YAHYA
DÜZENLİ ile “ŞEHİR, MEDENİYET VE MİMARΔYE DAİR
SÖYLEŞİ..
1 - Malumunuz olduğu
üzere rivayet o ki ülke olarak bir ‘yenilenme’ iddiasındayız. Bu çabamızı,
birtakım yatırımsal faaliyetlerle güçlendirmeye, desteklemeye de çalışıyoruz.
Yine ‘Yeni Türkiye’ söylemine ‘resmiyet’ kazandırılması yönündeki yaklaşımlar
malumunuz. Bu iş ne yönde ilerliyor sizce?
Y.D: “Yeni
Türkiye” yeni bir kavram değil. Hatta sıradan bir kavram. Sınırları belli
olmayan, muhtevası muğlak ve müphem, sadece siyasî söylem olarak tedavüle
sokulmuş bir kavram olduğu düşüncesindeyim. “Artık
eski Türkiye yok” yerine “Yeni
Türkiye” kavram olarak tedavüle sokulup iddia ihtiva ediyor. Ancak, iddialı
kavramlar arkaları doldurulup, muhteva taşıyorsa ama şartlar olgunlaşmamışsa bu
kez iddialı bir paranoyayı ifade
ederler.
Yeni Türkiye, ilk defa büyük yabancılaşmayı
yaşamaya başladığımız Tanzimat’tan günümüze uzanan çizgide adeta damak
tadı söylemi. Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal’in sloganı Yeni Türkiye idi. CHP’nin 1977
seçimlerindeki ana teması “Yeni bir Türkiye” idi. Milli Selamet Partisi’nin
1970’lerdeki temel sloganı da “Yeniden Büyük Türkiye” idi. Her seçim sonrasında
iktidar olanların da Yeni Türkiye sloganıyla
ortaya çıktığını görmek, yakın siyasi tarihimizin bilinen bir olgusudur.
Bir de Ak
Parti iktidarıyla Yeni Türkiye’nin 2023 Hedefiyle birlikte söylenir olması
girift ve ayrı bir mana ifade ediyor olsa gerek. Endişemiz odur ki; 2023 hedefi denilen final,
sadece 2 trilyon doları yakalaması
beklenen milli gelir hedefinden ibaret olmasın.
Tabii 14
yıllık iktidarın reel politikte yaptığı birtakım önemli değişiklikleri ve maddî
gelişmeleri de atlamamak lâzım. Ölçülüp, sayılıp, tartılabilen “mekanik
işler”de önemli atılımlar yapıldı. Ama irfan, idrak, fikrî derinlik ve
kuşatıcılık, kültür seferberliği, eğitim, şehircilik, kadın ve gençlik
politikalarında, tarihi tecrübe ve birikimin devamı olabilecek bir tahkim, yol
haritası maalesef “Yeni” diyebileceğimiz bir şey göremiyoruz. Tam aksine, bu hayatî
alanlarda harcanmış, heba edilmiş, telâfisi imkânsız bir 14 yıl geçirdik. Oysa
ki; iktidarın 14 yıllık söylemi ehil ve liyakatli kadrolar eliyle gerçekten
“Yeni Türkiye” diyebileceğimiz bir değişime kapı aralamalıydı. Çünkü Ak
Parti’nin iddia ve imkanları bu yönde bir dönüşümü ne yazık ki
gerçekleştiremedi.
Siyasetçinin
gelecek seçime kilitlendiği, bürokratların ek gösterge şehvetiyle,
konformizmiyle ehil ve liyakatli ellere verilmediği, işlerin misyon adamlarına tevcih edilmediği bir
siyasi ve bürokratik yapıyla karşı karşıyayız.
Halimizin
muhasebesi için “geldiğimiz yer gelmek istediğimiz yer mi?” diye soralım?
2 - Yazılarınızı takip
ettiğimiz kadarıyla şehircilik politikaları noktasında ‘şikâyetçilerden’
olduğunuzu biliyoruz. O kadar ki, ‘dirilişi olmayan bir ölüm’ halinden
bahsediyorsunuz şehirlerimiz namına... Durum gerçekten bu kadar vahim mi?
Y.D.: Ne
yazık ki çaresizce“şekva üzre” yaşamaya mahkûmuz. Şehir için feryâda aldıran
yok. Bizimki şehir için münzevi bir çığlık sadece. Bizden önce büyük
muhakkik-mimar Turgut Cansever’in feryâdları, haykırışları, çığlıkları,
teklifleri duyulmadı, görülmedi ki bizimkiler mi duyulacak, görülecek? Kaldı ki
ben “şehir ve şehir idraki” olarak sadece bir işaretçi olarak endişelerimi dile
getirdim. Önce bu konuda Üstad Necip Fazıl’ın “şehre dair” fikrî ve sistematik
derinlik ifade eden düşüncelerini seçip çıkardım. Sonra da günümüzün “Mimar
Sinan”ı diyebileceğimiz rahmetli Turgut Cansever’i yeniden okumayı, inşa etmeyi
teklif ettim. Bu konuda oldukça hacimli 2 kitabım yayınlandı, bir tane de
yayıma hazır şehir kitabım var.
Durum
gerçekten vahim! “Şehir” için feryadın vakti de geçiyor. Çünkü başta Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı olmak üzere TOKİ, İlgili Bakanlıklar, Sivil Toplum
Örgütleri, mimarlar, vs. eliyle müthiş bir “şehir ifsadı” her tarafı sarmış
durumda. Bu ifsat ve imha şehirlerimizi sadece biyolojik canlılara mahsus
metabolitik barınma mekanları haline
getirdi. Yeni şehirlerimiz “şehir” kimliğini ve muhtevasını kaybetti.
3 - İnsanımızın şehir,
medeniyet, mekân ve mimarî idrakinin ifsat edildiğini öne sürüyorsunuz? Bunu
biraz açmanız mümkün mü? Daha önce neydi ki bu kavramlara yaklaşımımız; şimdi
ne oldu/k?
Y.D. :
Evet, insanımızın şehir, medeniyet, mekan
ve mimari idraki önce ifsad edildi, devamla da yok edildi. Şehir
idrakimizin menbaına uzaklaştık ve yabancılaştık. Tarih içinde emsalsiz
şehirler kuran, “yaşanmaya değer hayatın
tecelligâhı” olan şehirler inşa eden bir toplum, bugün bu misyonunu imha
ediyor. Şehirlerimizin “genetiği bozulmuştur”.
Bir
şehrin genetiğiyle bir kez oynandı mı şehir artık kendisi olmaktan çıkıyor,
kendisine yabancılaşıyor, başkalaşıyor. Artık tarihî kimliği, kadîm şahsiyeti
yok oluyor. Bu genetik katliam
doğrudan yok ediş biçiminde cereyan ettiği gibi, çoğu kez de gelebilecek
muhtemel itirazları önlemek için, tedricî biçimde ve zamana yayarak
gerçekleştirilebiliyor. Genetiğe müdahale bir kez gerçekleşti mi artık o şehrin
organizması kendisini bir daha toparlayamıyor, kendine gelemiyor. Genetiğin
bozulması demek, şehir birikiminin kodlarının hafızadan silinmesi demek.
Genetik
bozulma, bütün canlılarda olduğu gibi şehirde de bulaşıcı bir enfeksiyon etkisi
meydana getiriyor ve beklenmeyen, kontrol edilemeyen tümörleşmiş organların
üremesine sebep oluyor.
Ülkemiz, hiçbir ülkede görülmeyecek bir şekilde, bu genetik bozulmayı
doğrudan ve tedricen yaşamış olup, halen de bu genetik bozulma birçok
şehrimizde kaotik bir biçimde devam etmektedir.
Tarihî
süreçte şehirlerimizdeki genetik bozulmayı dört devreye
ayırabiliriz.
Birinci
devre;
Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’e kadar devam eden devre. Bu devrede
Osmanlı’daki modernleşme-yenileşme-reform hareketlerinin bir sonucu olarak,
şehir ve mimarîde meydana gelen “kendi olmak”tan çıkıp batının barok-rokoko
tarzı mimarîsini kopyalama, şahsiyetsizlik devremizin açılmasına sebep oldu.
1839-1923 arası 84 yıllık dönem.
İkinci
devre;
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte tarih ve medeniyet düşmanlığıyla cinnete dönüşen
şehir katliamları. Öncelikle İstanbul, Konya, Diyarbakır… gibi tarihî
şehirlerimizde yapılan katliamlar. Ayrıca yeni başkent Ankara’yı yeniden inşa
etmek için Batıdan getirilen mimarların şehri bir kobay laboratuvarına çevirmeleri, İstanbul’da ise şehrin tarihî
doku ve mekânlarının yıkımı ile başlayan, tek parti iktidarının katliamlarıyla
devam eden devre. 1923-1950 arası 27 yıllık dönem.
Üçüncü
devre; Çok
partili hayata geçişle birlikte modern şehirleşme adına yapılan
şehir imar planlarının uygulamalarıyla gene batı şehirlerinin çok kötü biçimde
kopyalanması şeklinde devam eden süreçte şehirlerimiz arabeskleştirilmiş, kaosa
ve başıboşluğa terkedilmiş ve köyden şehre hızlı ve kontrolsüz bir göç
tsunamisi yaşanmıştır. 1950-2002 arası
52 yıllık karmaşa dönemi.
Dördüncü
devre ise; 2002
yılında Ak Parti’nin iktidarıyla başlayıp, müthiş imkân, fırsat ve kaynaklara,
yoğun bir “şehir ve medeniyet” söylemlerine
rağmen, “kentsel dönüşüm” uygulamaları ve devletin toplu konut aygıtı TOKİ ile
ifsât edilen şehirler ve heba edilen dönem… Bu dönemde Türkiye, tarihî şehir
birikiminin verdiği imkânı yeniden ortaya çıkarabilecek ve yaşanmaya değer şehirler
kurabilecekken, böyle bir irfan, idrak ve iradenin olmaması sebebiyle bu dönemi
heba etti.
Yüzyılımızın Mimar Sinan’ı olan rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in ikaz, feryâd ve
tekliflerine rağmen ne yazık ki O’nu göremedi, anlayamadı. Yanından geçtiği
dağın ihtişamı karşısında gözü kamaşıp kör olan siyasetçi-şehirci-yerel
yöneticilerin hakim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ne yazık ki Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde şehir konuşmalarında Turgut Cansever’den
alıntılar yapmasına rağmen ne kendisi ne de kadrosu O’nu anlayıp -adeta- bir mimarî
tecdid döneminin açılmasını sağlayamadı.
Bu
kategorik ayrımlara ve dönemlerinin siyasî iktidarlarına baktığımızda her biri
birbirinden farklı zihniyet kodlarına sahip olmasına rağmen, 175 yıllık sürecin
tamamı, şehir ve mimarîde tarihî şehir birikiminden kaçış, red ve inkâr ve son
dönemde de sadece dudak tiryakiliği şeklinde sahiplenme söz konusudur. Nitekim
Cansever de 1993 yılındaki bir söyleşisinde “Türkiye’deki
tahribatın 150 yıldır devam ettiği”nin altını çizmiştir.
O
Cansever ki; bir mimarda olması gereken irfan ve tarihî derinlikle insanın
Yaratıcı ve dünya ile olan tezyin edici
rolüne ilişkin muhteşem bir tespit yapar: “Dünya, Allah ne yaptıysa güzel olduğu için güzel oluyor. İslâm, bu
güzelliği fark etme ve muhafaza etme mükellefiyetini yüklüyor insana.
Dolayısıyla dünyanın güzelliğini idrak etme imkânı doğuyor insan için… Dünyayı
bilirken de Cenab-ı Hakk’ı bilmiş oluyor. Bunu bilince de dünyaya karşı sorumlu
hale geliyor. Bu bilince sahip tek yaratık olunca, bu güzelliğin hüsn-ü
muhafazasını da yüklenebilecek yaratık oluyor.” Cansever, bu ontolojik
idrakle insanın görevinin “ilâhî iradeye
yönelik bilincini yaptığına yansıtmak” olduğunu ifade ediyor.
Bu
feryâdları kim anlayabilir? Niyaz-i Mısrî’nin söylediği gibi “katre nice anlasın, umman olan anlar bizi”,
“her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi”.
Şehirlerimizin
bu genetik bozulmadan yeni bir
genetiğe geçişi için ihtiyaç duyulan şey yeni bir şehir ve mimarî idraki ve
ahlâkıdır…
Tarihte,
şehirlerimizi tahrip eden Haçlı ve Moğol
istilâları gibi, modern zaman şehir istilâlarını yaşıyoruz.
4 - İnsanın ‘eserinin
kurbanı’ oluşu ve ‘mekânda kendini kaybedişi’ sizin yazılarınızda kullandığınız
ifadeler. Biraz daha ileri gitmeniz gerekirse, ‘insanın inşa ettiğine kul’ ve
‘köle’ olmakta olduğunu; bir bakıma ‘putunu inşa’ ettiğini de söyleyebilirsiniz
sanırım?
Y.D.:
Sadece şehir ve mimaride değil, her alanda eser-müessir
ilişkisinde bu tehlike var. Ancak, selîm bir itikad ve akılla yola
çıkarsanız ancak “eseriniz önünde mahkûm” duruma düşmezsiniz. Bu insanlığın
“kadîm” meselesidir. Eseri önünde mahkûm insan.. Oysa ki, insan “eşya ve
hadiselere hakim” bir sıfatta yaratılmıştır. Batılı bir mimar, muhteşem bir
eserini bitirdiğinde ona hayran hayran bakar ve önünde eğilir. İşte bu eseri
putlaştırmaktır. Aletin esaretine girmektir. Bizim dünya tezyinatımızda, ne
kadar mükemmel olursa olsun “eserin ve insanın fâniliği”ni ve Cenab-ı Hakk’ın
“cemal” ve “kudret”ini yansıtmalıdır. Öyle de olmuştur. Bakın tarihî süreçteki
şehir ve mimari eserlerimize. Maveraünnehir’den başlayarak Selçuklu, Osmanlı
coğrafyası bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Her ne olursa olsun haddini
aştığı zaman zıddına döner. Mimarî eser de öyle. Batının özellikle katedralleri
ile bizim büyük selâtin camilerimize bakın. Her ikisiyle karşılaştığınızda
birisinin küstahça tekebbürü önünde içinizi kasvetin kapladığını görürsünüz.
Diğeri önünde (İslâmi eserler) ise cemal ve celâlin tecessümünden size doğru
yayılan ferah ve rahatlığı hissedersiniz. Bu, referansları birbirinin zıddı iki
dünya görüşü ve medeniyet idrakinin
mekanda yansıması ve insana kendini hissettirmesidir.
5 - Malum ‘Medeniyet’
kavramının kökü ‘Medine’den yani ‘Şehir’ kelimesinden geliyor. Medenilik
‘Şehirlilik’ şeklinde tercüme edilebiliyor. Bu noktadan da hareketle İslam’ın
‘şehircilik’ anlayışını, yaklaşımını nasıl özetleyebilirsiniz?
Y.D.: Medine-Medeniyet
ilişkisi etimolojik ilişkinin ötesinde bir anlamlandırma… Bunu önce Üstad Necip
Fazıl’dan sonra da muhakkik mimar Turgut Cansever’den dinleyelim isterseniz.
Diyor ki Üstad :
“Bizim şahsiyetli bir dünya görüşümüz varsa, mutlaka
hususi bir şehir tipimiz; ve şahsiyetli bir şehir tipimiz varsa, mutlaka hususî
bir dünya görüşümüz olmak icap eder; müzmin boşluğumuzu ve bir türlü
olamayışımızı müşahhas plânların en sert, en katı ve kolayca elle tutulur
cinsinden olan şehir plânında arasaydık, belki en esaslı eksiklerimizin
mizanına ererdik.
Hendese ve nisbetin bütün şiirile, hendese ve nisbet
sıkıntısının bütün şiirini bir arada kucaklayan ve Süleymaniye kubbesine
liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van kedileri gibi umumî bir soy benzerliği
içinde başka başka çatıları, sokakları, meydanları ve her türlü
müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman içinde mekân ve mekân içinde
zaman ölçüsünü heykelleştirecektir; bütün
devlet ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var???”
Medine,
Medeniyet kavramlarını dudak tiryakiliğine kurban etmeden, zorlama bir alaka
kurmadan ve etimolojik çağrışımlarla yetinmeden, Üstadın işaret ettiği “Dünya
görüşü”ne malederek yeniden üretmek, yaşatmak, inşa etmek gerekiyor.
Cansever de
şunları söyler bu konuda:
Yeryüzünün imar ve inşasının insanın temel
mükellefiyetlerinden birisi olduğu ve bu anlamda onun “amel-i salih” bağlamında
en önemli eylemi olduğuna işaret eden Cansever; “Şehir; ahlâkın, sanatın,
felsefe ve dinî düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki
vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır.” diyerek “Müslümanların şehri”ne dair ekseni ortaya
koymuştur. Ayrıca, vefatından 3 yıl önce verdiği bir konferansın ismi O’nun
hayatını ve eserini neye adadığının cevabı olduğu gibi, şehirci ve mimarın
gayesini de ortaya koyar. Konferansın ismi: “Ahiretin sorumluluğunu taşımak
ve dünyayı güzelleştirmek”tir.
Cansever, ahiret
bilincinin aynı zamanda bir ahlâki sorumluluk bilincinin temelini teşkil
ettiğini vurguluyor: “Ahiretin, aslında
insanlarda bir sorumluluk duygusu, bir düşünce, bir idrak oluşturduğunu
bilmemiz gerekiyor.
1950’lerde, ‘İstanbul nüfusunun; ülke nüfusunun
artışı şöyle olacak, onun için şu gibi tedbirler alalım, almamız lazım.’
dediğimizde karşılık olarak, ‘Boş ver onları, bugün biz rahat yaşayalım, gerisi
ne olursa olsun.’ deniliyor; doğrusu insanlığa karşı kendini sorumlu
hissedeceği yerde, o günü rahatça geçirmek isteyen, o günü yalnız kendi için
düşünen, istismarcı, gayri ahlaki bir tavır ortaya çıkıyor. Ahiret bilinci, bu
nedenle, bir ahlaki sorumluluk bilincinin, idrakinin temelini teşkil ediyor.”
Bu idrakle İslâm Şehri’ne dair temel
dinamiklerin altını çizen Cansever; “İslâm
şehri insanlık tarihinin çok müstesna bir ürünüdür.” der ve şöyle devam
eder: “Bu şehri iki özelliğiyle algılamak
mümkün. Bir, hâkim iradenin görünür olmaması, ikincisi de kendiliğinden oluşmuş
bir güzellik olması. Bir birlik içinde görünür olan iki ifadenin bir toplumu,
bir şehri yönetirken iki temel varlık realitesini gözden uzak tutmamak üzere
girişilmiş teşebbüsler sonucunda vücuda gelmiş olması…” Cansever, bu konuda
Osmanlı şehir uygulamalarından günümüze taşınabilecek örnekler de vermektedir.
6 - Bir çalışmanızda
“Tarihte ‘modern zaman barbarları’ olarak yer almak istemiyorsanız, arkanızda
bıraktığınız seyyiat ve menhiyatlarla birlikte şehri terk edin!” diyorsunuz.
Nereye?
Y.D.: Mevcut
ve potansiyel modern zaman barbarlarına söylenmesi gerekeni söylemişiz. “Şehri
terk edin!” demek, şehri ifsattan, imhadan vazgeçin demek! İnsanlar, terk-i dünya ettiklerinde ya
“hasenat”la ya da “seyyiat”la hatırlanacak ve dua ve beddualar bu yönde
olacaktır. Biz de bu cümlemizle şehir ifsatlarına bakarak sadece bunu
hatırlattık. En meş’um kul hakkına tecavüz “şehir ifsadı”dır. Şehri insanların,
çocuklarımızın, torunlarımızın yaşayacağı “kaos bataklığı” haline çevirmektir.
Şehrin, insana tevdi edilmiş “emanet” olduğunun idrakinin kalmadığı yerde, kime
ne söylenebilir? Hangi kul hakkından bahsedilebilir?
7- Eski başbakanlardan
Bülent Ecevit’in ‘Köy Kent Projesi’ hakkında değerlendirmeniz nedir? Bu
projenin ‘Millileştirilerek’ güncellenmesini faydalı görür müsünüz?
Y.D.: Cumhuriyetin
tarihî kültür ve irfanı yıkım ve nesillerin hafızasını yok etme projesi olan Köy
Enstitülerinden sonra, 1970’li yılların başında “kırsal kalkınma”
görünümü altında köyü ve köylüyü ifsat
projelerinden birisidir. Komünist dönem kafa yapısının ürünü bir tasarım. Üzerinde
durmaya değmeyecek kadar bayağı bir proje. Nitekim tutmadı. Sol-Kemalist
ideolojinin av malzemelerinden birisi olduğunu düşünüyorum.
8 - Bir de bu ‘Yeni
Nesil Cami’ denen olay çıktı karşımıza… ‘Yatay-dikey yapılaşma’,
‘Geleneksel-modern mimari’ tartışmaları arasında kaşla göz arasında
mabetlerimizi kelimenin tam manasıyla yerin altına sokmaya teşebbüs ettiler ve
bunun pilot uygulamalarını da hayata geçirdiler. ‘İslam’ı bir ‘yeraltı dini’
olarak sosyal yaşamın dışına öteleme’ şeklinde ‘ağır’ eleştiriler mevcut bu
projeye… Siz nasıl görüyorsunuz?
Y.D.: Artık
ifsad o dereceye vardı ki, rahatsızlıklar ortaya çıkınca bu sefer, anlamsız,
temelsiz, hiçbir tarihi kök ve muhtevaya sahip olmayan “yatak yapılaşma” gibi bir ucube kavrama sarılma başladı. Dikine
yükselttiğiniz beton hapishaneleri yıkıp, enlemesine yani yatay hale getirince
mesele hallolmuş oluyor mu? Sorunuzdaki “Yeni nesil cami”lere girmiyorum, konu
uzayabilir… Sadece Cansever’in ““Cumhuriyet, Cami Mimarlığını İhmal ederek
marazileştirdi” tespiti giriş cümlesi olarak facianın boyutlarını
göstermeye yeter. Biraz daha ileri giderek şunu söyleyelim: Cumhuriyetle
birlikte cami, ruhuyla da maddesiyle de imha sürecine sokuldu ve bu imhaları
göre göre (ortadaki muhteşem örneklere rağmen) kendi cami mimarimizin dinamiklerine yabancılaştık.
9 - Güncel bir
yaklaşımla bitirelim? Bugün özellikle büyükşehirlerimizde (metropol) örfümüzü,
adetlerimizi, kültürümüzü koruyamadığımız gibi temel değerlerimizi ve hatta
itikatlarımızı, ideallerimizi, inançlarımızı kaybetmekteyiz. Bu görüşe katılır
mısınız? Bu doğru bir tespit ise, şehirleşmenin, ‘büyükşehir’ olgusunun
‘İslami’ olmadığı söylenemez mi?
Y.D: Bir “değerler kaybı” olduğu muhakkak. Kaybede ede gidiyoruz. İtikad,
ideal, fikir… Bunlardan o kadar koptuk, uzaklaştık, unuttuk, terkettik ki
neredeyse başka galaksileri çağrıştırıyor. Her şey mihverinden çıktı, yatağını
kaybetti. Modern zamanların insanları olarak giderek büyük metropollere mahkûm
bir hayat sürmek zorundayız. Sürgünler ve sürüngenler gibi… Modern zaman
alâmetleri olan gökdikenleri ve sitelere hapsedilmiş canlıların sadece
gastroya ve biyolojik ihtiyaca indirgenmiş uğraşlarına hayat denilebilir mi?
Bir vakıanın
İslamî olup olmamasının temel ölçüsü; kaynağı, ne getirip götürdüğü,
kullanıldığı yer, neye hizmet ettiği ve amacı yâni muhtevasıdır. Çerçevesini
nasıl çizdiğiniz ve içini nasıl, hangi ölçüye, referanslara göre
doldurduğunuzdur. Büyükşehirler de, kuruluş felsefesi ve “yaşanmaya değer” niteliğiyle inşa edilebiliyor ve
sürdürülebiliyorsa şüphesiz (dün tarihte olduğu gibi) bugün dünyada “bizim metropololerimiz” olarak remz
şehirler olarak inşa edilebilir. Bu konuda hâlâ tarihi şehir birikim ve
stokumuz bize yol gösterecek niteliktedir. Bunu görebilmek ve anlayabilmek için
de muhakkik-mimar Turgut Cansever’in
kılavuzluğuna ihtiyaç var.
Büyük ârif
Yunus Emre’nin muhteşem mısra’ının yeridir: “Kasdım
budur şehre varam; feryad ü figan koparam!”
İnşaallah
feryatlarımız işitilir.
(Akit Gazetesi, 22 Ocak 2017)