Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Tarihî şehirlerimize sahip çıkamayışımız/çıkmayışımız trajik bir vakıa… Bırakın ruhunu, iskeletine bile sahip çıkamıyoruz. Öyle bir vakıa ki tarih-medeniyet ve şehir yanıbaşımızdan akıp gidiyor farkında değiliz. Tarihte Moğol ordularının bile belki de yapamayacağı bir pasif istilâ şehirlerimizin üzerinde hızla yayılıyor. Bu istilâ yerel yöneticiler, siyasîler, bürokratlar, vs. eliyle şehirlerimizde kol geziyor.
Şehir idraki olmayınca yerini şehir istilâsı alıyor…
Şehir istilâlarının günümüzde en önemlisi siluet istilâsı… Siluet yâni, şehre bakanlara/şehre girenlere şehrin kimliğini yansıtan total/temel çizgilerin, karakterin istilâya uğraması… Şehrin siluetini yansıtan eserleri yok etmekten daha beter hale getiren o eserleri kuşatma altına almak, gözlerden kaçırmak… Ve tabii ki böylece yok etmek…
Siluet şehrin kimlik kartıdır, künyesidir.
Siluet, şehrin özgeçmişidir, şahsiyetidir.
Siluet, şehrin varoluş ifadesidir, kendini sergileme biçimidir.
Siluet, şehrin ruhunun fotoğrafıdır.
Vahim olan, kendi koruyamadığımız şehir siluetlerinin UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından koruma altına alınmasıdır. Şehir yöneticilerinin taşımadığı şehir duyarlılığının UNESCO tarafından taşınması esef verici olduğu kadar, yüz kızartıcıdır. Öz eserlerimize kendi elimizle sahip çıkamamanın cezasını yabancı el bize gösterdiği duyarlılıkla tokat gibi yüzümüze vuruyor. Bu utanç bize yeter!
Bu gidişle tarihî şehirlerimizin siluetinin UNESCO’ya devredilmesi en sağlıklı yol olsa gerektir. Çünkü yerel yöneticilerde tarih, medeniyet, şehir ve siluet idraki yok. Bu idrak olmayınca da sadece eserin maddesini, plâstisitesini koruma çabasından dolayı UNESCO’yu tebrik etmemek elde değil.
“Kurtuluş ve Fetih Günleri”nde kahramanlık söylevlerine soyunan, hamasetin ötesine geçememiş
bir tarih söylemi ve algısından başka şehrine ait hiçbir donanımı olmayan şehir yöneticilerine eğer ibret algıları varsa bu yeter.
Bir kez daha anlıyoruz ki; şehir, şehir yöneticilerine, ilgili bakanlara ve siyasîlere bırakılamayacak kadar ciddi, öncelikli ve ehemmiyetli bir iştir!
duzenliyahya@gmail.com
Tarihî şehirlerimize sahip çıkamayışımız/çıkmayışımız trajik bir vakıa… Bırakın ruhunu, iskeletine bile sahip çıkamıyoruz. Öyle bir vakıa ki tarih-medeniyet ve şehir yanıbaşımızdan akıp gidiyor farkında değiliz. Tarihte Moğol ordularının bile belki de yapamayacağı bir pasif istilâ şehirlerimizin üzerinde hızla yayılıyor. Bu istilâ yerel yöneticiler, siyasîler, bürokratlar, vs. eliyle şehirlerimizde kol geziyor.
Şehir idraki olmayınca yerini şehir istilâsı alıyor…
Şehir istilâlarının günümüzde en önemlisi siluet istilâsı… Siluet yâni, şehre bakanlara/şehre girenlere şehrin kimliğini yansıtan total/temel çizgilerin, karakterin istilâya uğraması… Şehrin siluetini yansıtan eserleri yok etmekten daha beter hale getiren o eserleri kuşatma altına almak, gözlerden kaçırmak… Ve tabii ki böylece yok etmek…
Siluet şehrin kimlik kartıdır, künyesidir.
Siluet, şehrin özgeçmişidir, şahsiyetidir.
Siluet, şehrin varoluş ifadesidir, kendini sergileme biçimidir.
Siluet, şehrin ruhunun fotoğrafıdır.
Vahim olan, kendi koruyamadığımız şehir siluetlerinin UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından koruma altına alınmasıdır. Şehir yöneticilerinin taşımadığı şehir duyarlılığının UNESCO tarafından taşınması esef verici olduğu kadar, yüz kızartıcıdır. Öz eserlerimize kendi elimizle sahip çıkamamanın cezasını yabancı el bize gösterdiği duyarlılıkla tokat gibi yüzümüze vuruyor. Bu utanç bize yeter!
Bu gidişle tarihî şehirlerimizin siluetinin UNESCO’ya devredilmesi en sağlıklı yol olsa gerektir. Çünkü yerel yöneticilerde tarih, medeniyet, şehir ve siluet idraki yok. Bu idrak olmayınca da sadece eserin maddesini, plâstisitesini koruma çabasından dolayı UNESCO’yu tebrik etmemek elde değil.
“Kurtuluş ve Fetih Günleri”nde kahramanlık söylevlerine soyunan, hamasetin ötesine geçememiş
bir tarih söylemi ve algısından başka şehrine ait hiçbir donanımı olmayan şehir yöneticilerine eğer ibret algıları varsa bu yeter.
Bir kez daha anlıyoruz ki; şehir, şehir yöneticilerine, ilgili bakanlara ve siyasîlere bırakılamayacak kadar ciddi, öncelikli ve ehemmiyetli bir iştir!
UNESCO şehir katliamlarını fark ediyor da şehrin yöneticileri fark edemiyor!
Yakında UNESCO’yu başta şehrimiz olmak üzere Anadolu’daki tarih kalıntısı taşıyan şehirlerimizi de koruma altına alması için mecburen çağırmak zorunda kalırsak, bu herhalde şehrimize ve tarihe sahip çıkabilmemizin tek çaresi olur!
Yakında UNESCO’yu başta şehrimiz olmak üzere Anadolu’daki tarih kalıntısı taşıyan şehirlerimizi de koruma altına alması için mecburen çağırmak zorunda kalırsak, bu herhalde şehrimize ve tarihe sahip çıkabilmemizin tek çaresi olur!
Geçtiğimiz günlerde UNESCO ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında krize sebep olan Haliç’e yapılması düşünülen metro köprüsüyle şehirlerimizin tarihî siluetinin nasıl yok sayıldığı, önemsenmediği tekrar gündeme geldi.
UNESCO “Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı 65 metre yüksekliğinde ve üzerinde boynuzlar bulunan köprü projesine Süleymaniye Camii’nin siluetini bozduğu gerekçesiyle” itiraz etmiş, bu projede ısrar edilmesi halinde İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden çıkarılma riskiyle karşı karşıya olduğunu bildirmiş. UNESCO’nun ifade edilen bu “gerekçesi” şehir yöneticilerimizi utandırır mı bilemem. UNESCO’nun koruma ihtarında bulunduğu eğer antik dönemden kalma bir eser veya kilise olsaydı hemen “maksatlı” olduğuna ilişkin bir gerekçe bulunurdu. Peki Süleymaniye’ye ne gerekçe bulunacak?
Şehir yöneticilerinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının, hatta Kültür Bakanlığı’nın öncelikle şehirlerimizin tarihî siluetlerinin muhafaza edilmesi konusunda doğal bir reflekslerinin olması gerekmiyor mu?
UNESCO’nun dünya mirası listesi var. Peki, tarihî şehirlerimize dair acaba bir “şehir envanteri”miz var mı? Eğer varsa bu mirasın “hazine” hassasiyetiyle korunması gerekmez mi?
Aslında “koruma” ve “korumacılık”, yardıma muhtaç, artık kendi başına yaşama ümidi kalmamış
eserler için söz konusudur. Koruma yerine modern zamanlarda da yaşayan tarihî şehir mekânları ve mobilyaları cinsinden bu eserler sahiplenilmeli; Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Beyazıt camileri gibi, eski kasr ve sarayların, iş hanlarının günümüzde kullanılabilir, yaşanabilir mekânlar olması gibi ‘değer’lendirilebilmelidir.
Kendi evimizi tahrip etme cinnetinden vazgeçip, evimizde sahip olduğumuz ‘değer’lerin koruma altına alınması utanmanın da ötesinde, kendimize gelmemiz için yeterli değil mi?
Coğrafyasının direnmesiyle tarihî siluetini uzun süre koruyan şehrimiz Trabzon’da bugün bu tarihî siluetten bir eser kalmış mıdır? Var olan parçaların da “kentsel dönüşüm” büyüsünün etkisiyle yok olacağını söylesek yanılır mıyız?
UNESCO “Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı 65 metre yüksekliğinde ve üzerinde boynuzlar bulunan köprü projesine Süleymaniye Camii’nin siluetini bozduğu gerekçesiyle” itiraz etmiş, bu projede ısrar edilmesi halinde İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden çıkarılma riskiyle karşı karşıya olduğunu bildirmiş. UNESCO’nun ifade edilen bu “gerekçesi” şehir yöneticilerimizi utandırır mı bilemem. UNESCO’nun koruma ihtarında bulunduğu eğer antik dönemden kalma bir eser veya kilise olsaydı hemen “maksatlı” olduğuna ilişkin bir gerekçe bulunurdu. Peki Süleymaniye’ye ne gerekçe bulunacak?
Şehir yöneticilerinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının, hatta Kültür Bakanlığı’nın öncelikle şehirlerimizin tarihî siluetlerinin muhafaza edilmesi konusunda doğal bir reflekslerinin olması gerekmiyor mu?
UNESCO’nun dünya mirası listesi var. Peki, tarihî şehirlerimize dair acaba bir “şehir envanteri”miz var mı? Eğer varsa bu mirasın “hazine” hassasiyetiyle korunması gerekmez mi?
Aslında “koruma” ve “korumacılık”, yardıma muhtaç, artık kendi başına yaşama ümidi kalmamış
eserler için söz konusudur. Koruma yerine modern zamanlarda da yaşayan tarihî şehir mekânları ve mobilyaları cinsinden bu eserler sahiplenilmeli; Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Beyazıt camileri gibi, eski kasr ve sarayların, iş hanlarının günümüzde kullanılabilir, yaşanabilir mekânlar olması gibi ‘değer’lendirilebilmelidir.
Kendi evimizi tahrip etme cinnetinden vazgeçip, evimizde sahip olduğumuz ‘değer’lerin koruma altına alınması utanmanın da ötesinde, kendimize gelmemiz için yeterli değil mi?
Coğrafyasının direnmesiyle tarihî siluetini uzun süre koruyan şehrimiz Trabzon’da bugün bu tarihî siluetten bir eser kalmış mıdır? Var olan parçaların da “kentsel dönüşüm” büyüsünün etkisiyle yok olacağını söylesek yanılır mıyız?
(Günebakış, 14 Mart 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder