“Ağızlarla vicdanlar arasındaki mesafe her gün biraz
daha açıla açıla,
nihayet öyle bir noktaya gelinmiştir ki,
ya beklenen gelecek ya bekleyen büsbütün gidecektir…”
N.F.K.
Yahya DÜZENLİ
Tarihin, hadiseleri alt alta yazarak
ortaya çıkan bir matematik işlem olmadığını bilenler, tarihte cereyan eden
olayların zaman ve mekân çerçevesindeki oluşlarındaki kıymet hükümlerinden yola
çıkarak bugüne ve geleceğe dair bir tasavvur ve tasarım ortaya konulmasını
gerektiğini bilirler.
Bu manâda, Üstad Necip Fazıl’ın da yakın
tarihe ait temel tezlerinden ve kutup başlarından birisi olan ve te’lif hakkı
öncelikle ve yalnız kendisine ait olan Ulu
Hakan Abdülhamîd Han etrafında bugün düşman
olanların da dost olanların da
kendilerini borçlu oldukları mihrak/eksen Üstad’ın Abdülhamid Han’la ilgili
tarih hükmüdür. Aynı şekilde
Abdülhamid Han’dan bahsederken, dönemi içerisinde İttihat ve Terakki’yi de ana
gövdeyi kurutucu bir musallat olarak görmek gerekiyor.
Üstad Necip Fazıl, Tarih boyunca büyük mazlumların “İttihat ve Terakki Cinayetleri” bölümünde
tarih
idrakine dair şunları söyler:
“Ben
tarihçi değilim; olmaya da istekli bulunmuyorum. Benim faaliyet plânım ve
gayem, sadece tefekkür ve sanat… Terkip, tefsir ve kıymet hükmü… Öyleyle
isteklisi olmadığım bir sahada, sırf tefekkür planına bağlı bir hakla,
devirlerdir yolunu kolladığımız, fikir sahibi, (sentez) yapabilmek iktidarında
Türk tarihçisine zemin hazırlamış olmak gibi bir eserim varsa bunu kendi
ağzımla haykırmamı hoş görmek ve herhangi bir iddia ve böbürlenmeye yormamak
lazım…
İşte,
en büyüğü çeyrek aydın ayarında bile tutmayan ve hiçbir inceliğin farkında
olmayan sözde münevverlerimize karşı, artık cesaretle haber vermenin günü
gelmiştir ki, bu memlekette, Tanzimat boyunca yenileşme ve garplılaşma
hareketimizin kimya kağıdı halinde bir Abdülhamid davası vardır ve onu ilk defa
ortaya atmış olan insan, bu kitabın kapağında ismini gördüğünüz aciz
mahlûktur…”
Üstad’ın İttihad ve Terakki’ye dair
düşüncelerine geçmeden önce söyleyelim ki; Üstad’ın ‘dünya görüşü inşa eden fikir
adamı’ hüviyetiyle ortaya koyduğu tarihî eserler, tahrif edilen,
saptırılan ve dimağı saf nesillere tarih
icad etme ve ezberletme adına yapılan cinayetlere nasıl bakılması
gerektiğinin usûl ölçüsünü verir.
Başta Ulu Hakan Abdulhamid Han olmak üzere, Son Devrin Din Mazlumları, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Yeniçeri,
Moskof, Vesikalar Konuşuyor, Sahte Kahramanlar gibi, her biri tarihe
bakışımızın köşe taşlarını oluşturan eserleri,
özellikle yakın tarih idrakimizin oluşması, ezberletilen tarihin tashih
edilmesi ve yeniden temellendirilmesine dair önemli muhteva taşırlar.
Bugün, tarihin avantür macera seviyesine
düşürüldüğü, TV ekranlarında hamaset ve efektlere indirgendiği, hiçbir ölçü ve
derinliğe sahip olmayan kimi kalemşör ve dizi/film yapımcılarına terkedildiği
bir vasatta Üstad’ın tarih idraki elbette
anlaşılamayacaktır. Aksine Üstad’ın muhtevası irtifasını giderek yükseltecek ve
kendisini okuyacak, anlayacak, onun kıymet hükümleriyle analitik bir
hesaplaşmaya girecek nesilleri beklemeye devam edecektir.
Bu bakış açısıyla Osmanlı’nın yeryüzü
coğrafyasından çekilmesinde son darbeyi yapan İttihad ve Terakki’ye ddair
Üstad’ın tespit ve değerlendirmelerini okuyalım.
Üstad, Ulu Hakan Abdülhamid Han
kitabının önsözünde “Abdulhamid
etrafında” başlığıyla “36 Türk
hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihî hakkı muazzam bir zat mevzuunda
Yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizma ajanlarıyla el ele, İttihat ve
Terakki eşkıyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit
olduğumuz yalancı tarihe paydos!... Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat
ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır!”
Ulu Hakan Abdulhamid Han çerçevesinde İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu şöyle
anlatır Üstad:
“Sene
1889… Mayıs ayının 21. Günü… Birkaç Tıbbiyeli kafa kafaya veriyor ve “İttihat
Terakki”nin temelini atıyor. Bunlar Ohrili İbrahim Temo, Arapkirli Abdullah
Cevdet, Diyarbekirli İshak Küküti, Kafkasyalı Mehmet Reşit ve Bakülü
Hüseyinzade Ali Beylerden ibarettir ve aralarında Konyalı Hikmet Emin ve İsmail
İbrahim isimli şöhret yapmamış iki şahıs daha vardır.
Aralarında
toplantılar yapıyorlar ve başlangıçta (romantik) kadroda ve çocukça hevesler
çerçevesinde yürütmeye çalıştıkları fikirleri aksiyon planına dökmek için yol
ve çare düşünüyorlar.
O
sıralarda, istikbalin Mebusan ve Ayan Reisi Ahmet Rıza, Bursa Ziraat Mektebi
Müdürü… Bursa’da çıkan “Nilüfer” gazetesinde makaleler yazıyor ve Abdulhamid
hakkında en samimiyetsiz cinsinden methiye tekerlemeleri karalıyor. Korkunç bir
ihtiras sahibi ve şahsi menfaat düşkünü olan bu adam dalkavukluk
tekerlemeleriyle bir şey koparamayınca, 1889’da Paris Sergisini ziyaret
maksadıyla Fransa’ya gidiyor ve oradan Abdulhamid’e acımtırak bir dille ıslahat
layihaları göndermeye başlıyor; Vatan şöyle kurtulur, memleket böyle
kandırılır, filan, falan..
Bizim
İttihatçı delikanlılar, bu vaziyetten haber alıyorlar ve kendileriyle kafadar
gördükleri Ahmet Rıza Bey’e başvuruyorlar.
-Paris’te
Cemiyetimizin temsilciliğini üzerinize alır mısınız?
Teklifi
yapan, Cemiyete yeni intihap edin Avrupa’ya kaçırılan Ahmed Verdani, Doktor
Nazım ve Ali Zühtü Beylerdir.
Bunlar
Ahmet Rıza Bey’den:
-Evet!
Cevabını
alıyorlar ve maddeci ve satıhçı adamı bir nevi reis vaziyetine geçiriyorlar.
Ahmet
Rıza hakkında maddeci ve satıhçı vasıflarını kullandık. Gerçekten bir aralık
İttihat ve Terakki’nin “ideolog” şahsiyeti rolünü oynayan bu adam, Fransız
filozofu Ogüst Komt’un (Pozitivizm-Müspet felsefe) mektebine bağlıdır. Bu
bakımdan onun için herşey müspet ve riyazi bir müşahede meselesidir ve girift
ruh hakikatleri birer saçmadır. Bu noktada, İslam’ın en kuduz düşmanlığını
yapmış olan Abdullah Cevdet’ten başlayarak hemen bütün İttihatçılara sârî ve
şâmil ruh haletini gösteren bir incelik vardır.
Ahmet
Rıza’nın Cemiyet temsilciliğini kabul edişinden sonra, “İttihat ve Terakki”
ismi klişeleştiriliyor ve daha evvel “Terakki ve İttihat” diye düşünülmüş olan
bu isim böylece ters-yüz edilerek kabul ediliyor. Fransızcası da hazır: (Union
et Progres…)
Ohri’li
İbrahim Temo’nun bir eserine göre, kurucular arasında Rüştü Bey isimli sarıklı
(!) ile Dr. Asaf Derviş (Paşa) ve Şerefüddin Mağmumi Bey de vardır.
İlk
toplantılarına “İncir altı içtimaı” ismini veriyorlar. Bu toplantıda Necmeddin
Arif Bey de bulunmuş… Başka bir eserde de Edirnekapı dışında Arnavut Uluş
Ağa’nın kiralamış bulunduğu Midhat Haşa bağında 8 veya 12 kişilik ilk
toplantıdan bahsediliyor.
Bu
topluluğun açıkça Abdülhamîd’i devirmek, “istibdat” diye isimlendirdikleri sıkı
tedbirli idareye nihayet vermek, meşrutiyeti ilân etmek ve Sultan Murad’ı
taht’a çıkarmak yolundaki gayeleri bazı jurnalciler tarafından saraya
bildiriliyor, aralarında birçoğu tevkif ediliyor, Divan-ı Harbe veriliyor,
fakat fikirden ibaret suçları herhangi bir teşebbüs ifade etmediği için kısa
bir hapisten sonra, zalim ve kanlı (!) Padişahın af iradesiyle serbest
bırakılıyorlar…”
İttihat Terakki’nin kuruluşundaki amacın
sadece Abdulhamîd Han’ı devirmek olduğu ve bunun için Uluslararası destekten ve
yerli her türlü işbirlikçi ile ortaklık kurduklarının altını çizmek gerekiyor.
Üstad, İttihat Terakki, Jön Türkler/Genç
Osmanlılar’ın Abdulhamid Han’a karşı Paris merkezleri teşebbüsleri üzerinde
ayrıntılarıyla durur ve İttihat ve Terakki’nin ilerleyerek geldiği noktayı
şöyle çerçeveler:
“…İttihat
ve Terakki Cemiyeti aksiyoncu cephesini Selanik’te bulduktan ve oraya geçtikten
sonra, doğrudan doğruya masonluk emrine
girdi ve masonlara ait romantik ocak çizgilerine de büründü. Âza olacak
isteklilerin gözleri bağlanarak toplantı yerine götürülmeleri, orada maskeli ve
kırmızı entarili şahıslar karşısında yemin etmeye davet olunmaları, yemin
şeklinin de bir elin Kur’an ve öbür elin tabanca üzerine konularak yapılması
gibi, güya din hisleriyle karışık putperestlikler…”
Üstad, eski bir İttihatçının hazırladığı
eserden iktibasla, İttihat Terakki üyelerinin özelliklerine değinir:
“Cemiyette
iki türlü aza mevcuttu: Bir kısmı mason locasına dahil olanlardı ki, bunlara (lebeveyn
kardeş) ismi veriliyordu. Mason locasına dahil olmayan azalara ise (lieb
kardeş) tesmiye ediliyordu.
İttihat Terakki üyelerinin bu
vasıflarına dair Üstad:
“Bu
tabirlerden biri ‘anadan ve babadan’ öbürü ise sadece ‘babadan’ kardeş manasına
geldiğine göre, mason bir ittihatçının ‘aynı ana ve babadan’ kardeşliğine
mukabil, mason olmayan anne rabıtasını ve süt beraberliğini kaybedecek kadar
uzak kalışındaki dehşet verici manaya dikkat edelim ve soralım:
Abdülhamîd
devrinin Üçüncü Ordudaki İttihatçı kurmay subayları, Türklük emrinde mi,
Yahudilik hizmetinde miydiler? Mason şeflerinin telkini yüzünden, Türk vatanını
parçalamaya memur Yunan ve Sırp komitacılariyle anlaşmaya ve el ele vermeye
kadar giden ve Türk ordusunu adeta Balkan komitacılarına teslim edercesine işe
girişen bu kadro, yine aynı merkezden aldığı talimat gereğince müthiş bir
gözükaralık göstermeye ve aksiyonunu kurşun ve dinamite havale etmeye başladı.
Artık adım başında suikast…”
Üstad, İttihat ve Terakki’nin
suikastlerine, cinayetlerine, Kanun-i Esasî teşebbüslerine, Meşrutiyet’e,
Hareket Ordusu, 31 Mart vak’ası ve nihayet Abdulhamîd Han’ı tahttan indirmeye
dair uzun bahislerinden sonra “Yahudi ve
mason kuklası İttihat Terakki”nin tertibi 31 Mart hadisesine değinir: “31 Mart hadisesi, bizzat revşinden, oluş
ve akış tarzından anlaşılacağı gibi Padişahı düşürme vesilesi bulmak için
İttihat ve Terakki tarafından hazırlanmış hain bir tertipir..”
Üstad, Abdulhamîd Han’ın hal’edilip
Selanik’e sürgününden sonra 1912’de İstanbul’a getirilişinden sonra patlayan 1.
Dünya Savaşı’nı “tek cümleyle, Türk devletinin intiharı safhasıdır.” Der ve o
zamanlar Başkumandan Vekili olan Enver Paşa’yı Beylerbeyi Sarayına davet eder
bir süre görüşürler. Abdulhamîd Han, Enver Paşa’ya birçok nasihatlarda bulunur.
Bu nasihatlar bir ‘Teşkilat-ı Mahsusa’cı tarafından kaydedilir ve Abdulhamîd,
cihan devletinin yıkılışına imza atan İttihatçıların liderlerinden “Enver
Paşa’ya söylediği rivâyet edilen sözler, tam da kendisine ve dünya görüşüne
denk bir tahlil ve teşhis belirtmekte ve İttihatçıların en acı tenkidini dile
getirmektedir” notuyla kitabına alır:
«-Evet,
Enver Paşa, şimdi siz de bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. Fakat bu iş acele
olmuş, hissiyata kapılarak memleket tehlikeye atılmıştır. inşallah devletimiz
ve milletimiz için hayırlı ve şerefli biter. Fakat hafazanallah, felâketli
biterse, ister misiniz ki, bu da bize Anadoluya mal olsun? O zaman elimizde ne
kalır? Hareket Ordusu ile İstanbul üzerine yürüdünüz, muzaffer oldunuz, şehri
zaptettiniz, saraya kadar dayandınız beni de hal’ ettiniz… Hepsi güzel…
Unutmayın
ki, emrimdeki kuvvetlere aslâ ateş etmemelerini, kan dökmemelerini
bildirmiştim. Eğer bir mukavemet görseydiniz bu size pek pahalıya mal olacaktı.
Ancak bu sayede hiç kimsenin burnu kanamamıştır. Fakat arkadaşlarımın gözü
hiçbir şeyi görmemişti. Tedbirlerimi beğenmediler. Beni kaldırıp bir paçavra
gibi sokağa attılar. Üstelik 31 Mart hâdisesini benden bildiler. Halbuki bunda
hiçbir alâkam yoktu. Asileri tahrik edenler elbet de vardı. Fakat bunlar asla
saraya mensup kimseler değildi. Her devirde devletin düşmanları olacaktır.
Bunları tahkiksiz, mesnetsiz kuru iftiralarla herkese bulaştırmak vicdani bir
hareket değildir.
Beni en çok
üzen şey, huzurumdan kovduğum bir insanı, beni saltanattan uzaklaştıran kararı
tebliğe memur bir heyete katmanız olmuştur. Bu, Emanuel Karuso’dur. Bu Yahudiyi
ne diye karşımıza çıkardınız? Bununla makam-ı Hilafet ve saltanatı elin
Yahudisine tahkir ettirdiniz. Selânik’de bir mason locasının üstad-ı âzamı olan
bu zat ile, Hazret-i Peygamberden beri el üstünde tutulagelen Hilafet, encam,
bir Yahudinin tebligatı ile Hânedan-ı âli-i Osman’ın bir rüknünden alınmış
oldu. İftihar edebilirsiniz. Şimdi iktidardasın, neşen yerinde ve huzur
içindesin. İstikbalin parlak görünmektedir. Fakat bütün bunlara güvenme oğlum,
sana son bir nasihat vereyim:
Bugün insanı
alkışlayanlar, yarın onu paralamasını da bilirler!.. Dikkat et!.. Allah
millete, devlete zeval vermesin..!»
Üstad, Abdulhamîd’in Enver Paşa’ya nasihattan
sonra;
“Abdülhamid
nasihatini burada bitirmişti. Enver Paşa ayağa kalkarak sakıt Hükümdarı asker
gibi selamladı ve hürmetle elini sıktı. Abdülhamid, misafirini odanın kapısına
kadar geçirdi. Gözlerinde müşfik bakışları pek aşikardı. İşittiklerinden
fevkalade heyecana düşmüş olan Enver Paşa, Kuruçeşme’deki yalısına geldiği
zaman, hadiseyi zevcesi Naciye Sultana anlatmıştı. Daha sonra, bu tarihte
Teşkilat-ı Mahsusa Dairesi Reisi olan Ali Beye söylemişti:
— Ne dersin Ali Bey, Hakan-ı mahlül’un
sözlerinde haklı olduğu âşikar değil mi?”
Üstad, bundan sonra hükmünü koyar: “Sultanlar Sultanı, Beylerbeyi Sarayında, tahttan
indirilişini takip eden 6 sene içinde, içeriye ve dışarıya karşı 600 yıllık bir
devletin çöküşüne şahit olurken, acaba bütün bunların kendisine edilenlerden
meydana geldiğine dair bir his sahibi midir?
Bu hissi
bizzat Enver Paşa dile getirecektir.”
Üstad’ın “şu sahne bize çok şey söyleyebilir” dediği
sahne, gerçekten çok şeyleri söyler:
“O sene, bütün cephelerde paniğin başladığı,
topyekûn, Arabistan’ın elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve Irak’dan,
Fransızların Makedonya tarafından ana vatan sınırlarını toslamaya koyulduğu,
Moskofların bütün Şark Anadolusunu derinlerine kadar işgal edip 1917 Rus
ihtilâli yüzünden çekilmek zorunda kaldığı, halkın ekmek yerine saman tozu ve
mısır koçanı yediği, yakmaya tezek ve kefen yapmaya bez bulamadığı mevsimde,
bir gün Enver Paşa, Talât Paşa’yla beraber, Beylerbeyinde Abdûlhamîd’i ziyarete
gidiyor.
Kendilerini karşılayan muhafız subay, Ulu Hakana haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar.
Kapı yarı aralıktır ve Abdûlhamîd, sırtı kapıya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor, gelenler de ona kendilerini göstermiyor. Enver Paşa, önde, yarı açık kapıyı biraz daha aralamış, olduğu yerden tabloyu seyretmekte… Abdûlhamîd, elleri hacet dergâhına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua sesi çıkartmakta:
Kendilerini karşılayan muhafız subay, Ulu Hakana haber vermeksizin yol gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar.
Kapı yarı aralıktır ve Abdûlhamîd, sırtı kapıya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor, gelenler de ona kendilerini göstermiyor. Enver Paşa, önde, yarı açık kapıyı biraz daha aralamış, olduğu yerden tabloyu seyretmekte… Abdûlhamîd, elleri hacet dergâhına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua sesi çıkartmakta:
"Allahım;
bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime
yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın, senin
hesap gününde davacıyım!"
Öbür
İttihatçılara nisbetle içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan Enver Paşa, bu duayı işitince, çarpılıp kalıyor, Hünkarın huzuruna çıkamıyor,
geriye dönüyor, Talat Paşa’yı kolundan çekerek sürüklüyor, rıhtımda bekleyen
istimbota götürüyor ve orada, ağlaya ağlaya, Talat Paşa’ya diyor ki:
"Başımıza ne geldiyse bu
adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecek o yüzden gelecek!.."
Üstad,
bu olaya dair şu tarihi cümlelerle konuyu noktalar:
“İstikbaldeki gerçek Türk Tarihçisinin kulağına fısıldadığımız bu vak’a
hakikidir ve babam Fazıl Beyin amcaoğullarından ve Kısakürek’lerden -,
İttihatçıların İaşe Nazırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı
Kerim Milar’a anlatılmıştır. İttihatçıların polis teşkilatında yüksek dereceli
bir memur ve birçok yerde Emniyet Müdürlüğü yapmış olan dayım, Kara Kemal’den
naklen derdi ki:
-İttihat ve Terakki’nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdulhamid’in ne
büyük, hatta emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade
etmek ve tutulan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle
görüyordu. İttihatçılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi
ve Mason tesiri) artık istikamet değiştirmeyi imkansız hale getirmişti. Nitekim
Abdulhamid’in cenaze namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan
Talât Paşa bu ince ruh ukdesinin ilancısı olmuştur.”
Üstad’ın
muhtelif eserlerinde kıymet hükümlerini koyduğu ve bugünkü nesillerin tarih şuurunu temellendirmek istediği tarihi kavşak noktaları, onun elinde
zehiri şifaya tahvil edici bir eda
ile ifade edilmiştir.
Konumuz
Üstad’ın İttihat ve Terakki ve Abdülhamîd ilişkisiyle tahditli olduğu için, bu
kadarla yetiniyor ve O’nun “Parti” başlıklı İttihat ve Terakki’ye dair 29
Haziran 1951 tarihli BÜYÜK DOĞU’daki hükmü:
“İttihat ve Terakki üzerinde ciltler dolusu tahlil ve terkibimizin
hulasası olarak, tam manasiyle, gafil, cahil, gözükara ve kör bir ümide doğru
yol almak isteyen bazı Türk gençlerini devşirip bunlar vasıtasıyle Türk
varlığını yok etmek isteyen bir Yahudi ve Dönme tuzağından başka bir şey
değildir. “
Yazımızı,
Üstad’ın şu önemli ve gelecek nesillere vebal yükleyen ‘emanet’iyle bitirelim:
“…basit fikir ve tarih işçiliklerinde bile, kadromuzu dolduran büyük ve
küçük, şöhretli ve şöhretsiz her ferde iki öğüt vermekteyim:
Türk edebiyatı
münekkitsiz ve Türk tarihi müverrihsizdir. Bu iki (misyon)u üzerinize almaya
bakın!”
(Almıla Dergisi, Aralık 2018)