25 Ekim 2011 Salı

"MEDENİYET ŞEHRİ"NDEN "TAŞRA KASABASI"NA... -Trabzon ve Fetih-


YahyaDÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Öyle şehirler vardır ki düşünürlerin, şairlerin, seyyahların, sanatkârların onları tam olarak ifadeden aciz kaldıkları kudrettedir. O şehirler kendilerini hangiyüzüyle gösterirse göstersinler “büyüleyici”dirler. Büyünün etkisiyle bir angerçek hayattan koparsınız. Büyünün etkisinden kurtulduğunuzda ise “nasıl birgerçeklik âleminde yaşadığınız”ı ifadede zorlanırsınız.

Mekke,Medine, Kudüs gibi ilâhi mesajın tecelli ettiği “taç şehir”leri dışarıda tutarsak, yaşadığımız coğrafyanın bu manâda “taç şehri” İstanbul’ ile birlikte, şehrimiz Trabzon da “bakmayı ve görmeyi bilen” gözler için yüzyıllar boyunca böylesine büyüleyici şehirlerden birisi oldu. Şehrimiz cumhuriyet döneminde, şehrin imar ve ihyasına değil, inkâr ve imhasına yönelik çabalarla tarihselliğinden koparılmış, ‘fethediliş nedeni’ unutturulmuş olsa da bugünlere kadar gelebildi… Çünkü “medeniyet refleksi” güçlü şehirlerin zamana karşı uzun süre mukavemet ve direnme kabiliyetleri vardır.

Bugün Trabzon’un fethinin 550. yıldönümü… Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in deyimiyle “fetih nice kapıları açar”. Açtı da. 550 yıl önce bugün şehrimizin kapıları “medeniyet”e açılmıştı. Gerçek sahibini ve sakinlerini bulmuştu. 26 Ekim 1461’de Fatih Sultan Mehmed’in “meşakkatli” bir şekilde fethettiği şehir “bize ait” olmuştu. İstanbul’un fethinden sekiz yıl sonra, XV. Yy. tarihçisi Neşrî’nin ifadesiyle; Fatih’in “gece gündüz hayalimden gitmez” dediği Trabzon fethedilmişti.

Osmanlı mülkünün en doğudaki taç şehri Trabzon’un kapıları açıldığı gün, medeniyet başkenti İstanbul kendisini en doğuda temsil edecek şehri bulmuştu.

Gene tarihçi Neşrî’nin ifadesiyle Fatih’in “şehri imar etmekle meşgul olun!” emriyle şehir,“isteyenlerin yurt tutması” için bayındır hale getirilir.

Fetih ve kurtuluş kutlamalarının bayağılaştığı, yapaylaştığı, donmuş, ruhsuz ritüeller halinde resmî devlet törenlerine dönüştüğü günümüzde; medeniyet şehirlerimizin fethi münasebetiyle yapılanlar asla “fetih ruhu”nu yansıtmayan etkinliklerle geçiştiriliyor. Veya zorlama “hamaset”lere kurban ediliyor.

Trabzon’da gerek belediyenin gerek valiliğin gerekse de diğer kuruluşlarının “futbol virüsü”ne sevdalı ve bağımlı oldukları kadar, yaşadıkları şehre “aidiyetleri” ve şehre karşı sorumlulukları olsaydı şehrin 550. fetih yıldönümü vesilesiyle önemli “eser”ler ortaya koyabilirlerdi.

Yeri gelmişken, üç Padişah (Fatih, Kanuni ve Yavuz)’la öğünen ve lakırdı şeklinde dile
getirenlerin Trabzon’u istilâ eden futbol virüsünün hazzından kurtulup “kitabı düşünmeye vakti olmadıkları”nın altını çizelim. Kitaba, esere ve şehirlerine dair “kültürel sağlıkları”nın müsait olmadıklarına işaret edelim. 2011 Trabzon Olimpik Oyunları için para, mekân, insan, her şeylerini seferber eden siyasîler ve şehir yöneticilerinden böyle bir şey beklemek mümkün mü?

Bir tarafta İspanya ile “medeniyetler ittifakı” projesinin eş başkanlığını yapan Başbakan, diğer tarafta her yeri hâlâ medeniyet eserleri kokan tarihî şehirlerimizin perişan hali… Futbola, eğlencelere, ‘kebapçı, otel ve market açılışları’na verdikleri önem kadar şehrinin kimliğine dair bir kaygısı olmayan belediye başkan ve yöneticileri…

Halen, ortada “olmayan bir medeniyet”le “medeniyetler ittifakı”na soyunmuş bir ülke
yöneticilerine; (Tarihçi Toynbee’nin deyimiyle) “durdurulmuş medeniyet”in harekete geçebilmesinin öncelikle şehirlerden başlaması gerektiğini hatırlatmaya gerek var mı? Var. Çünkü özellikle tarihî şehirlerimize ne vali gönderirken ne de belediye başkanı belirlerken hiçbir kaygı ve ölçü sahibi olmayan siyasî iradenin dilindeki “medeniyetler ittifakı” kavramının da içi boş, tezatlı, yanlış kurgulanmış bir model-proje olduğuna da vurgu yapmak lazım. Şehirlerimizin haline baktığımızda, bu girişimin “krema tadı” vermenin ötesinde hiçbir tarihî ve zihnî temeli ve geçerliliğinin olmadığına tekrar vurgu yapalım.

Başbakan, 2011 genel seçimleri öncesi Trabzon’a geldiğinde (31 Mayıs) yaptığı konuşmada şöyle demişti: “ Fatih’i, Fatih Sultan Mehmet olan; Valisi, Yavuz Sultan Selim olan, Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın doğum yeri, medeniyet şehri Trabzon’u selamlıyorum. Anadolu’nun fethi, Trabzon’la tamamlandı. İstanbul’un fethi, Trabzon’la anlam kazandı… Bu sene, inşallah, Trabzon’un fethinin 550. yıldönümünü kutlayacağız. Fethin 550’inci yıldönümü şimdiden kutlu, mübarek olsun diyorum.” Her ne kadar hamasî de olsa bu cümleleri önemsediğimizi söyleyerek Başbakan’ın bu ifadelerinin ilgili Bakanlar, siyasiler ve Belediye Başkan ve yöneticilerine bir şey hatırlatmadığı, hiçbir mesaj vermediği belli.

1461’de fetihle birlikte adına kitaplar yazılar, sayfalar açılan Trabzon’da maalesef kitapların sayfaları kapatılıyor. Birkaç istisna dışında kitaba yer yok. Ama, Belediye başkanlarının yaptığı hizmetleri(!) “beşûş” çehreleriyle poz vererek anlattıkları broşürler-kitaplar şehrin her yerini istilâ ediyor…

Fethin 550. yılı münasebetiyle çok şeyler yapılabilirdi. Çok şeyden kastımız: Top atışları, kılıç-kalkan ekipleri, bayağılaştırılmış, ilkokul müsamereleri şeklinde törenler değil…

Trabzon’un “Medeniyet Şehri” olduğu zamanlardaki Osmanlı Vali ve Belediye Başkanları ile
diğer unvan sahibi yöneticilerindeki bilgi, birikim ve irfan ile bugünün “Taşra Kasabası”na çevrilen Trabzon’un Vali, Belediye Başkanı ve yöneticilerini bir mukayese edin.

Trabzon var gücüyle;

Kültür deyince eğlencenin,
Marka deyince futbolun,
Turizm deyince keyif ve oburluğun baskın olduğu bir taşra kasabasına dönüşüyor…

Bizim Trabzon’umuzla siyasî zevatın ve birilerinin Trabzon’u aynı değil…

Trabzon’un fethinin 550. yılı nedeniyle yapılması gereken ilk şey şu olmalıydı: Hâlâ tam
olarak basılmamış olan Yavuz Sultan Selim Divanı, Kanuni Divanı ve II. Bayezid’in divanı Trabzon Belediyesi veya Valiliği’nce bir arada mükemmel bir baskı ile orijinal metin, transkripsiyon ve bugüne uyarlanmış dille “Fethin 550. yılı” notuyla yayınlanabilirdi.

Ayrıca, dünyada şehir tarih ve kültürü ile ilgili hem nitelik hem de sayı olarak en yoğun birikime sahip Trabzon’a dair tüm yerli ve yabancı eserlerin “Trabzon Kütüphanesi” olarak Trabzon’a kazandırılması. Bu hiç de zor bir şey değildir.

Bu ve bunlar gibi daha birçok şeyi yapmak imkân değil zihniyet meselesidir.

Maalesef; belediye başkan ve yöneticilerinin böyle bir şehir derdi, kültür ve medeniyet dertleri yok. Ki; onlardan böyle bir girişim bekleyelim! 2011 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları için gereksiz birçok yayın enflasyonuna sebep olanların fetihle ilgili bir programlarının olmayışını “zihniyet”lerine vermek gerek…

Karadenizli bir Başbakan, Çevre ve Şehircilik Bakanı ve etkin siyasetçi, işadamı ve bürokratlara rağmen Trabzon’un medeniyet şehrinden bir taşra kasabasına dönüştürülmesi affedilebilir bir suç değildir.

Şehrimizin Fatih’i 550 yıl sonra şehrimize bakıp; “Yazık! Ben bu şehri boş yere fethettim.’ mi desin? Ne ürpertici bir cümle.

Üstad Necip Fazıl’ın 1943’de “İstanbul’un Fethi” başlıklı yazısındaki ihtarı hatırlıyoruz: “490 sene evvelki medeniyet ve şahsiyet hamlemizi anarken, onu bu defa sade mekân planında değil zaman planında da, yani ruh ve kafa âleminde de daha ileriye, daha gerçeğe ve şahsiliğe götürmeye mecbur olduğumuzu şuurlandırmalıyız! Biricik davamız budur!” Üstad’ın bu ihtarını “biricik dava” addedip üzerine alan şehir yöneticimiz var mı?

Fetih, “açmak” demek. İmar, inşadan önce “idrak” demek… 550 yıl önce bize açılan
şehri, biz gelecek nesillere “kapatıyoruz.” demektir.

550 yıl önce “gerçek ruhu”na sahip olan şehir 550 yıl sonra ruhunu kaybediyorsa, sadece şehir değil, biz de hep birlikte ölüyoruz demektir!

(Günebakış, 26 Ekim 2011)


20 Ekim 2011 Perşembe

11 mitolojik tanrının AKYAZI OLİMPOSU...

Yahya DÜZENLİ



Antik mitolojide şehirlerin hikâyelerine göz attığımızda; tanrıların şehre dair her şeyin belirleyicisi ve mutlak hakimi olduklarını görüyoruz. Tanrıların gazabına uğrayan antik şehir halklarının nasıl cezalandırıldığını, tanrılarla “iyi geçinen” şehirlerin ise tanrıların yönetiminde/gölgesinde varlıklarını sürdürdüklerini okuyoruz.


Mitoloji böyle…


Modern zamanlarda da değişen bir şey yok… Modern fetişler, mitolojik tanrıların işlevini görüyor.


Trabzon bu modern zaman fetişlerine teslim olan, “mit”lere tazîmde rakip tanımayan şehirlerden birisi haline geldi. En önemli mit veya fetiş; futbol “yaşayan mitolojik değer” olarak şehri peşine takıp götürüyor.


Şehrin 11 mitolojik tanrısının yaşadığı “Avni Aker” adlı ARENA’sı yetersiz kalınca Tanrılar için denize nazır, lebiderya AKYAZI isimli modern bir OLİMPOS yapılması kararlaştırıldı. Planlamalar tamamlandı. Şehrin en büyük projesi ve en önemli “kentsel dönüşümü” için hummalı çalışmalar başlatıldı.


Öyle ya… Şehri kasıp kavuran, istilanın da ötesinde dönüştüren futbolun 11 mitolojik tanrılarının yeni mekânı AKYAZI OLİMPOSU şehrin en önemli projesi olmalıydı !Mimarlar Odası’nın başvurusu sonucu mahkeme’nin durdurduğu Akyazı OLİMPOS inşaatının yeni bir kararla devam edecek olmasını Çevre ve Şehircilik Bakanı sevinçle karşılayarak “Akyazı projesi mutlaka tamamlanacak. Namludan çıkan mermi geri girer mi? Herkes destek olmalı. Trabzon’un yüzde 95’i bunu istiyor.” diyor. Hatta Bakan bir Trabzon seyahatinde (uzun süredir bir amentü gibi tekrarlanan o meşhur söze gönderme yaparak) “Trabzon’un bir spor ve futbol şehri olduğu” nu söylemeden geçemiyor.


Trabzon Valisi “Akyazı’ya Trabzonlular sahip çıkmalı” diyor. Belediye Başkanı “dev bir proje” olarak nitelendiriyor.


Biz, Bakan, Vali ve Belediye Başkanı’nın evrâd ve ezkârına katılmıyor, onlar gibi düşünmüyoruz. Bakanın ifadesiyle; istemeyen % 5 içinde bulunuyoruz.


Akyazı OLİMPOS’unda Trabzonspor için 40 bin kişilik stadyum, 3 bin seyircilik kapalı spor salonu, 1 adet doğal, 1 adet sentetik yüzeyli çim futbol sahası, 6 adet açık tenis kortu, 1 adet 3 bin seyircili centerkort, basketbol ve voleybol sahaları ile sporla ilgili diğer sosyal donatı alanları yer alıyor.


Trabzon AKYAZI OLİMPOSU doğan her çocuğun kutsanacağı tanrısal mekân olarak bugünlerde inşaatına yeniden başlanıyor.


AKYAZI OLİMPOSU’nun deniz kenarına yapılması da herhalde Deniz tanrısı POSEIDON’a olan saygıdan kaynaklanıyor olsa gerek! Yaşadığımız şehir kadar OLİMPOS’a tutkulu ve 11 mitolojik tanrının gazabından korkan başka bir şehir var mı bilemiyorum.


Sanki şehrin tek ihtiyacı 11 mitolojik tanrının yeni mekânı Akyazı OLİMPOSU imişçesine bütün kaynaklar burası için seferber ediliyor. Olimpos’un projesi ve yeri hazır…


11 FUTBOL TANRISI’nın haftalık ayin için toplanacağı AKYAZI için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, siyasiler, belediye başkanı ve bir kısım şehirli var gücüyle çalışıyor (!).


OLİMPOS’a karşı çıkan herkes aforoz ediliyor. Bir yazımda “Şehrin 11 Azizi” demiştim. İfadenin hafif kaldığını fark ederek gelişmeleri ve “gerçeği” görerek tanımlamamızı “11 mitolojik tanrı” olarak düzeltelim…


Yunan Mitolojisinde de OLİMPOS; tanrıların yaşadığı dağdır. Bu dağda tanrıların sarayları bulunuyor. Olimpos Tanrılarının en büyüğü ve sahibi Zeus… Gökyüzü tanrısıdır. Şimşek ve gök gürültüleri onun eseridir. Olimpos tanrılarından 11’inin ismini verelim: Zeus, Apollon, Artemis, Hermes, Ares Demeter, Poseidon, Adonis, Dionysos, Alkyone, Asie. Birkaç da yedek tanrı adı sayalım: Asklepios, Athena ve Auroa.


Büyük ihtimalle yakında modern zamanların AKYAZI OLİMPOS’unda futbol ayininin tanrıları boy gösterecek…


TS Kulüp Başkanı’nın “Futbol, Trabzon’da din gibidir! Değerler sıralamasında Türkiye, Atatürk, din gibi ilk sıralarda gelir” sözü de neredeyse yazıtlara geçti. Bu söz’ün bütün Trabzon halkını kapsamaması gerektiği hususunda bir itiraz şerhi düşerek, bizim “Akyazı şehrin yeni Olimpos’u” tesbitimizi doğrular nitelikte olduğunu söyleyelim..


Bütün bir şehri sürükleyen, fetişleşmiş “futbol miti”ni asla eleştiremezsiniz. Olimpos’un 11 tanrısına karşı söz söyleyemezsiniz. Avni Aker ARENAsı ve AKYAZI OLİMPOS’una en küçük bir eleştiri aforoz sebebidir.


İlginç olan bir husus da: Günebakış’ın yaptığı bir ankette şehir halkına sorduğu “Trabzon için Akyazı mı daha önemli, yeni bir üniversite mi?” sorusuna katılanların % 60,5’u Akyazı cevabını veriyor.


Şehir nasıl böylesine şartlandırılmış insan hayret ediyor.


Bu sonuç, şehrimizin akıbetinin “hayrolmayacağı”na işaret eden en önemli delillerden birisi. Şehri Olimpos tanrılarına “inandırma ve şartlandırma süreci” şöyle işliyor:


Önce 11 mitolojik tanrı şehir halkına “ölümsüz”, onların futbol ayinleri de “kutsal” olarak telkin edilip, inandırılır. Sonra her hafta sonu ‘futbol ayini’ için şehir halkı OLİMPOS’a doğru yola çıkarılır. Küçük çocukları olanlar onları “hayatın gerçeğine” hazırlamak ve alışkanlık kazandırmak için yanlarına alarak ‘huzur ve haşyet’ içerisinde coşkulu bir şekilde tezahürat yapılan OLİMPOS’a girerler. Âyin 90 dakika ile sınırlıdır. Ruhî ve bedenî bütün melekelerinizi vecd halinde bu 90 dikakaya konsantre etmelisiniz. Şehrin 11 tanrısı ile diğer şehirlerin tanrılarının karşılaştığı futbol ayini (galibiyet veya mağlubiyete bağlı olarak) bazan şölene bazan de kaosa döner. Şehrin yayın organları bu konuda sürekli âyine katılım çağrısı yaparlar. Sayfalarında bol bol tanrı ikonaları yayınlarlar. Tanrıların birbirleriyle olan mücadelelerinden resimlere yer verirler. 90 dakikalık OLİMPOS AYİNİ sonunda gelecek haftanın ayini için tekrar hazırlık yapmak üzere herkes evlerine, işyerlerine doğru döner. Ertesi günden itibaren yayın organlarında, evlerde, işyerlerinde, caddelerde, hastane ve hapishanelerde, kışlalarda, vs. Olimpos’taki futbol ayini değerlendirilir, yorumlanır. Ölümcül hastalar bile kendilerine anlatılan o haftaki ayinle hastalığını unuturlar.


AKYAZI OLİMPOSUnun şehre yeni “fetiş”ler yeni ”mit”ler kazandıracağından şüphemiz yok! Bundan başka da bir şey getirmeyecek.


Şehrimizi istila eden “futbol virüsü”nün daha da çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına sebep olacak.

Trabzon, gerçekten antik mitolojilerin modern fetişlere dönüştüğü ender şehirlerden birisi olarak “mitolojik kent” haline geldi. 2011 Avrupa Gençlik Olimpiyatları için şehre yapılan 500 trilyonluk müthiş harcamayla Başbakan bile öğünüyor.


Yeri gelmişken tarihî/mitolojik bir not daha düşelim: Olimpiyatlar, ilk kez M.Ö. Antik Yunanistan’da en büyük Tanrı Zeus onuruna düzenlendi. Olimpos’ta yapılan tapınak ve çeşitli spor müsabakaları ve kutsal oyunlarla süren bu etkinlik 4 yılda bir tekrarlanıyordu. Yapılan bunca yatırımdan ve harcamadan sonra şehir “Olimpiyat Tesisi Mezarlığı”na dönüşmüş durumda. Gelecek nesiller bu tesisleri “TRABZON OLİMPİK HARABELERİ” olarak herhalde hayretle, ibretle seyredeceklerdir. Trabzon’u da Antik sporların ve mitolojik 11 tanrının şehri olarak anacaklardır.


İşte bir medeniyet şehrinin ruhu ancak bu şekilde tedrîcen, hissizleştirilerek, yanlış yöne kanalize ederek, yavaş yavaş yok edilir!


Önce ARENA ve OLİMPOS ayinleri şehrin üzerine bir radyasyon gibi yağdırılır ve şehrin bünyesi bu radyasyonla dolar, şehir halkı da radyasyonla yaşamaya alıştırılır. Ona bağımlı hale getirilir. Zehirletilir. Sonra tedavi için 11 mitolojik tanrının şifa vereceğine inandırılarak her hafta OLİMPOS’a “moral seanslar” için yönlendirilir. Böylece tüm şehir halkı OLİMPOS FUTBOL AYİNLERİ’ne uygun, yatkın ve tutkun hale getirilir.


Şehri Olimpos’tan ve Futbol ayininden kurtarmadıkça bugünü ve geleceğine umutla bakmak mümkün görülmüyor.


Endişemiz: Akyazı yeni ümitlerin değil yeni virüslerin üreyeceği bir kutsal mabet olacağı yönündedir.


Yazımızı antik söylevlerdeki gibi şehir ve şehir halkına seslenerek bitirelim:


“Ey şehir! Ey şehir halkı!


Kendi helâkini elleriyle hazırlayan bir halk olarak tarihe geçmek istemiyorsan şehrine sahip çık!


Senin adına şehrine yapılmak istenen şeylere “hayır” deme hakkın olduğunu da unutma !


Mitolojik mekanlar ve tanrıların büyüsünden kendini kurtar! Seni Olimpos’a davet eden ulaklara ve şehir yöneticilerine itibar etmeme gibi bir onurun olduğunu düşün !


Helâkin ve kurtuluşun neye itibar ettiğine ve neye itiraz ettiğine bağlıdır !”


Eski Roma’da her yerde SPQR yâni “Roma halkı ve Senato” sembolü vardı. Şehrimizin de her yerinde sadece TS var.


Eskimeyen ölçüdür: “Haddini aşan her şey zıddına döner!”


Yanarız şehrin haline ve akıbetine! Sözümüz: Yazdıklarımızın “ruhunu” kavrayabilenlere…

10 Ekim 2011 Pazartesi

BU ŞEHİRDE KİMLER YAŞIYOR?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Amerika’da geçen on yıllık iş hayatından sonra Türkiye’ye dönen kadîm bir dostumuzla Ankara’da sohbet ederken söz “şehirlerimizin hali”ne geldiğinde, rahmetli Turgut Cansever’den konu açıldı. Aynı duyarlılıkları paylaştığımız dostumuz, Turgut Cansever’i Marmara Üniversitesi’nde verdiği bir dersten sonra Rumeli Hisarı’ndan Taksim’e götürürken, yolda kendisinden dinlediği şu sözü aktardı: “Evrende başka canlılar yaşıyor olsa ve uzaydan bizim şehirlerimize baksalar bu şehirleri Müslümanlar inşa etmiş ve bu şehirlerde Müslümanlar yaşıyor demezlerdi.”

Söyleyen rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever olunca sözün ifade ettiği derinliği ve trajediyi anlamak lâzım. Üstelik Cansever bu sözü İstanbul’u sözk onusu ederek söylemiş. Bu anlamlı söz, tıpkı canlı bir organizma bütününden zorla ayrılan/koparılan organlar gibi tarihî dokusu, mekânları, meydanları, mahalleleri vs. tedrîcen yok edilen, “bize ait renkleri” soldurulsa da, kalan tarihî varlığıyla bile “ruhunu koruyabilen” İstanbul için söylenmişse diğer şehirlerimizin halini bir düşünün!

Peki, niçin, dün “kimin inşa ettiği” belli olan şehirlerimizde bugün “kimlerin yaşadığı”nı anlayamıyoruz. Bu soruya Tanpınar’la cevap verelim: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.”

Şehirlerimizin halen yaşadığı tezadın da ötesinde trajediyi Cansever’in bu derece yalın ve keskin biçimde ifade etmesi, işin doğrudan muhatabı olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Belediye Başkanları, TOKİ yöneticileri, Yerel Yöneticiler ve şehirlerimizde sınır tanımayan rant iştahıyla yalın-kılıç dolaşan müteahhitlere bir şey söyler mi? Bir şeyler hatırlatır mı? Bir şeylerin yok edildiğini fark ettirir mi? Bir şeylerin… O giden “bir şey” ki, her şeydir.. Üstad Necip Fazıl’ın mısraıyla; “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey!” Şehirlerimizden kopan bir şey, her şeyi alıp götürüyor. Veya şehirlerimize eklenen her şey, şehir ruhundan çok şeyi götürüyor.

Eskiler şehri niçin inşa etmeleri gerektiğinin, ettiklerinin idrakindeydiler. Ya bugünküler? “Niçin şehir inşa etmek” gibi temel bir meseleye cevap vermek bir yana, mevcut şehirleri “nasıl” dönüştüreceklerinin cevabını verebilirler mi acaba? Cevapları yapılanlarla ortada… İnsanların ‘biyolojik canlı’lar şeklinde “dönüşen” mi “dökülen” mi ne olduğu belli olmayan uygulamalarla kuşatıldığı şehir mekânlarına mahkûm edildiğini görmek olsa olsa bir ‘kıyamet alâmeti’ olabilir…

Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, sonra da günümüzün şehirlerine ister siluetinden bakın, ister içerisinde dolaşın o şehri “kimlerin inşa ettiği”ni anlamakta güçlük çekmezdiniz. İdrak, zevk, edeb, estetik ve sanatın her köşesine sindiği şehirlerden, “toplu tabutluklar”ı andıran, hiçbir güzellik unsuru kalmamış, insanı kaosa davet eden modern zaman şehirlerinde yaşamaya mahkûmuz.

Sizi şehrin ötesine davet eden, bütün ihtişamına rağmen insana ve kendisine “fani”liğini hissettiren şehirler artık yok. Bir daha da olmayacak gibi. Çünkü iklim yok, iklim değişti. İklimler özelliklerini kaybetti.

Yapılanları gördükten sonra “şehircilik” adına yapılan her şeyden endişe etmekte haksız mıyız? İnşa edenlerin de yaşayanların da, gelip geçenlerin de umurunda olmadığı şehirlerimizde yeniden bir “imar, inşa ve ihya” hareketi başlatmak adına bir kibrit çakılır mı? diye sormaktan bile korkuyoruz. Çünkü çakılan kibritlerin var olan şehir dokusunda ne yangınlar çıkardığını hep birlikte görüyoruz.

Merkeziyle, yerel yönetimleriyle 9 yıldır tek başına iktidar kudret ve imkânlarını elinde bulunduran bir siyasî iradenin gelecek nesillere bırakacağı şehir ve şehircilik mirası ne olacak? “TOKİ Tabutlukları”nı şehirleşme zanneden bir zihniyetle şehirleşmede nasıl bir çığır açılıyor?

Şehircilikte geleneği sürdüremiyoruz, yeniden üretemiyoruz, aslına uygun dönüştüremiyoruz. Bu konuda feryâd edenlere kulağımızı ısrarla tıkıyoruz. ‘Yaşama biçimimizi’, tarihî şehir örneklerimizi, mimarî stoğumuzu, gelecekte yaşayacak nesilleri düşünerek yeni bir kompozisyonla yeniden üretmedikçe bu vebalin altından kalkılamaz.

Hepimiz mes’ulüz… Çocuklarına “iyi eğitim, iyi gıda, iyi giyim” verme konusunda son derece titiz olan insanoğlu, onların yaşamaları gereken “iyi şehirler” konusunda niçin vurdumduymazdır? Bu tezadı anlamak mümkün değil. Cansever soruyor: “Niçin arabeskin bayağılığı içinde boğuluyoruz? Çünkü, bu aslî değerler yerine çok küçük şeyleri insanlara sunup onları şaşırtmak ve etkilemek gibi gerçekte etikte yeri olmayan tavırların kültüre hakim olmasından kaynaklanıyor…”

Bütün bunlara rağmen şehirleşme oranımızla da öğünülmesi işin diğer bir diğer trajikomik yanı… İstatistiklere göre ülkemizde şehirleşme oranı % 75’lere ulaşmış. Gerçekten öyle mi? Yoksa “şehirlerde insan stoklama oranı” mı % 75’lere ulaşmış? Mahsul silolarındaki bakliyatlar gibi şehre dolmak mıdır şehirleşmek?

Bir şehre girdiğimizde eğer içimizde “acaba bu şehri kimler inşa etti?” ve “bu şehirde acaba kimler yaşıyor?” sorularını soruyorsak, orası ‘bizim şehrimiz’ olamaz. “Bizim şehrimiz” içindeyken ruhuyla sizi kucaklayan, dışarıdayken ruhu sizde yaşayan, yaklaştığınızda size ruhunu üfüren şehirdir. Tanpınar’ın deyimiyle; şehrin “mıknatıs gibi çekici bir şahsiyeti” olmalı.

Nerede yaşadığımızın farkında olmak, niçin yaşadığımızın da farkında olmaktır! Onun için “şehircilik” büyük dâvâdır. İş, bu dâvâyı Cansever’ce kavramakta: “Tarih bilinci ve gelecek sorumluluğu kaçınılmaz şekilde ön plana çıkıyor. İnsan bu idrake sahip olduğu zaman, hem bu idrake sahip olarak, hem de o noktadan itibaren gelecek karşısında, varolan dünya karşısında sorumluluğunu tarif etmek mecburiyetinde kalıyor. Gerçek bir etik, bu şartlar altında doğuyor. Her insanın bu şartlar altında meydana getireceği ürünü, ifa edeceği misyonu tarif etmek mecburiyeti doğuyor.”

Şehrimizi/şehirlerimizi kimin inşa ettiği ve kimin yaşadığına verilecek doğru bir cevabımız var mı?

3 Ekim 2011 Pazartesi

SİLUETİYLE YOK OLMAYA DOĞRU GİDEN ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin silueti o şehrin fizikî kimliği kadar ruhunu da yansıtır. Şehre karşıdan baktığınızda öne çıkan siluet şehrin güzelliğini de çirkinliğini de ifşa ve ifade eder. Şehrin iç mekânları inşa edilirken aynı zamanda şehrin silueti de inşa edilir. Bazen yıllarca içinde yaşadığımız şehrin dışına çıkıp değişik perspektiflerden seyrettiğimizde hayret ederiz. Şehrimizi tanıyamayız. Veya şehrimizin siluetine hayran kalırız.

Ülkemizde bütünüyle ihmal edilen, hatta ihmal edile edile işgal edilen şehirlerimizde “şehir silueti” diye heyulâ şeklinde “beton kütleler” karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığımız şehre veya başka bir metropolümüzün siluetine hangi kesitten bakarsanız bakın göreceğiniz manzara; modern zamanların mermer şehir mezarlıklarıdır. Binaların aralarındaki yollar da şehir mezarlıklarındaki mezar aralarındaki boşluklar… Antik dönemlerin nekropolleri bile sanat ve estetiğiyle bugünkü şehirlerimizden çok daha güzel, çok daha insanî…

Siluetiyle cazibe oluşturan şehirler coğrafyasıyla oynanmamış, bünyesi tahrip edilmemiş, mekânlarıyla çirkinleştirilmemiş şehirlerdir. Şehrimizin siluetine uzaktan baktığımızda bizde uyandırdığı “ilk intiba-imaj” neyse şehre girdiğinizde göreceğiniz de odur. Ya kasvet veren, veya huzur veren bir şehirdir.

Şehrin silueti şehrin kimliğidir. Şehrin üzerine serilen bir atlastır. Şehrin manâsı şehrin silûetinde gizlidir. Siluete müdahale kimliğe müdahaledir. Silueti değiştirmek karakter değiştirmektir.

Tahrip edile edile yok edilme aşamasına gelen, “medeniyet kimliği”mizin göstergesi olan tarihî şehirlerimizin yeni tahribatlarla tedrîcen nasıl yok edildiğine yeni bir olayla daha şahit oluyoruz. Bu tahribatlardan en fazla payını alan şehrimiz: İstanbul…

Bütün şehirlerimizde olduğu gibi İstanbul’da da müthiş bir “rant iştahı”yla yeni şehir tahribatlarının-katliamlarının kapısı aralanıyor.

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’un siluetine ilişkin bir gazetede yer alan haber ve fotoğraf dehşet vericiydi. Manşet de “Tarihî siluete gökdelen girdi!” şeklindeydi. İstanbul’un tarihî siluetine bir mızrak gibi sokulan üç devasa gökdelen kirliliğin ötesinde bir çirkinliğe davetiye çıkarıyordu.

Gazetenin birinci sayfada fotoğrafıyla verdiği haber gerçekten ürpertici. İstanbul’un o müthiş, o tarihi, o güzel siluetini oluşturan önemli parçalardan birisi olan Sultanahmet Camii’nin yanında Zeytinburnu sahillerinde inşaatı süren dev gökdelenler yükseliyor.

Görüntüyü tesadüfen duyarlı bir İstanbul’lu fark etmese ve gazete manşete taşımasa, ne Belediye Başkanlarının, ne Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, ve ne de diğer sorumlu ve ilgililerin haberi olmayacaktı (başka türlü düşünmek istemiyoruz). Bu vahim şehir katliamına kimse ses çıkarmıyor veya çıkaramıyor.

Şunu bilmek lâzımdır ki medeniyetimiz, bütünüyle “bize” ait olan şehirlerle bugüne taşınmıştır. Hâlâ milyonlarca turist kadîm medeniyetimizin ürettiği eserlerini görmek için ülkemize gelmektedir. Bu eserleri sadece sıradan bir turizm malzemesi olarak bakmanın ötesinde bir idrakle “göremeyen” yöneticilerin böylesi bir şehir tahribatına seyirci kalmaları dehşet verici.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı yaptığı açıklamada “binanın maalesef hoş olmayan bir görüntü oluşturduğunu ve konuyu takip ettiklerini” söylüyor. Bir taraftan “Kültür Başkenti İstanbul” nakaratlarıyla gürültü koparan İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri diğer taraftan şehrin kimliğini tağyir, tehdit ve tahrip eden bu gökdelenlere sessiz kalabiliyor, ruhsat verebiliyor.

Başkanın devam eden açıklamalarına bakınca, şehrinin her şeyinden sorumlu olması gereken kadîm bir şehrin yöneticisinin olayı önemsemeyen vurdumduymaz tavrına şahit oluyoruz.
Bir gazetecinin ''Binaya ruhsat verilirken öngörülememiş mi?'' sorusuna Belediye Başkanı, ''Öngörülememiş demek ki... Maalesef orada bir şeylik var. Orada bir çalışma yapılıyor. Bundan sonra bir daha böyle bir şey olmaması açısından da İstanbul'un topografik kodları, yükseklikleri ile o yükseklik noktalarındaki yapıların yeniden gözden geçirilmesi için bir çalışma yapılmakta'' cevabını veriyor. İstanbul’da farkına varılamayan bu şehir katliamının diğer şehirlerimizde farkına varılabilir mi? Varılamaz. Çünkü, “şehir derdi” olmayanların “siluet derdi” zaten olamaz.
Cumhuriyet döneminde bile İstanbul’a gelen yabancıların zihinlerinde ve gezi notları kaleme alan seyyahların kitaplarında İstanbul imajı bu siluetten ibaret olmasına rağmen, şehrinden mutlak sorumlu olması gereken belediyelerin gafletin ötesinde vurdumduymazlığına, müteahhitlerin de tatmin olmaz iştahına şahit oluyoruz. Bu şehircilik anlayışı, daha doğrusu idraksizliğinin varacağı yerin çok daha vahim olacağından kaygı duyuyoruz.

Rant iştahının hiçbir denetime tabi tutulmaksızın kol gezdiği şehirlerimizi kime emanet edeceğiz? Şehremînî böyle olan şehrin akıbetinden endişe duymakta haksız mıyız?

Esefle belirtelim ki; tarihî şehirlerimizin kimliğini korumak da gene Uluslar arası kuruluşlara düşüyor. UNESCO, 2003 yılından bu tarafa İstanbul’da büyük ölçekli projelerin şehrin silueti üzerinde endişelerini dile getiriyor. Belediye ile ilgili kuruluşları bu konuda uyarıyor. Kendi şehrimizin çirkinleştirildiği, “elden çıkmakta” olduğu ikazının yabancı kuruluşlardan gelmesi ne kadar acı vericidir. Bu trajedi karşısında Fuzulî’nin beytini hatırlıyoruz: “Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perişanımıza.”

Kars’taki heykeli haklı olarak “ucube” olarak niteleyen ve yerinden söktüren Başbakanı, Kültür Bakanını ve Büyükşehir Belediye Başkanı’nı tarihî başkentimiz İstanbul’da türemeye başlayan ve şehrin o dünyaca meşhur siluetini yok eden bu “ucube”lere karşı göreve çağırıyoruz.

Şehir tarihe olduğu kadar geleceğe de aittir. Hatta tarihten daha çok gelece dönüktür. Onun için de gelenekle gelecek arasında ‘yaşayan şehir’de varolan siluet başta şehir yöneticileri olmak üzere tüm şehir sakînlerine emanettir. Şehirlerimizin tarihî akciğerleri olan kadîm eserleri böylesine çirkin yapılarla kuşatmaya kimsenin hakkı olamaz. Buna seyirci kalmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi.

Önce şehrin silueti değiştiriliyor. Sonra bu siluete bakan gözün algılaması ve tercihleri değişiyor. Bu anlayışın devamında da “İstanbul artık modern bir dünya kentidir. Bu camiler, külliyeler, hanlar, tarihî eserler İstanbul’a yakışmıyor. Hem gereği de yok.” gibi gafletin de ötesinde daha vahim bir ihanete varılması mukadderdir.
Bir öneri: Sadece İstanbul’un değil bütün tarihî şehirlerimizin acilen değişik kesitlerden siluetleri kayıt altına alınmalı. Tarihî silueti gölgeleyen, bozan tüm yapılar yıkılmalı.
Bu tarihî görevi kim yapacak?

Tarih bilinci, medeniyet tasavvuru, şehir idraki olanlar… Şehrinde beş yıllığına “seçilmiş” veya “atanmış” olanların mağrur edasıyla boy gösterenler değil.

Şehrimize bakalım… Trabzon’un yüz yıl önceki fotoğraflarıyla bugünkü siluetini karşılaştırdığınızda göreceğiniz manzara “yaşayan şehir”le “ölü şehir” arasındaki fark kadar vahimdir. Kadîm geçmişi ve Osmanlı dönemi hariç tutarsak, Trabzon’un bugün tarih ve coğrafyasına uygun bir şehir silûeti var mıdır ? Boztepe’yi ve şehrin diğer yüksek yerlerini işgal eden yapılar şehre adeta küstahça bakmaktadır. Bu çizgiler ve yapılarla Trabzon’un bugünkü siluetinin şehir kabristanından farkı var mıdır?

Topoğrafyasının her tarafı emsalsiz siluetler oluşturmaya müsait şehrimizde yönetici ve sakinlerin siluet diye bir meselesi var mıdır bilemiyorum. Bildiğimiz ve gördüğümüz, şehrimizin giderek çirkin siluetlere mahkûm edildiğidir.

Kaygı verici soruyu tekrarlayalım: Şehirlerimizi/şehrimizi kime emanet edeceğiz?
(Günebakış, 5 Ekim 2011)