûm. A. Malraux, Atina’dan bahsederken “bu şehirde sadece kararsızlık buldum” diyor. Bizim şehirlerimizin bugün içinde bulunduğu büyük kaos, yaşadığı en büyük musibet ise “dilsiz”liktir. Şehir bu seviyeye düşürülmüş. Kendi orijinal dilini konuşmak istese de “dil havzası” o kadar yaralanmış, o kadar tahrip edilmiş ki artık kendi dilini de konuşamıyor.

Yaşadığımız şehre bakalım. Göreceklerimizin tek bir dili var. Gürültü, eğlence, hız, yemek ve alışveriş cinnetine tutulmuşluğun oluşturduğu bir dil. Bu dil “çılgınlığın dili”.

Şehir konuşmuyor. Konuşabilseydi bile ne anlatabilecekti ki? Kaybettiklerini mi, kendinden koparılanları mı? Şehir yerine Plazalar, stadyumlar, AVM’ler, gökdelenler, bankalar, reklamlar konuşuyor. Hem de deprem gibi gürültülerle.

Bu çılgınlıkta Plazaların, Stadyumların, AVM’lerin, Güvenlikli sitelerin, Gökdelenlerin, Bankaların, Otomobillerin, dev reklâm bloklarının/bilboardlarının toplamının “şehir” zannedildiği kaotik zamanların insanı da şehirle birlikte dilini kaybetti. Dilini kaybeden şehirde insan sürgün hayatı yaşamaya başladı. Bu sürgün hayatında kendisini “mutlu zanneden” insan aslında “anestezi odası”ndaki uyuşturulmuş halini insanî bir hayat zannediyor.

“Bir zamanlar”ın medeniyet diline sahip şehrine, bugün stadyumların, plazaların insiyakî reflekslere bağlı bayağı dili ezberletiliyor, talim ettiriliyor. Duyduğumuz ses, duymak istediğimiz ses değil, şehrimizin kendi sesi değil. Yabancı sesler istila etmiş bünyesini.

Bir şehrin dili yüzyıllar, belki de binyıllar boyunca oluşuyor. Tahkim edile edile geliyor. Tıpkı her şeyi önüne katıp süpüren bir sel gibi, modern zamanların seli de şehirlerimizin dilini tahrip etti. Dil coğrafyasını, dil muhtevasını, dil cevherini yok etti.

Modern zaman şehirlerinde hiçbir şey güvenli olmadığı gibi, şehrin dili de varlığını koruyamıyor. Metropolitan hayat, şehri varlığından uzaklaştırdıkça şehir kendine uzak düştü, dili başkalaştı.

Şehirlerimiz artık bize bir şey anlatmıyor. Kendi hikâyesini de unutmuş. Hafızası yerinde olsa bile dili hafızasına tercüman olamıyor.

Şehrimiz sahipsiz… Derdini, acısını ancak ufuklara fısıldayabiliyor. “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım” diyen şair, herhalde, şehrin kalbinin acısını derinden hissetmiştir.

Bütün modern zaman şehirleri gibi şehrimiz de sanki Hz. Mevlâna gibi bize derinden şöyle sesleniyor:

“Her kesî ez zann-ı hod şûd yâd-i men
Ez derûn-i men ne-cüst esrâr-ı men”

Yâni “herkes kendi zannınca bana yar olduğunu sandı, fakat içimin derinlerindeki esrarımı arayan olmadı.”

Ey, avuçlarında yaşadığımız şehir!

Ne yazık seni duyamıyoruz, anlayamıyoruz.


 

 

17 Eylül 2012 Pazartesi

BİR ŞEHİR ÜTOPYASI: NİZAMÎ'NİN "İSKENDERNAME"Sİ...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

12. yüzyıl şairlerinden Genceli Nizamî İskendername isimli eserinde Büyük İskender’in Doğu seferinde bir şehre uğradığını ve o şehrin İskender’e olağanüstü ilginç geldiğini anlatırken, kentin sahip olduğu değer ve ahlâktan kesitler verir. Farabi’nin “Medinet-ül Fâzıla”sı gibi bir “ideal şehir” tasavvuru olan İskendername’de, İskender Kuzey seferinden dönerken daha önce hiç kimsenin bilmediği, görmediği çok güzel bir şehre rastlar. Her tarafı yemyeşil verimli arazilerle dolu, akarsuları bol, meyve ve bahçeleri muhteşem, sayılamayacak kadar koyun, inek ve atlarla dolu bu şehrin ilginç bir özelliği vardır: Bahçelerinin etrafında herhangi duvar veya çit bulunmaz, bekçisi yoktur, sürülerin başında çoban da yoktur.

İskender’in ordusunda bir asker ağacın birinden meyve koparırken yere düşer ve felç olur. Bir koyunu yakalamaya çalışan diğer bir asker sıtmaya tutulur. Bunun üzerine İskender hiçbir şeye dokunulmamasını emreder. Bazı bilge kişileri yanına alan İskender uzaktan görünen şehre doğru ilerler. Fakat daha da ilginci, zamanın bütün şehirleri surlarla çevrili ve kapıları varken bu şehrin ne surları ne de kapıları vardır. İskender şehirden içeri girer, daha da şaşırır çünkü türlü türlü nimetlerle dolu olan dükkanlar-işyerleri de kilitsizdir, kapıları açıktır.

Şehir halkı İskender’i sevgi ile karşılar ve onu bir saraya getirirler, sofra kurarak hizmet ederler. Yemekten sonra İskender bu şehirde gördüklerinin sebebini sorar. Şehrin yaşlıları ona “Bizler kadîm zamanlardan beri burayı yurt edinmiş bir halkız. En önem verdiğimiz değer; doğruluktur.” derler. Şehir halkının huzur içinde oluşu da doğruluklarından kaynaklanmaktadır. Yaşlı bilgeler “Biz kesinlikle yalan söylemez, hiçbir şeyi sorgulamayız. Allah’tan gelen her şeye şükrederiz. Zor durumdakilere yardım eder, zarara uğrayanların zararını karşılarız.” derler.

Mülkiyet ihtiraslarının olmadığı şehirde toplumsal statü savaşları da yoktur. Nizamî’nin bu “ideal kent”inde müthiş bir huzur, güven ve emniyet ortamı mevcuttur. Nizamî bu şehrin “ilâhi bir güçle korunduğu”nu ifade eder. Eğer bir yabancı şehrin ‘değer’lerine saldırırsa kalbine bir ok saplanır ve anında ölür. “Vahşi hayvanlar bile sürülerimize bir zarar veremezler” der. “Bizler tohumu tarlaya eker ve bir daha hasat zamanı uğrarız. Bütün işlerimizde Allah’a tevekkül ettiğimiz için tarlalarımız da bire yediyüz mahsül verirler.”

Bu ideal kentte önemli bir ilginçlik daha vardır. O da paranın hiçbir değer taşımayışıdır. “Altının, gümüşün bizim için hiçbir değeri yok. Onun için cimriliğin ne olduğunu bilmez, birisinden zorla hiçbir şey almayız.” der.

Nizamî, bu ideal kentte halkın tabiatla barışık yaşadığına da dikkat çekerek, “Gereksiz yere avlanmayız, ihtiyacımız olduğunda av hayvanları kendileri gelir ve biz de gerektiği kadar avlarız” der.

Gene Nizamî’nin bu ideal kentinde insanlar başlarına gelen musibetlere karşı rıza içindedir ve “kaza ve kader”e inanmışlardır, onun için de bunları lütuf sayarlar.

“Şehrimizde ancak yaşlılar ölür ve biz onlar için yas tutmayız. Çünkü bunun bir işe yaramadığını biliriz. Birisinin yüzüne karşı söylenmeyecek şeyi onun arkasından söylemez,hiç kimsenin işine karışmayız” diyerek ilâhi kadere inançlarını dile getirir.

“Aramızda yaşayacak kişi de bizim gibi doğru, temiz ve kanaatkâr olmalıdır” diyen Nizamî, bu değerlerin kentliler için vazgeçilmez nitelikte olduğunu belirtir.

Nizamî’nin “İdeal kent”inde gördükleri ve duydukları İskender’i öylesine şaşırtır ki artık dünyayı dolaşmaktan vazgeçer. İskender o zamana kadar böyle bir şehir ve şehir halkını ne işitmiş ne de kitaplarda okumuştur. Hayatı boyunca aradığı şeyin böyle bir şehir, halk ve değerler olduğunu anlar ve şehir halkına hazineler bağışlayarak kendi vatanına doğru tekrar yola çıkar.

Nizamî, 9 yüzyıl önce yazdığı eserde “değer”le “ahlâk”ın bütünleştiği bir ideal kent tasarımı ortaya koymaktadır.

Nizamî’nin bu “ideal kent”i, genel ve geniş anlamda iki dünya görüşünün yâni doğu ve batının temel ayrışma çizgilerini, değerlerini de ortaya koyuyor. Şehir ve ahlâk, şehir ve değer, şehir ve geçicilik gibi varoluşa ilişkin konu ve sorulara da ışık tutuyor.

Böyle bir şehir gerçekten var mı, demeyin. Çünkü; olması gereken her şey öncelikle “tasavvur”a muhtaçtır.

Gerek batı gerekse doğu edebiyatında “ideal kent” veya “kent ütopyaları”nın çok fazla olmadığı göz önüne alındığında Nizamî’nin İskendername’sinin önemi anlaşılır. Türkçeye hâlâ çevrilmemiş olan bu güzel eserin, tarihi “şehir ütopyaları”mız arasında önemli bir “klasik” olarak yer alacağını düşünüyoruz. Gerçi bu konuda bir ilk olan Farabi’nin “Medinetül Fazıla”sı bile gerekli ilgiyi görmedi ki Nizamî’nin “İskendername”si mi görecek?

Hayalinizde bir şehir ütopyanız varsa yâni “yaşanmaya değer” bir şehir tasarımınız varsa, bunu reel kılmak için çabalarsınız. Ütopya hiçbir zaman “gerçekleştirilmesi mümkün olmayan”, sadece hayale konu olan değildir. Hayalden hakikate akan bir ‘tasavvur’dur. 

Bugünkü şehir yöneticilerimizde olmayan da budur. Yâni, ‘ideal şehir tasavvuru’nun olmadığı şehir yöneticilerinin mebzûl miktarda şehirlerimize musallat olduğu, birbiriyle yarıştığı bir ülkede şehirlerimizin haline acımaktan başka yol bulamıyoruz.

Evet… Bizim şehrimiz yapıların toplamından ibaret değildir. Değişik mekânların bir coğrafyada düzenli veya düzensiz sergilenişi şehri meydana getirmiyor. Yâni, yaşayanların “yaşanmaya değer” şehirde (İdeal kent’te) “değer ve ahlâk”la varoluşlarıdır esas olan.

Medeniyet ve şehir idraki, öncelikle şehre dair hayalle başlar. Şehre dair hayali olmayanın şehre dair hakikati de olamaz!

Not: Konu ile ilgilenenlere İdeal Kent Dergisi’nin ‘Kent Ütopyaları’ konulu 5. sayısını tavsiye ederim.




8 Eylül 2012 Cumartesi

"HES"LER SOLAKLI'DA SAVAŞI KAZANDI, VADİYE ELVEDA !

Yahya Düzenli
 
Evet, bu bir savaş…
 
 
Ve galibi önceden belli bir savaş. Savunmasız bir coğrafya ile ona müdahale edenler arasında bir savaş… Tek taraflı bir savaş. Savaşın bir tarafı olanca gücüyle, araçlarıyla saldırıyor; diğer taraf saldırılara boyun büküyor, rıza gösteriyor. Şimdilik, kazananı önceden belli olsa da savaşın verildiği “vadi”nin yarım yüzyıl içinde kendisine yapılanları, kendisinden alınanları/çalınanları çok acımasız biçimde geri almayacağını kimse iddia edemez.
 
Doğu Karadeniz’in en güzel vadilerinden olan Trabzon/Of-Çaykara Solaklı ve Solaklı Deresi üzerinde yapımı neredeyse bitirilme aşamasına gelen, 31 tane HES’ten bahsediyoruz. Geçtiğimiz ay Of’tan Uzungöl’e kadar vadi yoluyla ilerlediğimde Solaklı Deresini paramparça eden HES inşaatlarını görünce bunun “masum” bir elektrik ihtiyacı üretimi gerekçesini aşmış, vadi ve dere katliamına dönüşmüş bir girişim olduğunu bir kez daha gördüm. Bu manzara karşısında tabiata duyarlı bir insanın vadi boyunca adım başı kalp krizi geçirmemesi mümkün değil.
 
 
Başta iktidar sahipleri, siyasiler olmak üzere, müteahhitleri, HES sahibi firmaları, işin “varlık” boyutu ilgilendirmiyor. Çünkü onlar vadinin ve derenin “varlığına kastetmiş” durumdalar. Onun için işin sadece teknik yönüyle ilgilenmek, kaç kw. elektrik üretileceği, ne kadar para kazanılacağıyla meşguller.  Ülkemizin en bâkir, en muhteşem, en güzel vadilerine “elektrik üretimi” gerekçesiyle hücum edenler, o vadileri ve oradaki fauna-florayı nasıl yok ettiklerini gözünüzün içine soka soka, sadistçe size gösteriyorlar.
 
 
Temenni etmem ama çok uzun değil, yüz yıllık kısa tarih diliminde Solaklı Vadisi’nde yaşanan sel felaketleri, heyelanlar ve diğer tabii afetler, Solaklı Vadisi’nin Deresi’nin kendini tahrip edenlerden, yapısını bozanlardan, topoğrafyasını altüst edenlerden intikamını alacağını hislerim bana söylüyor. Solaklı Deresinin 15-20 yılda bir orta büyüklükte, 50 yılda bir de çok büyük felâketlere sebep olduğunu yaşayanlar biliyor. Hele de dere yatağının HES’lerle bu şekilde bozulması karşısında (maazallah) gelecek bir felaketin boyutlarını düşünmenin ne kadar korkunç olduğunu anlattığım bazı arkadaşlar, “dere mi kaldı ki sel felaketi olsun” demekle yetindiler. Fakat ben gene de suyun nasıl bir afet meydana getirebileceğini düşündüğümde o endişemi taşıyorum.
 
 
Evet, dere kalmadı. Ama vadinin iklim şartları böyle bir ihtimali her an gündemde tutmayı gerektiriyor.

Ne söylerseniz söyleyin, ne yaparsanız yapın iktidar sahipleri “GÜÇ ZEHİRLENMESİ”ne yakalandıkları için hiçbir eleştiriyi, hiçbir tepkiyi anlamıyor, anlayamıyor, tahammül edemiyor. Güç zehirlenmesi’nin şuur kaybı’na dönüştüğü yerde yapılacak hiçbir şey yok. Çünkü muhataplarınız artık şuurunu kaybetmiş bir biyolojik canlı sadece. Dün böyleydi, bugün de böyle…

Biz bu manzara karşısında ürperirken, bu “eser”in sahipleri heyecanlanıyorlar!

Çevreye sahip çıkmanın, hele de “çevreci” etiketine sahip olmanın marjinal bir keyif verdiği bu günlerde yazdıklarımızın da aynı bağlama oturtulacağını bilerek soruyorum: İktidar sahipleri bir canlıyı öldürenin bütün canlıları öldürmüş gibi bir suç işlediğini acaba düşünüyorlar mı?

Yeri geldiğinde “tarih, medeniyet, çevre nutukları” atmayı ihmal etmeyen siyasîlerin tüketecekleri enerji için Doğu Karadeniz’in vadilerine saldırmaları nasıl bir tezat içinde olduklarını ortaya koyuyor.

Ayrıca“karşıda kıyametin koptuğunu görseniz bile elinizdeki fidanı toprağa dikin” buyuran bir Peygamberin ölçüsüne rağmen tabiatı böylesine katletmenin nasıl bir izahı olabilir?

Bu tabiat katliamlarına ülkemizin elektrik enerjisi ihtiyacının giderilmesi gerekçe gösterilebilir mi? Türkiye 5 cent’e muhtaç olduğu yıllarda bile Bulgaristan’dan elektrik ithal ederken, bugün bunca imkanlarıyla alternatif enerji kaynakları bulamıyorsa yazıklar olsun!

“Hiss-i kable'l-vuku”m (önsezi) ve bugüne kadar çizilen tablodan gördüğüm odur ki; enerji ihtiyacından çok enerjinin getireceği maddi rant iştahına Solaklı Vadisi ve deresi kurban ediliyor.

İşin traji komik bir yanı da; Of’un çıkışında küçük bir rekreasyon alanı oluşturmaları. Yâni, bütün bir vadiyi, dereyi içindeki canlılarla birlikte yok ediyorsunuz. Buna karşı adeta insanlarla istihza edercesine “bakın vadinizin yatağını bozduk, derenizin suyunu kestik ama size de bu hal karşısında keyf çatmanız için bu alanı hazırladık”  dercesine sun’i/yapay bir park/mesire alanı oluşturulmuş. Vadinin her karesinin insanca mesire yeri olduğunu bile göremeyecek kadar coğrafyasına yabancılaşmış bir anlayışın eseri bu işte.

Suyu bütünüyle yatağından koparıp dereyi kuruttuktan sonra bir de güya vadinin hayatını devam ettirmesi için HES’lerden bir miktar suyun salınması gibi garabete de “cansuyu bırakmak” adını vermişler. Canını aldıkları vadiye “cansuyu” vermek(!) Anlaşılıyor ki, muhtemel itirazlara karşı gerekçeler katliamcılarca iyi hazırlanmış.

HES’lerle birlikte Solaklı Vadisi ve deresinde “canlı hayat’ değil, ‘cani hayat’ın devam edeceğinden şüphemiz yok.

Solaklı vadisi kendisini hayata bağlayan, diri tutan deresiyle bir anlam ifade ediyordu. Şimdi ise boylu boyunca uzanmış, uzuvları parçalanmış, dağıtılmış bir kadavra haline getirilmiş.

Bölgeye hayat veren “görünmeyen enerjisi” yerine, şimdi bölgeye kasvet yayan HES’leri yatağında barındırmanın acısı için gözyaşı da dökemeyecek. Çünkü gözyaşları hunharca kurutulmuş, gözyaşı kanalları enerji rantına kurban edilmiş.

“Solaklı’dan başka yer mi kalmadı” gibi gayr-i ahlâkî bir mazeret serdetmiyoruz. Çünkü ülkemizin tüm coğrafyası “insana tevdi edilmiş” bir emanettir. Coğrafyayla oynamak hayatla oynamaktır. Onun topoğrafyasını-özelliğini bozmadan insanlığın hizmetine sunmak sadece insana yüklenmiş bir mükellefiyettir. Tabii ki bu mükellefiyet “emanet idraki”ne sahip olanlar için söz konusudur.

Solaklı Deresi artık akmıyor, yok edildi! HES’ler “şimdilik” kaydıyla savaşı kazandı! Kimbilir, ülkemizin bu tür bakir vadilerine, derelerine yapılabilecek bu en büyük kötülüğü “icad eden”lerden bir gün tarih hesap sorar mı? Gelecek nesillerin hayatlarını çalan, yaşanılmaz hale getiren, “rant şehveti”ne tutulmuş olanlar, tabiattan çaldıklarıyla savaşı bir kez daha kazandılar.

Bu hal karşısında “Yaşasın iktidar sahipleri!”  Ve tabii “Yaşasın rant sahipleri!”. İktidarın sağı-solu fark etmiyor, hepsi aynı iştah içerisinde.

Kadîm bir geçmişe sahip Of-Çaykara vadisi yani SOLAKLI, bir avuç “MÜŞTEHΔnin iştahlarına kurban edilecek kadar sahipsiz!

Enerji ilâhları için kurban seçilen Doğu Karadeniz coğrafyası, özellikle de Solaklı Vadisi-deresi için yolun sonuna gelindi. Solaklı’dan artık su değil para akacak (!)

“Çevre bir emanettir” diyen siyasî aklın çevre idrakini yâni emanete nasıl sahip çıktığını sadece Solaklı’da görmek-okumak yeter.

İş işten geçti. Şairin dediği gibi: “Dövünmek vakti bu an!”

 
 
 
 
 

4 Eylül 2012 Salı

"AHİRETİN SORUMLULUĞUNU TAŞIMAK VE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK ÜZERİNE" -V-


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanın dünyayı imar, inşa ve ihyasının sebebine vurgu yapan ve bu sebebi “Ahiretin sorumluluğunu taşımak” olarak nitelendiren rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli konferansında, dünyada yaşamanın bedeli olarak onu yaşanılır kılmak ve güzelleştirmenin “ahiret sorumluluğu”nun bir gereği olduğunu bir mütefekkir mimar bilinciyle ortaya koyar. Ve konuyu ülkemizin şehirleşme ve mimarisine getirerek çözümler teklif eder. “Niçin şehir ve mimari?” sorusuna ontolojik olarak “ahiret sorumluluğu” cevabını veren Cansever, konuyu ülkemizin bugünkü kaotik şehirleşmesine getirerek tarihî şehir ve mimarî geleneğimizden/birikimimizden nasıl yararlanmamamız gerektiğine dair ciddi teklifler ortaya koyar.

Söz konusu konferansının devamında ülkemizin kangren olan şehir ve konut meselesine dair şunları söylüyor Cansever: “Başarmak için başka çaremiz yok. O zaman sadeleştirerek, belki ev grupları, 7-8 evin bir ufak ev grubu olduğunu düşünerek bir şehir planı yapmamız lazım. O ev sahiplerinin birbirleriyle anlaşmış; kimlerin nerede oturacağı, şehrimizi inşa ederken kararlaştırılmış olmalı. İnsanların katılımıyla, birbirlerini rahatsız etmeyecek şekilde, bahçeler, evler belirlenmeli. Bu şekilde birbirine eklenen küçük toplum gruplarından mahalleler, mahallerle de şehri vücuda getirecek bir şehir planlama yaklaşımı tesis etmeliyiz. Bu söylediklerimizin dışında, şehir plancısı dediğimiz insanlara emir verilir, şehrin göbeğinden 30 metrelik yol geçer, ona 15 metrelik yollar saplanır. Arazi, orası dağmış tepeymiş filan! Cetvelle çiziyorlar, arazi doğranıyor. Tüm arazîyi kapatmışlar. Plan, diyelim ki üç kat olacak diyor, onlar başlıyorlar düşünmeye: "Neden üç kat olsun, dört kat olsa daha iyi değil m i?" Başlıyor artık, dört kat değil, beş kat olsa daha iyi; yok, sekiz kat olsa daha iyi. Sekiz olmasına kim karar verecek, o iyi adamdır. Hayırlıdır, diyor ve adam da yapmanın yollarını araştırıyor.”

Cansever, toplumun nasıl yanlış kurulmuş, yapılanmış ve yaşanamaz şehirlere mahkûm edildiğine ilişkin şunları söylüyor:

Tüm toplum, bu yanlış şehir düzeninde ahlaksızlaştırılmış vaziyette. Ama bir şehir nedir bilmeyen -hatta benim bildiğim- mimari yapamayacağını anlayanlar, içlerinde benim talebelerim, arkadaşlarım, sınıf arkadaşlarım da var, şehir plancılığı yapmaya gittiler. Ben de gittim; ama ben, savaş vermek için gittim. Eflatun'da da var bu. Eflatun,"Şehir insanı terbiye eder."diyor. Şehir, insanları terbiye edecek esaslara göre kurulmuş olması halinde insanları terbiye eder. Hâlbuki bizim cumhuriyet şehirleşmesinde tam aksine. Şehir insanı terbiye ettiği gibi, kötü şehir de insanı ahlaksızlaştırır. Biz, bu kötü şehri yaşadık. Dolayısıyla bu yüksek şehirleşme, yüksek ahlaki ve kültür değerlerine sahip bir toplumun inşası için de bir fırsatmış gibi geliyor.”

İşte bu fırsat şimdi yakalanmış bulunuyor. Ülkemizin bu konudaki imkânları da müsait. Depremler ve şehir tahribatlarının yeni adı olan “kentsel dönüşüm” operasyonları da önemli bir fırsat. Ancak, bu fırsat ve imkânları “yaşanılabilir bir şehir” için seferber edecek “idrak” var mı?

Cansever’e kulak verildiği takdirde ülkemiz, şehir-konut ve mimarîde müthiş bir sıçramayı gerçekleştirebilir. Aksi halde gelecek nesillerin yaşama mekânlarını şimdiden ‘beton tabutluklar’a çevirmiş oluruz.

Cansever bütün bu söylediklerini, yaptıklarını, dünyayı imar-inşa ve ihyanın “niçin”ine dair kök telakkisini açıklıyor: “Bütün bunların hepsi ahiret için. Yani bizim işimiz değil demeyin, yarın işiniz olacak. Yarın eviniz olacak, çocuğunuz olacak. Peki, onun oynayacağı bahçe neresi olacak? Nerede okula gidecek? Belki sizin babanız da benim gibi, Bursa'nın merkezinden Hisar'a, aşağı yukarı 1.5 kilometre, 2 kilometrelik yol yürüdü. Ben 8 yaşında bir çocuğum; 2 kardeşim var, birisi 7, diğeri 6 yaşında ve biz, şehrin merkezinden, şehrin merkezini seyrederek, ağaçların içinden, alışveriş yerlerinden yürüyerek gittik okula. Bursa'nın tadını çıkartarak... Öğleyin teneffüs vardı. Teneffüste çocukları okulun önündeki meydana, Orhangazi ile Osmangazi türbelerinin önündeki küçük meydana oynamak üzere bırakırlar. Sınır da yok: Bütün kalede koşmaca, yahut hırsız polis oynanırdı. Birileri saklanır, öbürleri onları kovalar. Ben böyle köşeye saklanıp komşu duvarın üzerinden sarkan çiçeklerle yerdeki evlerin güzelliğini seyredip o manzaradan çok hoşlandığımı, saklanma yeri olarak öyle bir yeri birçok defa kullandığımı hatırlıyorum. Bir çocuk, şehirde böyle yaşar. Neden çocuğa bu imkânı vermeyelim, neden çocuk otomobillerin arasında ezilme tehlikesiyle yaşasın? Tabii modern şehir planlaması, otomobillerin yeri şurası, insanların yeri burası diyor. Ama Türkiye, modernliğin de ne olduğunu henüz anlamamış bulunuyor.”

Rahmetli Turgut Cansever’in “ahiretin sorumluluğu” bilinciyle yaptıklarını “okuyabilecek” şehir yöneticileri, siyasiler, mimarlar, şehir plancılarının öncelikle “varlık tasavvurunun emrettiği, dünyayı güzelleştirme emrinin çözümlenmesi” meselesini idrak etmelidirler. Bunun anahtarı da sadece Turgut Cansever’de.

Dünyanın bütün uğraşları gibi dünyayı imar ve inşa etmenin de “ahiretin sorumluluğu”na bağlı olduğuna dair temellendirmeleri bir muhakkik mimardan dinlemek bir yana o mimarın yaptıklarında görmek gibi bir basireti de taşımak gerekiyor.

Cansever’in kendi tesbitiyle “biçimi put haline getirmek gibi bir yanılgının teşekkül etmemesi”  için, yâni yaptıklarınız veya yapılanlar karşısında narsistçe hayranlık duymamak için, “ahiretin sorumluluğu”nu hiçbir an unutmamak gerekiyor. Cansever böyle bir idrakin mensubuydu ve bu idrakin oluşması için fikirleri ve eserleriyle bir ömür çaba sarf etmişti.

Cansever’in deyimiyle “yanlış şehir düzeninde ahlâksızlaştırıl”mamak için “ahiretin sorumluluğu”yla hareket edecek, şehir irfan ve idrakine sahip siyasîlere, şehir yöneticilerine, mimarlara ihtiyaç var. 

Dün vardı, bugün yok, yarın için hiçbir emare görünmüyor.

Şehirlerimizi tabut tarlasına çevirenlere karşı hâlâ insanca bir refleks gösteremiyoruz.