28 Aralık 2010 Salı

ŞEHRİN ANTİKORLARI...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehirlerin de insan organizması gibi tabii koruma mekanizmaları, koruma refleksleri var. Bu refleksler, şehrin tahribine, kendisine yabancılaştırılma girişimlerine karşı kendiliğinden harekete geçer ve şehri savunur.

Antik zaman şehirleri gibi surlarla koruma altına alınmış bir şehir korumasından bahsetmiyoruz. Veya biyolojik bir şehirden mi bahsediyoruz ki refleksleri olsun. Evet… Şehirler de kendini dış korumadan, restorasyondan ayrı ve farklı şekilde koruma mekanizmasına sahiptir. Bu mekanizma şehrin antikorlarıdır. Tıpkı bir canlı mekanizmanın sahip olduğu antikorlar gibi…

Antikorlar; canlı organizmaların bağışıklık sistemleri tarafından ‘kendilerine ait olmayan’ organik yapıların saldırılarına karşı hazır bekleyen, vücudun savunma sistemini oluşturan mikroorganizmalardır. Bu mikroorganizmalar, bünyeyi yabancı etkilere karşı korur, erken uyarıcılık görevi görürler ve kendiliğinden harekete geçerler. Her vücut karşılaştığı-karşılaşacağı yabancı mikroorganizmalara/istilacılara karşı uygun, onlarla başa çıkabilecek antikorlarını üretebilir.

Şehirler de öyle…

Biz “vücut şehri” kavramından yola çıkarak şehrin bağışıklık sisteminde mutlaka bulunması gereken antikorlara işaret etmek istiyoruz.

Büyük Ârifler, insanı derinliğiyle anlatırken kimi zaman onu “şehir”e benzetirler. Şehrin merkezi kalptir. Vücudun diğer organları, değişik mikroorganizmalar, vs. şehir bütününü meydana getiren, âhenk içinde varlığını sürdüren unsurlardır. Yunus Emre’nin “ben bu vücut şehrine bir dem giresim gelir” demesi bu manâya işaret eder.

İnsan vücudundaki antikorlar ne ise; şehri koruyan antikorlar da aynı işlevi görür. Şehrin antikorları da insan vücudundaki antikorlar gibi göze görünmez, şehrin bağışıklık sisteminde varolan, yabancılara, yabancılaşmaya, saldırılara karşı doğal koruma mekanizması oluştururlar.

Şehir antikorları şehri oluşturan unsurlarda, şehre ait olan her şeyde, hem de şehir bütününde (eski deyimle) mündemiçtir, içinde mevcuttur. Diğer bir deyişle, şehrin DNA’sında her an canlı ve teyakkuz halindedir.

Şehrin bir organizma bütünü olduğunu düşündüğümüzde, şehrin yabancı etkilere karşı kendisini koruyacak tabii antikorlara sahip olması, bir bünye özelliği olarak zarurettir. Tarihsel şehirler bu anlamda tabii antikorlarını üretebilen, bunları sürekli tutabilen, zaman ve mekân şartlarına göre yenileyebilen şehirlerdi. Bugün, bütünüyle ‘yaşadığı zaman’dan ayrı düşse, uzaklaşsa bile kendisini modern zaman istilalarına karşı koruyabilmişlerdir. Ancak, her vücudun dinamizmi ölçüsünde harekete geçirdiği antikorlar, bu tarihsel şehirlerde de artık zayıfladığı halleriyle şehri savunabiliyorlar. Çünkü modern zaman yokediciliği tarihî şehirleri kuşatmış, istila etmiş durumda. Bir istilâcı şehirde ne yaparsa modern zamanların istilaları/istilacıları da şehirlerimizde onu yaptılar, onu yapıyorlar.

Modern zaman şehirleri; antikorlarını üretmek, harekete geçirmek yerine, tam aksine antikorları yok olmuş, antikor ihtiyacı hissetmeyen bir anestezi halini yaşayan bir bünyeye sahiptir.

En önemli antikor: “Şehir kültürü” ve sahiplenilmesi, bünyeleştirilmesi… Yâni, bir şehrin varoluş nedeni ve muhtevasından kaynaklanan, duyuş, düşünüş ve davranış biçimi haline gelmiş refleksi şehrin en önemli antikorudur. Öncelikle şehriyle hemdert olmuş, mensubiyetin ötesinde şehrine aidiyet bağları olan insanların, şehrin yabancılaşmasına, yabancılaştırılmasına karşı ortaya koyacakları şehirli refleks, şehrin antikorlarındaki gücü gösterir.

Bir diğer önemli antikor ise, ne kadar tahrip edilirse edilsin tarihsel doku ve muhtevadır. Tarihsel doku ve muhteva, modern zaman şehirlerinin kadim şehirden tevarüs ettiği doğal antikorların en önemlisidir. Bu antikorların yok edilmesi ve yerine modern şehir mobilyalarının yerleştirilmesi, vücudun antikor mekanizmasının kaybına yol açar.

Şehrin antikorları, restorasyon görevi görmezler. Çünkü restorasyon; artık eskimiş, bozulmuş, yok olmaya yüz tutmuş yapıların ayakta kalması için eski şekline uygun olarak yeniden şekillendirilmesidir. Tamir işlemidir. Antikorlar ise, zararlı etkilere karşı doğal koruyuculardır. Zarar, tahribat meydana gelmeden şehri koruma altına alırlar.

Şehrimize baktığımızda, bu anlamda doğal antikorları olan bir bünye görebiliyor muyuz? Yoksa, her türlü virüsün üzerine çullandığı, kendi yokoluşuna sebep olsa da virüslerle yaşamaya alışmış bir şehir mi görüyoruz?

Kendi şehrimize baktığımızda, ne tarihsel antikorlarının farkında, ne de modern zamanlardaki yapısını koruyacak antikorlara sahip. Olsa bile, modern zamanlar şehir antikoru tanımıyor.

Şehrimiz kendisini nasıl savunacak? Savunma, her şeyden önce “sahip”liği gerektirir. Sahiplik ise şehre ait olmayı. Şehre ait olamayan şehre sahip olamaz.

Şehrimizin bağışıklık sistemi güçlendirilmesi gerekirken, tam aksine çözülüyor. Şehrimizi istila eden futbol virüsü ve yapay/zorlama kültür-sanat-folklor yabancılaşmasına karşı şehrimiz henüz antikor üretemedi. Bünyesi bu tür virüslere o kadar bağışıklık sağladı ki antikorları harekete geçemiyor.

Şehrin antikorlarının istilacıları etkisiz hale getirmesi için, şehrin antikorlarının bilincine varması, kendine güven duyması lazım..

Mevcut şehir yöneticilerinin antikor diye bir dertleri, meseleleri yok. Çünkü bizzat onlar antikorlarla karşı karşıya !

Antikorları olmayan, antikor ihtiyacı hissetmeyen şehir ruhsuz-sağlıksız şehirdir.

Böyle şehrin vay haline!

(Günebakış, 29 Aralık 2010)

20 Aralık 2010 Pazartesi

“ŞEHİR RÜYAM SONA ERDİ…”

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehir rüyası, herkesin göremeyeceği bir rüya… Daha doğrusu “şehirde rüya görmek” şehirle dertlenenlerin, şehri dert edenlerin, şehrini dert edinenlerin görebileceği türden… Şehir rüyasını gerçeğe indirmek ise çetinler çetini bir iş… Öncelikle şehir için “rüya görebilecek” bir ruh hali, sonra bu halin şuura dökülüşü…

Şehir tasarımı, şehir tezyinî şehir tanzimi ise rüyanın tabir edilişi…

Eskiler derler ki: Göz neyi görmek isterse eşyaya öyle bakarmış.

İtalyan bir yazar-seyyah olan Edmondo De Amicis’in, 1870’lerde Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u gezdikten sonra şehre dair yazdığı eser; bizim baktığımız, içine girdiğimiz, yaşadığımız ama muhtevasını göremediğimiz, ruhunu kavrayamadığımız ‘kendi şehrimiz’i yabancı aynadan seyrettiğimizde nasıl hayrette kaldığımızı bir kez daha ortaya koyuyor.

Kendisini “biz 19. yüzyıl seyyahları” diye tanımlayan yazar, Osmanlı’nın medeniyet şehri İstanbul’u gezmeye başladığı günlerde, satırlarına aldığı Madam de Stael’in “seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür” sözünün doğruluğunu düşünmeye başladığını söyler.

İşte size 19. yüzyıl batı seyyahının gözüyle “medeniyet şehri” İstanbul’dan kesitler…

Bir şehri ihtiras halinde “görme” tutkusunun insanı nasıl keyiflendirdiği ve bu keyfin nasıl bir eziyete dönüştüğüne bakın:

“Hem şehrin hem de denizin her noktasından, orada yemyeşil tepede günde defalarca görülse de sırlarla ve vaatlerle dolu yeni bir şeymiş gibi dikkati çeker, merak uyandırıp bir muamma gibi hayal gücünü zorlar, sonunda keyfine varmak için değil, eziyetten kurtulmak için insan kararlaştırdığı günden önce gidip görür…”

“Burada, bu yerin canlı bir tasvirini verebilmek için, benim sözlerime şaşkınlık yaratacak, beklenmedik çıkışlarda dolu yumuşak bir müziğin eşlik etmesi lazım.” şeklinde görmeden inanılması güç bir şehri tasvir ederken devamla, “burası büyülü bir şehir gibiydi” diyor.

Seyyahımız kaskatı gördüğü şehirdeki bir mekânı anlatırken, o mekân insanın hayallerini kışkırtıyor:

“… Ara ara, hüzün ve şefkatle karışık, yeniyetmelere mahsus keyifli bir ürperme, zevkli bir kalp çarpıntısı hissediyorum. Bu duvarların arkasında, havada, sanki hâlâ onlardan bir şeyler kalmış gibi geliyordu. Onları aramak, o unutulmaz isimleri haykırmak, onlara teker teker yüzlerce defa seslenmek istiyordum ve sanki uzaklardan bir cevap işiteceğimi, yüksek setlerin üstünden ya da tenha korulukların dibinden beyaz bir şeylerin geçtiğini göreceğimi sanıyordum….”

Bu şehirden ayrılacak olmanın hüznü, seyyahımızı acıya boğuyor:

“Akşamları rüyadaymışım gibi gözümün önünden hızla akıp giden ışıklı semtleri, büyük kalabalıkları, ormanları, donanmaları, tepeleri görüyordum ve yakında yola çıkacak olma fikri, sanki bütün bu görüntüler uzaktaki bir memleketin hatıralarıymış gibi, her şeye biraz hüzün bulaştırıyordu.”

Gezdiği, Osmanlı medeniyet şehri’nin her şeyiyle birlikte camilerine de hayret ve hayranlıkla bakan batılı seyyahın o camileri anlatımı da müthiş:

“Selâtin camilerin pek çoğunu ziyaret ettiğim o güzel günü hatırlıyorum ve düşündükçe etrafımda hâlâ o dehşetli boşluk ve müthiş sessizliğin olduğunu sanıyorum… İnsan kendi ayak seslerinin yankısını duymasa, kapalı bir mekanda olduğunu unutur. Zihni meşgul eden hiçbir şey yoktur: Bu boşluğun, bu aydınlığın içinde doğrudan doğruya ibadet düşünülür. İnsanı ne kederlendiren ne korkutan bir şeyden eser vardır; ne hayaller, ne sırlar, ne de aklı karıştıran insanüstü varlıkların karmaşık makamlarının belli belirsiz parıldadığı tasvirler bulunur; sadece, ışığa gömülmüş çöllerin keskin çıplaklığını yeğleyen, kendi sureti olarak ancak semayı uygun bulan, duru, berrak, göz kamaştıran, müthiş bir tek Tanrı fikri vardır. ….’un bütün selâtin camileri, zihni yükselten bu büyüklüğü sergiler ve tek bir fikri bağlayan bir sadeliktedir; birbirlerinden öyle ufak farklarla ayrılırlar ki, tek tek hatırlanmaya kalkışıldığında güçlük çekilir…”

Modern zaman şehirlerinin mabedlerinde insan bu havayı teneffüs edebiliyor mu? Pek zannetmiyorum.

Seyyahımız Osmanlı’nın medeniyet şehrinden gemiyle ayrılırken hissettikleri de müthiş: “Gecenin karanlığında artık sadece fenerlerin tıngırtısını ve süratle yol alan geminin çıtırtısını işitiyorum… Güzel Doğu rüyam sona erdi.”

Edmondo de Amicis’in yüzkırk yıl önce tarihi şehirlerimizin (İstanbul veya başka bir şehrimizin) bugün yaşayacağı felaketi ferasetiyle nasıl gördüğüne bakalım:

“… Gelecekteki İstanbul’u, tehditkâr ve hazin ihtişamıyla yeryüzünün en güler yüzlü şehrinin kalıntıları üstünde yükseltecek o Doğu’nun Londrası’nı görür gibiyim. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evlerin yerinde yeller esecek; ortasından sayısız, upuzun fabrika bacasının ve çan kulelerinin yükseldiği binaların, imalathanelerin ve işyerlerinin sert uzun hatlarıyla ufuk her taraftan kesilecek; düz ve birörnek uzun sokaklar İstanbul’u ızgara şeklinde birbirine paralel binlerce kocaman yola ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin çatıları üstünde devasa bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek;… göğü devasa bir kara bulut daimi olarak kaplayacak. Bu manzara gözümün önüne gelince kalbim sıkışıyordu…”

Batılı seyyahın 19. yüzyılda artık çözülmeye başlayan medeniyet şehrinde gezip gördüklerini yüzkırk yıl sonra biz ‘yerli göz’le görebiliyor muyuz? Seyyah eğer yaşasaydı ve de tekrar ‘rüya şehri’ne eski duygularla gelseydi, gördükleri karşısında şaşırmayacak, ani bir kalp kriziyle hayata veda edecekti desek, abartmamış oluruz.

Oldukça hacimli kitabın her satırı muhteşem tasvirlerle, tanımlarla, ilginç tesbitlerde dolu. İnsanı şehre/şehrine koşturan satırlar arasında ayaklarınız dolaşıyor, başınız dönüyor adeta kayboluyorsunuz. Bu batılı seyyahın bakıp gördüğü medeniyet şehrinin (birçok ortak benzerlikler taşıyan) yaşadığımız şehri hayal ederek-farzederek, şehrimize batılı seyyahın gördüğü gibi bakabiliyor muyuz? Veya şehrimizde seyyahın gördüklerini görebiliyor muyuz? diye kendimize sorduğumuzda, itiraf edelim ki bizde müthiş bir “görme bozukluğu”nun olduğunu anlıyoruz.

Tarihin, artık yaşaması imkânsız şehirlerinin kasvetli ve ıssız sokaklarında gezinmenin insana vereceği ürpertiyi bilenlerdeniz. Bu şehirlerin akıbetini okurken bile insan tedirgin oluyor… Bir zamanlar ‘medeniyet taşıyıcısı’ olmuş, İnsanı tedirgin etmeyen, artık yorgun düşmüş, sadece maddesinden parçalar kalmış şehirler de var.

Bugün yaşamaya devam eden ancak, ait olduğu medeniyet dünyasından sadece maddî izlerle bile olsa bizleri karşılayan medeniyet şehirlerinin ‘yaşayan hali’nden aldığımız kesitler; modern zaman şehirleriyle oldukça mesafeli de olsa onlara mesajlar veriyor, onları yönlendiriyor, onların önüne sessiz bir yol haritası koyuyor. Ancak görebilmek için bakabilmek, bakabilmek için hissedebilmek lazım. Bu anlamda, “yerliler”in göremediklerini “yabancılar” çok daha iyi görüyor.

Nasıl görmek isterseniz, öyle bakarsınız.

(Günebakış, 22 Aralık 2010)

14 Aralık 2010 Salı

ÖLÜM VE HİSSEDİŞ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Geçen hafta Trabzon/Çaykara’da ebedî âleme yolcu ettiğimiz Malatya Valisi hemşehrim, kadîm dostum Ulvi Saran’ın babası Ali Kemal Saran hocamızın vefatı öncesi yaşadıklarını yazdığı “Sıra dışı bir hizmet eri” başlıklı yazısını okuduğumuzda hayretle gördük ki; insan bazen kendi akıbetini hiss-i kablel vuku (aniden içe doğuş)la farkında olmadan hissediyor, anlatıyor ve yazıyor.

Ali Kemal Hoca; vefat günü olan 10 Aralık 2010 tarihinde yazdığı ve bir gün sonra yayınlanan “Sıra dışı bir hizmet eri” başlıklı yazısında; meslektaşı, dava arkadaşı, kendisi gibi eski müftülerden Ali Şükrü Sula’nın İstanbul’da bir trafik kazası sonucu vefatını ve kendisiyle ilgili düşüncelerini anlattı.

Yazısına; “Geçen Çarşamba günü beklenmedik elim bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrılan Ali Şükrü Sula pek az insana nasip olabilecek bir özgeçmişe sahipti. O, ölüm meleği Azrail (AS)'ın adeta üstlenemediği bir tecelli ile yürüyerek camiye giderken bir başka zahiri sebeple, bir minibüsün kendisine çarpması sonucu ölüm şerbetini içti.” cümleleriyle başlayan Ali Kemal Hoca, meslekdaşı-dava arkadaşının hayatından kesitler aktararak “nasıl bir hizmet adamı olduğu”na vurgu yapıyordu. Ali Kemal Hoca’nın yazısı aslında kendi hayatı ve akıbetini anlatıyordu… Kendisi, arkadaşının cenazesine katıldığı gün gene aynı akıbetle İstanbul’da bir trafik kazası sonucu vefat etti.

O, 78 yıllık hayatında gerçekten “sıra dışı bir hizmet eri” olarak yaşadı ve geçici dünya hayatını da böyle noktaladı. Kendi hayatını anlattığı “Omuzumda Hemence” kitabı, eşine az rastlanır önemli bir hâtırat olarak Kurtuba yayınları arasında ikinci baskısını yaptı.

Ali Kemal Hoca’nın, arkadaşının vefatına dair yazdıklarını okurken, Üstad Necip Fazıl’ın 1925 yılında yazdığı “Ölünün Odası” şiirinin son iki mısraı zihnime takıldı. Şiirin tamamını okuyoruz:

“Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş;
Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.
Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;
Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi...
Yatıyor yatağında, dimdik, upuzun, ölü;
Üstü, boynuna kadar bir çarsafla örtülü.
Bezin üstünde, ayak parmaklarının izi;
Mum alevinden sarı, baygın ve donuk benzi.
Son nefesle göğsü boş, eli uzanmış yana;
Gözleri renkli bir cam, mıhlı ahşap tavana.
Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;
Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.
Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;
Belli ki, birdenbire gitmiş çırpınamadan.
Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;
Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”

Üstad, şiirin son mısraında “bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm” diye, kendi ölümünü 58 yıl önceden seyrediyor ve anlatıyordu.

Ali Kemal Hoca, “Bu ani gidiş, benim gibi emekli meslektaşlarını ve emekli olduktan sonra yaklaşık 30 yıl hizmet ettiği İstanbul ve çevredeki müftüler ve din görevlilerini yasa boğdu. “Hepimiz nihayet aynı sonla bu fani dünyadan ayrılmayacak mıyız?” diyordu yazısında.

Hayret ve dehşette kalıyor insan!

Devam ediyor Hoca:

Ne büyük bir mazhariyettir ki, 10 Aralık Cuma namazını müteakip cemi ğafir diyebileceğimiz kalabalık ve seçkin bir cemaat tarafından cenaze namazı kılınarak ahirete uğurlandı..”

Birkaç saat sonra sona erecek dünya hayatının hikâyesini, sonucunu ve ötedeki hayata ilişkin ders vererek tamamladı hayatını. Çaykara’da kılınan cenaze namazında aynı şekilde ahirete uğurlandı.

Vergi tahsildarı ve jandarma dipçiği”nin ortalığı kasıp kavurduğu 1940’lı yılların ceberrut yönetiminin hakim olduğu bir dönemde köyündeki medresede tahsil hayatına başladı. İlim uğrunda önemli çileler çekmiş bir neslin son temsilcilerindendi.

Eskilerin “İlmiyle âmil” dedikleri bir şahsiyetti. Ölmeden bir süre önce babasının kendisine “göreceksin dimdik öleceğim!” dediğini aktardı Ulvi Bey. Öyle de öldü. Yerinde duramayan, her an diri, her ânı hareketli, her ânını önemseyen enerji dolu bir 78 yıl bıraktı geride.

Arkadaşı Şükrü Sula için söylediklerini kendisi için söyleyerek yazımı bitireyim:

“…Ne mutlu bana ki böyle aziz bir arkadaşımın cenazesine katılabildim. Cenabı Hak'tan niyazım odur ki, ihlâsına göre kendisine muamele edip, külliyedeki sevap hanesini ebediyen açık bulundurması ve bu hayra filen katılmış gibi ona ecir vermesidir...”

“Ölümün soğuk yüzü” diye bir deyim var. Öyle midir acaba? Yoksa gene Üstad Necip Fazıl’ın mısralarında söylediği gibi midir ölüm?

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber;
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ali Kemal Hocamız bu dünyadan “Omuzundaki hemence”sini doldurarak ayrıldı.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

(Günebakış, 15 Aralık 2010)

7 Aralık 2010 Salı

HER DEM YENİ DOĞAN ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin hem içinde yaşayanlara, hem de gelip geçenlere “söyleyecek sözü” olması demek; o şehrin “her an yeni yüzle” kendini sunması demektir. Yüz değiştirmesi değil, her an kendi kendisini yenileyen bir biçimde varoluşudur. Tıpkı kutsal şehirlerin kendisine gelenlerde bıraktığı intiba gibi…

Büyük ârif Yunus Emre “her dem yeni doğarız bizden kim usanası” diyor. Yunus Emre’nin bu mısraı sekizyüz yıl öncesinden günümüze halâ ışık tutuyor, halâ mesaj veriyor. Mesajıyla birlikte kendisinin de ‘her dem yeni’ doğmaya devam ettiğini gösteriyor. Çünkü o, varlığın idrakiyle bir ‘değer taşıyıcısı’dır.

Yunus Emre’nin bu mısraını şehre indirgediğimizde, bir şehrin “her dem yeni doğması” şehirle birlikte hemşehr olanların idrak ve inşalarına bağlıdır. Şehir idraki, şehre baktıkça, şehri tanıdıkça, şehre girdikçe “her dem yeni”lenen bir idraktir.

“Her dem yeni doğmak”, modern zamanların şehirlerinde olduğu gibi şehrin sürekli yıkılıp yapılması değildir. Şehrimizde gözlemlediğimiz ‘yeni beton’larla şehrin silüetinin nekropole çevrilmesi de değildir.

Her sabah kalktığınızda karşınızda şehir bize kendisini ‘huzurla hissettiriyor’sa, bu anlamda “yeni”leniyorsa o şehir “her dem yeni” doğmuştur.

Böyle bir şehir var mıdır? Böyle bir şehir gördünüz mü?

Üstad Necip Fazıl İstanbul için; “Son derece eski olan bu güzellikler bir bakımdan o kadar yeni ki, her defasında tadılmamış bir çeşni, ele geçmemiş bir çizgi buluyorum.” diyor. Yunus Emre’nin “her dem yeni” dediği hal, bir şehir için bu olsa gerek.

“Her dem yeni doğan” şehir; bizim algılarımıza bağlı olarak ‘gerçekliği’ değişen şehirdir.
“Her dem yeni doğan” şehir; içinde eridiğimiz ama kendimizi kaybetmediğimiz şehirdir.
“Her dem yeni doğan” şehir, insanın bakışında, idrakinde “her dem yenilenen”dir. Geçmişte kalan, hatıralarda yaşayan değil, ‘şimdi’de yaşayan, geleceğe yürüyen, geleceğe çağıran şehirdir.

Yaşadığımız şehir her dem yeni doğsa bile farkında olamıyorsak, o şehrin doğumuyla ölümü arasında fark yoktur. Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’indeki Pentesilea’da yaşayanlar gibi, şehrimizde ‘yaşamak’ için bulunmuyorsak ne şehrimizin bizim için, ne de bizim şehrimiz için bir anlamı yoktur.

Her dem yeni doğan şehir insanı usandırmaz, bıktırmaz.
Her dem yeni doğan şehirde insan yorulmaz, bunalmaz.
Her dem yeni doğan şehrin insanı da her dem yeni doğar.

“Her dem yeni doğan” şehir, enerjisini sürekli kendi üretir. Karşısındakilere enerji verir. Tanpınar’ın Konya için söylediği “Konya insanı bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır, ya-hut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız… Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation is-ter…” Bağlılık, kabul edilme, kayıtsız şartsız teslim olma… Böyle bir şehri nasıl bulacağız, Nasıl tanıyacağız? derseniz, öncelikle tarihî süreç ve süzgecin şehadetine müracaat etmemiz gere-kecek. Çünkü modern zaman şehirlerinin ‘oluşamamış şahsiyeti’ insanı da ‘oluşamamış şahsi-yet’ haline getirdi.

O halde; ‘her dem yeni doğmak’ şehirle birlikte (Hacı Bayram Velî’nin) ‘ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında” dediği anlamda insanın şehirle birlikte sürekli yenilenmesidir.

“Her dem yeni doğan” şehir, ruhu olan şehirdir. Köklerinden beslenen, “kendi kalarak yenilenen” şehirdir…

Şehrimizin her dem yeni doğacak potansiyeline rağmen, onu her dem eskiyecek hale getirmek için var gücümüzle çabalıyoruz.

Yaşadığımız şehre bakarak “her dem yeni doğan” bir sülieti, muhtevası, mekânları, ruhu var mı ? diye soralım. Alacağımız cevaba göre biz de “her dem yeni” doğup doğmadığımızı test etmiş olacağız.

Şehrimizde “her defasında ele geçmemiş bir çizgi” yakalayabiliyor muyuz? Şehrimiz de biz de her dem yeni doğuyor olacağız.

(Günebakış, 8 Aralık 2010)