Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
“Mekân yabancılaşması” modern zamanlarda olduğu kadar, kadîm dönemlerde de görülen önemli bir sendromdur. Özellikle bir medeniyetin ruhunun üzerinden çekildiği şehirlerde ‘münzevi’ bir şekilde yaşayan mekânların muhataplarında bıraktıkları bir sendrom… Mekân mı insana, insan mı mekâna yabancılaşıyor? Aslında her ikisi de… İnsanın mekâna yabancılaşması; onu tanıyamaması, ona karşı ‘hissizleşmesi’dir. Mekânın insana yabancılaşması ise, insanla olan ilişkisinde fonksiyonunu kaybetmesi, ‘duyu kaybı’na uğramasıdır.
“Bize ait” olduğunu zannettiğimiz fakat ruhunu kaybettiğimiz, onlara yabancılaştığımız, karşısında etkilenmediğimiz tarihî mekânlarımızın manasını ve hala süregelen çekiciliğini ve etkisini, onları gören “yabancı”lardan dinlediğimizde/okuduğumuzda biz bile hayret ediyoruz. “Nasıl olur? Bu mekânlar bize bir şey anlatmazken, onlara nasıl anlatabilir?” şaşkınlığını yaşadığımız şehrin sakini olan “gerçek sahipleri”, bugün artık giderek ölüme terk ediliyor… “Gerçek sahipleri” diyorum çünkü, sadece o tarihî mekânlar şehrin “ne olduğu”nu, “kime ait olduğunu” anlatabiliyor. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ruhu ancak o mekânlar yansıtabiliyor.
Şaşkınız diyorum. Niçin? Çünkü, medeniyet iklimimizin tecelligâhı, sergi alanı olan şehirlerimize ve şehir mekânlarına ilgisizliğimiz, onları tanıyamayışımız, onlarla ‘konuşamayışımız’ giderek onları ‘gereksiz, anlamsız taş yığınları’ olarak görmeyi beraberinde getirecek, getiriyor.
duzenliyahya@gmail.com
“Mekân yabancılaşması” modern zamanlarda olduğu kadar, kadîm dönemlerde de görülen önemli bir sendromdur. Özellikle bir medeniyetin ruhunun üzerinden çekildiği şehirlerde ‘münzevi’ bir şekilde yaşayan mekânların muhataplarında bıraktıkları bir sendrom… Mekân mı insana, insan mı mekâna yabancılaşıyor? Aslında her ikisi de… İnsanın mekâna yabancılaşması; onu tanıyamaması, ona karşı ‘hissizleşmesi’dir. Mekânın insana yabancılaşması ise, insanla olan ilişkisinde fonksiyonunu kaybetmesi, ‘duyu kaybı’na uğramasıdır.
“Bize ait” olduğunu zannettiğimiz fakat ruhunu kaybettiğimiz, onlara yabancılaştığımız, karşısında etkilenmediğimiz tarihî mekânlarımızın manasını ve hala süregelen çekiciliğini ve etkisini, onları gören “yabancı”lardan dinlediğimizde/okuduğumuzda biz bile hayret ediyoruz. “Nasıl olur? Bu mekânlar bize bir şey anlatmazken, onlara nasıl anlatabilir?” şaşkınlığını yaşadığımız şehrin sakini olan “gerçek sahipleri”, bugün artık giderek ölüme terk ediliyor… “Gerçek sahipleri” diyorum çünkü, sadece o tarihî mekânlar şehrin “ne olduğu”nu, “kime ait olduğunu” anlatabiliyor. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ruhu ancak o mekânlar yansıtabiliyor.
Şaşkınız diyorum. Niçin? Çünkü, medeniyet iklimimizin tecelligâhı, sergi alanı olan şehirlerimize ve şehir mekânlarına ilgisizliğimiz, onları tanıyamayışımız, onlarla ‘konuşamayışımız’ giderek onları ‘gereksiz, anlamsız taş yığınları’ olarak görmeyi beraberinde getirecek, getiriyor.
Bu “görme biçimi”nin devamında ‘şehirlerimizin görüntüsü bozuyor” gerekçesiyle, bunların da yok edileceği endişesini taşıyoruz…
Söz konusu ettiğimiz veya edeceğimiz, hemen hemen bütün kadîm şehirlerimizde ‘sembolik’ de olsa varlığını sürdüren tarihi malzemeleri, eşyaları, mekânları, oldukları şekliyle korumaya vurgu yapmak değil… Bu ayrı bir konu…
Gelmek istediğimiz, daha doğrusu göstermek istediğimiz; içinde yaşarken bile hissedemediğimiz ‘mekân ruhu’nun insanı nasıl etkilediğine günümüzün önemli şairlerinden Şili’li Neruda’yı şahit göstermektir.
Notlarımın arasında bulunan ve birkaç yıl önce bir yazarımızın da dikkatini çeken Şili’nin önemli şairi Neruda’nın Hindistan günleri sırasında yaşadıklarını anlattığı cümleleri, sadece mekânların ruhunu değil, aslında şehirlerin, hem de “bizim şehirlerimizin” ruhunu tam anlamıyla yansıtacak, muhteşem ifadelerdi.
Bizim göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyamadığımız güzelliği, ruhu, sesleri Neruda hakikatiyle görüyor, hissediyordu.
Ölümünden birkaç yıl önce Paris Büyükelçiliği sırasında L’Express dergisinin sorularını cevaplandırırken, konu dinlere gelince Neruda Hindistan’dan söz eder. Der ki: ““Bir gün Rangoon’da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir tapınağın önünde binlerce kişi toplanmıştı. Çamurlar içinde diz çökmüş duruyorlardı. Tapınağın içindeki rahiplerle aynı dindendiler, fakat içeri giremiyorlardı. Ne haksızlık! Buda, gücünü uygulamaya geçirememişti. Buna mukabil bana Müslümanlığın daha yakın düştüğünü fark ettim.”
Soru soran Gazeteci şaşırır ve “Nasıl oldu bu?” diye sorar. Neruda, “Tuhaf bir şekilde..” diyerek anlatmaya başlar. Oldukça sıcak bir yaz gününde yürürken karşısına beyaz renkli bir camiye rastlar. Biraz dinlenmek ve serinlemek için camiye girer. İçeride bir süre oturur ve düşünceye dalar. Caminin içinde kimse yoktur. Biraz sonra birkaç Müslüman gelip Neruda’yı fark eder ve ona “Müslüman mısınız?”, “Buraya niçin geldiniz?”, “Ne yapıyorsunuz?” gibi sorular sorarlar. Neruda, Müslüman olmadığını söyler. Biraz dinlenmek ve düşünmek için camiye girdiğini söyler. Bunun üzerine “Haklısınız, burası derin düşünceye müsait bir yerdir. Yine gelebilirsiniz.” derler.
Neruda söyleşinin devamında diyor ki: “Doğu’da geçirdiğim yıllarda beni en çok etkileyen bu olay olmuştur. Bilirsiniz, fillerle yapılan âyinleri, maşlahlarla, ölü kafalarından kolyelerle süslü tanrıça Kali’yi… Üç beş kuruşa takla atacak rahipleri; bunları hiçbir zaman çekici bulmadım. Oysa, susuz bir havuz gibi serin, o aydınlık cami beni çok etkiledi…”
Bu muhteşem hissediş karşısında insanın büyülenmemesi mümkün değil.
Kendi mabedinin kokusunu alamayan, kendi şehir mekânlarında haşyet ve huzuru yakalayamayan “yerli”lere nisbetle Neruda’nın bu derin hissedişi bize kaybettiğimiz şehir ve mekân ruhunu hatırlatabiliyor mu?
Neruda’nın bize verdiği ders veya Neruda’dan çıkarmamız gereken trajik sonuç: Nasıl bir mekân yabancılaşmasına tutulduğumuzdur.
Mekânlarımızı ne kadar tanıyorsak, kendimizi de o kadar tanıyabiliyoruz.
(Günebakış, 28 Mart 2012)