Yahya Düzenli
Üstad Necip Fazıl, günümüzden 70 küsür yıl önce bir ağaç
ahengini/bütünlüğünü sembolize ederek (her cümlesinde olduğu gibi) manifesto
niteliğinde yazdığı “Devrilen Ağaç” başlıklı
muhteşem yazısında, ağaçla bir varlık
idraki ortaya koyar ve “Dön de bak… Şu ağaca bak! Ve üzerinde
düşün!” der ve ağaç üzerinden
insanoğluna varoluşa dair hatırlatma yapar: “Ağaç, bize, dünyaya geldiğimiz
günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve araştırma hırsının anatomyası
biçiminde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı zaman, garip bir (röntgen) ışığı
altında, ruhumuzun bin bir kollu iskeletini görmüş gibi ürperiyoruz. Sanki bu
fevkalâde şahsiyetin hendesesindeki nizamla, içinde Allah’ın sırları yatan
ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir anlaşma seziyoruz…
Ağaç, bir plândır; bir insanın, bir ailenin, bir zümrenin, bir
cemiyetin ve bütün varlığın iç ve dış nizam davasını, madde üzerinde düğüm düğüm
örgüleştirmiş, şekilleştirmiş bir plân..”
Ağaca dair bu teşbihten yola çıkan Üstad, yazısının sonunda, Tanzimatla
başlayıp Meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle son darbe indirilen; tarihine,
medeniyetine, iklimine yabancılaştırılma, inkar ve düşman olma cinayetlerini de
ihtiva eden hükmünü koyar:
“Ağacın ne olduğunu anladın! Ağaçlar arasında en mükemmeli insan ve
cemiyettir. Şimdi de başını tabiattan çevir, tarihe, bizim tarihimize döndür ve
bak! Orada koca bir ağacı, dört asırdır, balta üstüne balta, yalnız yere devirmek,
toprağa sermek ve belirttiği büyük vahdet ve nizam ölçüsünü kurutmak için
çalışanları göreceksin!...”
Üstad’ın yetmiş küsür yıl önce ağaç üzerinden yaptığı bu tarihî ikaza
rağmen, ne acıdır ki her gelen nesil, “eğitim ve kültür” adı altında terminatörler
tarafından mahvedilmekte, irfan havzaları yok edilmekte, idrak melekeleri
kurutulmaktadır!
Üstad’ın yukarıdaki ikazları, tarihin geçmiş hadiseleri nakletme işi
olmadığı, onun yaşanan ve yaşanacak zamanlara dair önemli bir projektör ve yol
gösterici olduğunu bilenlere çok şey anlatır. Ancak, tarihi ‘kış geceleri
masalları’ veya avantür filmler dizisi zannedenlerin gafletleriyle Tanzimattan
bu yana, özellikle de Cumhuriyetin son 70 yılında ve halen nesiller
kavrulmakta, istikametsiz bir şekilde kavrulmaya devam edilmektedir.
Bu noktada gene Üstad’ın “Kalk
Borusu” başlıklı yazısındaki canhıraş feryadlarını, feryatlar içinde
tekliflerini, yapılması gerekenlere kulak verelim:
“İşte biz, nefsimize davaların davasını, suallerin sualini tevcih eden
böyle bir âna; böyle bir mazi, hal ve istikbal hususiyeti içinde ve artık tek
saniyelik bir tekevvün, şaşkınlığına bile imkan bırakmayıcı bir hız mevsiminde
çatmış bulunuyoruz.
On asrın hesabını bir günde görmeğe kalkmak kadar çetin, girift,
düğümlü bir dâvanın kaskatı iş ve ameliye plânında şifasını vadedecek hiçbir
maddî yol bulunmasa da, ruhlarda bu tenbihi yaşatacak manevi aşılara namütenahi
hazırlıkları yapılabilir.
Ruhlarda sımsıkı şuurlaştırılması lâzım tek hedefin, tek çığlığından
ibaret tek ses:
-Yarınımız için bugünden ne düşünüyor ve ne yapıyoruz???
Bugünkü dünya faciasını uzaktan bile olsa seyredebilmek ehliyeti, ancak
böyle bir kaygı ruhundan doğabilir.
Halbuki, her dâvanın başlangıcı, evvelâ tam, açık, samimî bir teşhis
olduğuna göre hemen kaydedelim ki, biz, bütün külçemizi oturttuğumuz zemin
üzerinde, dünya faciasının tesiriyle yana yatmaktan doğan bir muvazene
sıkıntısı içinde, her maddenin aşağıya doğru kaydığını göre göre uykularımıza
sadık kalmakta, nebatî ve hayvanî hayatımızı iştahla yaşamaktayız.
Çocuğum, çocuğum!
Yüreği ateş ve acı dolu çocuğum!
Ne olacaksak, ya bir ân içinde olmaya, yahut olmaktan vazgeçmeğe mecbur
bulunduğumuz bir hengâmenin eşiğindeyiz!
Ve elbette ki, bir şey olacağız. Mutlaka aramızdan biri çıkacak ve bu
yatakhanede, içinde alev fışkıran borusiyle “kalk!” borusunu çalacak…
Beklediğimiz budur!”
Üstadın bu ikaz, haykırış ve feryâtları kime ne söyler? Kime hangi
misyonu yükler?
İtikadı ifsad edilen, fikrî iptal edilen, ahlâkı imha edilen nesilleri
göremeyen gözler ve iktidar mevkiinde olup da bu faciaları durduramayanlar,
ruhu mahvedilen nesillerin katilleri değil midir?
İşe müdahil olması gerekenlerin şikayetçi ve nemelâzımcı olduğu, “dolandırıcı işgüzarlıklar”la vakit
geçirdiği bir iklimde “nesillerin mahvoluşu”na seyirci kalanları tarihin
vicdanına havale ediyoruz!
“İşler zamanlarına rehinlidir” hikmetinden
pay sahibi olarak, henüz yol bitmeden, her tarafını yangın sarmış nesilleri
kurtarmak için “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!”
Ağaç yaş iken, devrilmeden, kurumadan ona sahip çıkmak. En mühim mesele
bu!
Üstad’ın tarihî sualiyle bitirelim:
“Bugün bir vücudu baştan başa sarmış umumî hastalık sebebiyle gözden
kaçan mevzii illetler, yarın vücut sıhhate kavuşur kavuşmaz derhal kendisini
göstermeyecek midir?
Bunu düşünen kimdir?”