Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Amerika’da geçen on yıllık iş hayatından sonra Türkiye’ye dönen kadîm bir dostumuzla Ankara’da sohbet ederken söz “şehirlerimizin hali”ne geldiğinde, rahmetli Turgut Cansever’den konu açıldı. Aynı duyarlılıkları paylaştığımız dostumuz, Turgut Cansever’i Marmara Üniversitesi’nde verdiği bir dersten sonra Rumeli Hisarı’ndan Taksim’e götürürken, yolda kendisinden dinlediği şu sözü aktardı: “Evrende başka canlılar yaşıyor olsa ve uzaydan bizim şehirlerimize baksalar bu şehirleri Müslümanlar inşa etmiş ve bu şehirlerde Müslümanlar yaşıyor demezlerdi.”
Söyleyen rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever olunca sözün ifade ettiği derinliği ve trajediyi anlamak lâzım. Üstelik Cansever bu sözü İstanbul’u sözk onusu ederek söylemiş. Bu anlamlı söz, tıpkı canlı bir organizma bütününden zorla ayrılan/koparılan organlar gibi tarihî dokusu, mekânları, meydanları, mahalleleri vs. tedrîcen yok edilen, “bize ait renkleri” soldurulsa da, kalan tarihî varlığıyla bile “ruhunu koruyabilen” İstanbul için söylenmişse diğer şehirlerimizin halini bir düşünün!
Peki, niçin, dün “kimin inşa ettiği” belli olan şehirlerimizde bugün “kimlerin yaşadığı”nı anlayamıyoruz. Bu soruya Tanpınar’la cevap verelim: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.”
Şehirlerimizin halen yaşadığı tezadın da ötesinde trajediyi Cansever’in bu derece yalın ve keskin biçimde ifade etmesi, işin doğrudan muhatabı olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Belediye Başkanları, TOKİ yöneticileri, Yerel Yöneticiler ve şehirlerimizde sınır tanımayan rant iştahıyla yalın-kılıç dolaşan müteahhitlere bir şey söyler mi? Bir şeyler hatırlatır mı? Bir şeylerin yok edildiğini fark ettirir mi? Bir şeylerin… O giden “bir şey” ki, her şeydir.. Üstad Necip Fazıl’ın mısraıyla; “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey!” Şehirlerimizden kopan bir şey, her şeyi alıp götürüyor. Veya şehirlerimize eklenen her şey, şehir ruhundan çok şeyi götürüyor.
Eskiler şehri niçin inşa etmeleri gerektiğinin, ettiklerinin idrakindeydiler. Ya bugünküler? “Niçin şehir inşa etmek” gibi temel bir meseleye cevap vermek bir yana, mevcut şehirleri “nasıl” dönüştüreceklerinin cevabını verebilirler mi acaba? Cevapları yapılanlarla ortada… İnsanların ‘biyolojik canlı’lar şeklinde “dönüşen” mi “dökülen” mi ne olduğu belli olmayan uygulamalarla kuşatıldığı şehir mekânlarına mahkûm edildiğini görmek olsa olsa bir ‘kıyamet alâmeti’ olabilir…
Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, sonra da günümüzün şehirlerine ister siluetinden bakın, ister içerisinde dolaşın o şehri “kimlerin inşa ettiği”ni anlamakta güçlük çekmezdiniz. İdrak, zevk, edeb, estetik ve sanatın her köşesine sindiği şehirlerden, “toplu tabutluklar”ı andıran, hiçbir güzellik unsuru kalmamış, insanı kaosa davet eden modern zaman şehirlerinde yaşamaya mahkûmuz.
Sizi şehrin ötesine davet eden, bütün ihtişamına rağmen insana ve kendisine “fani”liğini hissettiren şehirler artık yok. Bir daha da olmayacak gibi. Çünkü iklim yok, iklim değişti. İklimler özelliklerini kaybetti.
Yapılanları gördükten sonra “şehircilik” adına yapılan her şeyden endişe etmekte haksız mıyız? İnşa edenlerin de yaşayanların da, gelip geçenlerin de umurunda olmadığı şehirlerimizde yeniden bir “imar, inşa ve ihya” hareketi başlatmak adına bir kibrit çakılır mı? diye sormaktan bile korkuyoruz. Çünkü çakılan kibritlerin var olan şehir dokusunda ne yangınlar çıkardığını hep birlikte görüyoruz.
Merkeziyle, yerel yönetimleriyle 9 yıldır tek başına iktidar kudret ve imkânlarını elinde bulunduran bir siyasî iradenin gelecek nesillere bırakacağı şehir ve şehircilik mirası ne olacak? “TOKİ Tabutlukları”nı şehirleşme zanneden bir zihniyetle şehirleşmede nasıl bir çığır açılıyor?
Şehircilikte geleneği sürdüremiyoruz, yeniden üretemiyoruz, aslına uygun dönüştüremiyoruz. Bu konuda feryâd edenlere kulağımızı ısrarla tıkıyoruz. ‘Yaşama biçimimizi’, tarihî şehir örneklerimizi, mimarî stoğumuzu, gelecekte yaşayacak nesilleri düşünerek yeni bir kompozisyonla yeniden üretmedikçe bu vebalin altından kalkılamaz.
Hepimiz mes’ulüz… Çocuklarına “iyi eğitim, iyi gıda, iyi giyim” verme konusunda son derece titiz olan insanoğlu, onların yaşamaları gereken “iyi şehirler” konusunda niçin vurdumduymazdır? Bu tezadı anlamak mümkün değil. Cansever soruyor: “Niçin arabeskin bayağılığı içinde boğuluyoruz? Çünkü, bu aslî değerler yerine çok küçük şeyleri insanlara sunup onları şaşırtmak ve etkilemek gibi gerçekte etikte yeri olmayan tavırların kültüre hakim olmasından kaynaklanıyor…”
Bütün bunlara rağmen şehirleşme oranımızla da öğünülmesi işin diğer bir diğer trajikomik yanı… İstatistiklere göre ülkemizde şehirleşme oranı % 75’lere ulaşmış. Gerçekten öyle mi? Yoksa “şehirlerde insan stoklama oranı” mı % 75’lere ulaşmış? Mahsul silolarındaki bakliyatlar gibi şehre dolmak mıdır şehirleşmek?
Bir şehre girdiğimizde eğer içimizde “acaba bu şehri kimler inşa etti?” ve “bu şehirde acaba kimler yaşıyor?” sorularını soruyorsak, orası ‘bizim şehrimiz’ olamaz. “Bizim şehrimiz” içindeyken ruhuyla sizi kucaklayan, dışarıdayken ruhu sizde yaşayan, yaklaştığınızda size ruhunu üfüren şehirdir. Tanpınar’ın deyimiyle; şehrin “mıknatıs gibi çekici bir şahsiyeti” olmalı.
Nerede yaşadığımızın farkında olmak, niçin yaşadığımızın da farkında olmaktır! Onun için “şehircilik” büyük dâvâdır. İş, bu dâvâyı Cansever’ce kavramakta: “Tarih bilinci ve gelecek sorumluluğu kaçınılmaz şekilde ön plana çıkıyor. İnsan bu idrake sahip olduğu zaman, hem bu idrake sahip olarak, hem de o noktadan itibaren gelecek karşısında, varolan dünya karşısında sorumluluğunu tarif etmek mecburiyetinde kalıyor. Gerçek bir etik, bu şartlar altında doğuyor. Her insanın bu şartlar altında meydana getireceği ürünü, ifa edeceği misyonu tarif etmek mecburiyeti doğuyor.”
Şehrimizi/şehirlerimizi kimin inşa ettiği ve kimin yaşadığına verilecek doğru bir cevabımız var mı?
duzenliyahya@gmail.com
Amerika’da geçen on yıllık iş hayatından sonra Türkiye’ye dönen kadîm bir dostumuzla Ankara’da sohbet ederken söz “şehirlerimizin hali”ne geldiğinde, rahmetli Turgut Cansever’den konu açıldı. Aynı duyarlılıkları paylaştığımız dostumuz, Turgut Cansever’i Marmara Üniversitesi’nde verdiği bir dersten sonra Rumeli Hisarı’ndan Taksim’e götürürken, yolda kendisinden dinlediği şu sözü aktardı: “Evrende başka canlılar yaşıyor olsa ve uzaydan bizim şehirlerimize baksalar bu şehirleri Müslümanlar inşa etmiş ve bu şehirlerde Müslümanlar yaşıyor demezlerdi.”
Söyleyen rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever olunca sözün ifade ettiği derinliği ve trajediyi anlamak lâzım. Üstelik Cansever bu sözü İstanbul’u sözk onusu ederek söylemiş. Bu anlamlı söz, tıpkı canlı bir organizma bütününden zorla ayrılan/koparılan organlar gibi tarihî dokusu, mekânları, meydanları, mahalleleri vs. tedrîcen yok edilen, “bize ait renkleri” soldurulsa da, kalan tarihî varlığıyla bile “ruhunu koruyabilen” İstanbul için söylenmişse diğer şehirlerimizin halini bir düşünün!
Peki, niçin, dün “kimin inşa ettiği” belli olan şehirlerimizde bugün “kimlerin yaşadığı”nı anlayamıyoruz. Bu soruya Tanpınar’la cevap verelim: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.”
Şehirlerimizin halen yaşadığı tezadın da ötesinde trajediyi Cansever’in bu derece yalın ve keskin biçimde ifade etmesi, işin doğrudan muhatabı olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Belediye Başkanları, TOKİ yöneticileri, Yerel Yöneticiler ve şehirlerimizde sınır tanımayan rant iştahıyla yalın-kılıç dolaşan müteahhitlere bir şey söyler mi? Bir şeyler hatırlatır mı? Bir şeylerin yok edildiğini fark ettirir mi? Bir şeylerin… O giden “bir şey” ki, her şeydir.. Üstad Necip Fazıl’ın mısraıyla; “Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey!” Şehirlerimizden kopan bir şey, her şeyi alıp götürüyor. Veya şehirlerimize eklenen her şey, şehir ruhundan çok şeyi götürüyor.
Eskiler şehri niçin inşa etmeleri gerektiğinin, ettiklerinin idrakindeydiler. Ya bugünküler? “Niçin şehir inşa etmek” gibi temel bir meseleye cevap vermek bir yana, mevcut şehirleri “nasıl” dönüştüreceklerinin cevabını verebilirler mi acaba? Cevapları yapılanlarla ortada… İnsanların ‘biyolojik canlı’lar şeklinde “dönüşen” mi “dökülen” mi ne olduğu belli olmayan uygulamalarla kuşatıldığı şehir mekânlarına mahkûm edildiğini görmek olsa olsa bir ‘kıyamet alâmeti’ olabilir…
Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, sonra da günümüzün şehirlerine ister siluetinden bakın, ister içerisinde dolaşın o şehri “kimlerin inşa ettiği”ni anlamakta güçlük çekmezdiniz. İdrak, zevk, edeb, estetik ve sanatın her köşesine sindiği şehirlerden, “toplu tabutluklar”ı andıran, hiçbir güzellik unsuru kalmamış, insanı kaosa davet eden modern zaman şehirlerinde yaşamaya mahkûmuz.
Sizi şehrin ötesine davet eden, bütün ihtişamına rağmen insana ve kendisine “fani”liğini hissettiren şehirler artık yok. Bir daha da olmayacak gibi. Çünkü iklim yok, iklim değişti. İklimler özelliklerini kaybetti.
Yapılanları gördükten sonra “şehircilik” adına yapılan her şeyden endişe etmekte haksız mıyız? İnşa edenlerin de yaşayanların da, gelip geçenlerin de umurunda olmadığı şehirlerimizde yeniden bir “imar, inşa ve ihya” hareketi başlatmak adına bir kibrit çakılır mı? diye sormaktan bile korkuyoruz. Çünkü çakılan kibritlerin var olan şehir dokusunda ne yangınlar çıkardığını hep birlikte görüyoruz.
Merkeziyle, yerel yönetimleriyle 9 yıldır tek başına iktidar kudret ve imkânlarını elinde bulunduran bir siyasî iradenin gelecek nesillere bırakacağı şehir ve şehircilik mirası ne olacak? “TOKİ Tabutlukları”nı şehirleşme zanneden bir zihniyetle şehirleşmede nasıl bir çığır açılıyor?
Şehircilikte geleneği sürdüremiyoruz, yeniden üretemiyoruz, aslına uygun dönüştüremiyoruz. Bu konuda feryâd edenlere kulağımızı ısrarla tıkıyoruz. ‘Yaşama biçimimizi’, tarihî şehir örneklerimizi, mimarî stoğumuzu, gelecekte yaşayacak nesilleri düşünerek yeni bir kompozisyonla yeniden üretmedikçe bu vebalin altından kalkılamaz.
Hepimiz mes’ulüz… Çocuklarına “iyi eğitim, iyi gıda, iyi giyim” verme konusunda son derece titiz olan insanoğlu, onların yaşamaları gereken “iyi şehirler” konusunda niçin vurdumduymazdır? Bu tezadı anlamak mümkün değil. Cansever soruyor: “Niçin arabeskin bayağılığı içinde boğuluyoruz? Çünkü, bu aslî değerler yerine çok küçük şeyleri insanlara sunup onları şaşırtmak ve etkilemek gibi gerçekte etikte yeri olmayan tavırların kültüre hakim olmasından kaynaklanıyor…”
Bütün bunlara rağmen şehirleşme oranımızla da öğünülmesi işin diğer bir diğer trajikomik yanı… İstatistiklere göre ülkemizde şehirleşme oranı % 75’lere ulaşmış. Gerçekten öyle mi? Yoksa “şehirlerde insan stoklama oranı” mı % 75’lere ulaşmış? Mahsul silolarındaki bakliyatlar gibi şehre dolmak mıdır şehirleşmek?
Bir şehre girdiğimizde eğer içimizde “acaba bu şehri kimler inşa etti?” ve “bu şehirde acaba kimler yaşıyor?” sorularını soruyorsak, orası ‘bizim şehrimiz’ olamaz. “Bizim şehrimiz” içindeyken ruhuyla sizi kucaklayan, dışarıdayken ruhu sizde yaşayan, yaklaştığınızda size ruhunu üfüren şehirdir. Tanpınar’ın deyimiyle; şehrin “mıknatıs gibi çekici bir şahsiyeti” olmalı.
Nerede yaşadığımızın farkında olmak, niçin yaşadığımızın da farkında olmaktır! Onun için “şehircilik” büyük dâvâdır. İş, bu dâvâyı Cansever’ce kavramakta: “Tarih bilinci ve gelecek sorumluluğu kaçınılmaz şekilde ön plana çıkıyor. İnsan bu idrake sahip olduğu zaman, hem bu idrake sahip olarak, hem de o noktadan itibaren gelecek karşısında, varolan dünya karşısında sorumluluğunu tarif etmek mecburiyetinde kalıyor. Gerçek bir etik, bu şartlar altında doğuyor. Her insanın bu şartlar altında meydana getireceği ürünü, ifa edeceği misyonu tarif etmek mecburiyeti doğuyor.”
Şehrimizi/şehirlerimizi kimin inşa ettiği ve kimin yaşadığına verilecek doğru bir cevabımız var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder