12 Ağustos 2016 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL'IN TARİHÎ İKAZI…

Yahya DÜZENLİ

“… Anadolu; kıtalar arası tarihi hesaplaşmaların
geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi,
 mahrem ve muazzam Asya’nın Avrupa’ya bakan cumbası... “
Necip Fazıl



Tarihî hafızamızın derinliğine oluşmamış olması veya kimi zaman güncel olayların çekiciliğine kapılıp etrafımızda cereyan eden gerek ülke içi olayları, gerekse de uluslararası projeksiyonları derinlemesine çözümleme çabasına girememe, bu topraklar üzerinde yaşamış, mücadele vermiş fikir adamlarını fark edememek, onların geleceğe dair düşünce ve analizlerini görememe gibi bir talihsizliği de beraberinde getiriyor.

Dünyamızın bünyevî bir patlamanın işaretlerini verdiği günümüzde, ABD kaynaklı uluslararası senaryoların tarihin ana oluşum kulvarlarından Ortadoğu’da vahşi ve kanlı bir şekilde sahneye konuluyor olması, giderek de Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı, kalmaması gereken mecralara çekiliyor olması, ister istemez bu coğrafya ve üzerinde yaşayan fikir adamlarının tarihî derinliklerinden kopup gelen haykırış ve ikazlarını duymamızı elzem kılıyor.

İşte bu tarihi haykırış ve ikazların en önemlisi; Üstad Necip Fazıl..

Osmanlı sonrasında sıkıştırıldığımız Anadolu Coğrafyası’nda ilk defa ve “dünyalar arası muhasebe ve muhakeme”yi tezatsız bir örgü şeklinde ortaya koyan Üstad’ı bugünlerde yeniden ve tekrar tekrar okuyup üzerinde düşünmek ve günümüze ve geleceğimize dair sonuçlar çıkarmak gerekiyor.

Burada öncelikle “Büyük Ortadoğu” çağrışımından yola çıkarak Büyük Doğu’yla benzerliklere kapı aralayan bir abes “benzetme”yi; sonra Üstad Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü’nün satır aralarında kalmış, fark edilmemiş, ancak Üstad  tarafından yazıldığı zaman diliminde değil de bugün okunduğunda önümüze müthiş bir dünya fotoğrafı koyan ve bu fotoğrafta Türkiye’nin yerini ihtar eden, konumuzla sınırlı mühim bir ikazını gündeme getireceğiz…

Burada biraz geriye yani 1980’li yıllara giderek Huntington’un Medeniyetler Çatışması adını verdiği projeksiyonu hatırlayalım. Huntington’un tezini özetlersek: “Yeni dünyada sürtüşmenin temel kaynağı, ideolojik veya ekonomik sürtüşmeler etrafında odaklanmayacak... Asıl sürtüşmeler, farklı uygarlıklara mensup uluslar ve gruplar arasında tezahür edecek... Gelecekteki en önemli sürtüşmeler, bu uygarlıkları birbirinden ayıran kültürel ayırım çizgileri etrafında patlak verecektir.. Çünkü, uygarlıklar arasındaki farklılıklar, sadece gerçek değil, aynı zamanda temel ve kaçınılmaz ayrılıklardır... Bu uygarlıklar: Batı Uygarlığı, Konfüçyanizm Uygarlığı, Japon Uygarlığı, İslam Uygarlığı, Hint Uygarlığı, Slav-Ortodoks Uygarlığı, Latin Amerika Uygarlığı ve muhtemelen Afrika Uygarlığı’ndan oluşmaktadır...”

Huntington’un bu tezi kimilerine göre tarihin tozlu raflarına kaldırıldı, kimilerine göre geçerliliğini koruyor. Biz burada her iki görüşün dışında kalarak Huntington’un dünyanın 21. yüzyıldaki yeni yapılanmalarını uygarlık-medeniyet eksenine alan düşüncesinin geçerli olduğunu vurgulamakla yetinelim ve Üstad Necip Fazıl’a dönelim.

Üstad Necip Fazıl’daki medeniyet tasavvuru veya bu idrakin toplumsal projesi/tasarımı olan “Büyük Doğu”nun fikrî bütünlükte kitaplaşmış temel eseri olan “İdeolocya Örgüsü” tezatsız, her örgüsü tamam bir Medeniyet Projesi’dir. Öyle ki; daha cumhuriyetin kuruluşundan (1923) 16 yıl sonra yazdığı yazılarda “medeniyet tasavvuru”nu öne çıkararak (bugün kimi yazarlar, siyasetçilerce yeni keşfedilmiş bir kavram olarak gündeme taşınan) kendi aidiyet dünyası içerisinde şunları söylüyor:

“.. Benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhi fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli ibdaların (oluşların) davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir varlıktır….

Tarihleri, doğuşları ve ruh mayaları bakımından Avrupa camiasının dışında olup da kendilerine yeni, köklü ve şahsiyetli bir tekevvün arayan milletlerce bugün, Avrupalı olmamak şerefini haykıran bir gün..” (1939, Çerçeve 1, s. 260).

Büyük Doğu, üstadın kendi ifadesiyle: “En ulvî tecrid ve mânâlandırmalara, çok defa en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delaleti yüzünden davaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya planına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet planında arıyoruz. O, kendini mekan çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip….

Büyük Doğu, İslamiyetin emir subaylığı… Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece ‘sünnet ve cemaat ehli’ tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerin de en değerlisi ve pahalısı…” (İdeolocya Örgüsü, s. 8-10).

‘Orkestra, senfonya ve biz’ başlığı altında da:

“Bu senfonya, BÜYÜK DOĞU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece saf ve gerçek İslam ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan davasından ibarettir” (İdeolocya Örgüsü, s. 11).

Üstad Necip Fazıl’ın dilinden özetle Büyük Doğu’nun nasıl bir medeniyet tasavvuru veya bunun dışa dökülmüş ifadesiyle medeniyet projesi olduğu anlaşılmıyor mu?

Bu arada Üstad’ın sözkonusu tarihî ikazına gelmeden önce önemli bir “ara not” düşelim…

ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’ın Washington Post’ta Ağustos 2003’ün başında yazdığı makalede bazı önemli ayrıntılarını açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi’nde, Rice, ‘Ortadoğu’yu Değiştirmek’ başlığı altında 22 devletten oluşacak ve 300 milyon civarında nüfusa sahip bölgede Irak’ın işgalinin önemine vurgu yaparak “Irak’ın özgürleştirilmesi, bölgeye ikinci dünya savaşı sonrası Avrupa’da yaşananlarla kıyaslanabilecek bir değişim yaşatacak” diye yazıyordu.

Şimdi, yazımızın başlığında söz konusu ettiğimiz Necip Fazıl’ın tarihî ikazına gelelim…

Üstad Necip Fazıl; 1939 Mart’ından itibaren yazdığı yazılarda II. Dünya savaşının yaklaştığına ilişkin; “Beşeri bir kıyametin mukadder göründüğü” görüşünü hadiselerden yola çıkarak ortaya koyduktan sonra II. Dünya savaşının başlamasıyla birlikte zamanın gazeteleri onun hakkında şu tesbiti yaparlar: “BU ADAM NE DERSE ÇIKIYOR.”

Üstad, 21. yüzyılda “İslâm’ın eşya ve hadiselere nakşedilme işinin dünya görüşü-manifestosu” olarak bütünleştirerek ortaya koyduğu İdeolocya Örgüsü’nde bugüne kadar kimsenin fark edemediği öyle bir bölüm vardır ki; ancak feraset, basiret ve velayetle izah edilebilecek türdendir.

Necip Fazıl’ın günümüzden 60 yıl önce yazdıkları bugün adeta bir belgesel film gibi bütün hadise ve aktörleriyle birebir sahneleniyor.

Evvela “SAHTE ŞANS DEVİRLERİ” başlıklı, 48 yıl önce bugüne ilişkin bu müthiş ikazı okuyalım:

“Başımıza düne, çeyrek asır evveline kadar gelen idarenin biricik özrü, kendi zamanına göre insanlığın içinde yüzdüğü dünya buhranıydı. Bu idare farkında değildi ki, bu hal de onun biricik talihiydi.

Zira bu idarenin, dış ihtilâtlarla asla alâkası olmadan, sadece iç bünyesindeki illet yüzünden her ân biraz daha meydana çıkmaya başlayan çehre karhaları, onun iş başında kaldığı dünya buhranının 10 yılı içinde demagocyaların en ucuziyle hep bu dünya buhranına atfedilmiş, hazımkâr millet de bu masalı hazmeder görünmüştür.

Harbe giren hiçbir milletin iktisadî, içtimaî, siyasî vaziyeti o zaman bizimki kadar bedbaht olmamış, harp ve istilâ zehirini tatmaktan kurtulabilmiş birkaç nâdir memleket de saadetin evcine ulaşmıştır. Bütün tecelli sahalarında en muztarip memleket, o gün, yalnız Türkiye olmuştur.

İkinci Dünya Harbi, bizim Cumhuriyet sonrası idare ve politika ölçümüzün içyüzünü birdenbire deşen, bir zarı patlatan, yumurtanın kabuğunu kırıp içindeki kokmuş maddeyi ortaya çıkaran bir amil olmuş; ani fiyasko ise, özrünü hemen dünya vaziyetine bağlamak açıkgözlülüğünü göstermeye kalkmıştır.

İlk 15 ve sonra 12 yıllık devirlerden birincisi; işin başlangıç merhalesindeki kazip saltanatı belirttiği, ikincisi ise zevale geçen bu saltanatın saçakları altından fışkırıcı hakikat ve akıbetleri dünya vaziyetiyle izaha imkan bulduğu için, kazip tarafından talihli kabul edilebilir.

1950’den sonra başlayan üçüncü devir ise, teslim aldığı şartlara göre, bu kazip talihlerden uzaklaşmaya doğru giden çetin bir çığır açıldığını görememiş, gösterememiş; hatta o da aynı sun’i yardım ve talih yollarını aramış, geliştirmiştir. Vatanı, dış yüzden süslemeye bakmış ve iç yüzleri kendisine dert edinmemiştir.

27 Mayıs ihtilâlini yapanlarsa, sahte talih ve hazin ucuzculuk bakımından dünyanın en şanslı adamları olmuş ve devirdikleri, esasen bozuk muvazenenin bir daha iade edilemez olması yüzünden, başımıza bugünkü idarî, ahlâkî, iktisadî, ruhî buhran çökmüş ve bütün bu sahte talih oluşlarının hesabını verme ve yükünü çekme devresi açılmıştı.”

Terkip içinde analitik bir şekilde Türkiye’nin dünya dengeleri arasında Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin yönetim şekli ve muhtevasının resmini çizen Üstad Necip Fazıl, günümüze ilişkin o müthiş tespitiyle devam ediyor:

“ASIL TALİHSİZLİK, YANİ HÂDİSELER TARAFINDAN HİMAYE İMTİYAZINDAN MAHRUM KALMA VAZİYETİ, DAHA DOĞRUSU TAM İSTİHKAKINA RÜCU ÂNI, YARIN, BİR DÜNYA MUVAZENESİ KURULDUĞU ZAMAN BELLİ OLACAK VE O VAKİT GÜNLÜK ÖLÇÜLER İÇİNDE BİLE BU MİLLETİ AYAKTA TUTABİLME ZORLUĞU BİRDENBİRE BELLİ OLACAKTIR. BAKALIM, O ZAMAN DA BAŞIMIZDA KİM VE NE, HANGİ İDARE BULUNACAKTIR.

AMERİKA’NIN, BİZDEN, BÜTÜN YARDIMINI HİÇ OLMAZSA BAZI IVAZLAR MUKABİLİ OLARAK İSTEYECEĞİ VEYA BÜSBÜTÜN KESECEĞİ, BATI PİYASASININ PİYASAMIZDAN HİÇBİR ŞEY ÇEKEMİYECEĞİ, BÜTÜN KAYNAKLARA MÂLİK GARP DEMOKRASYALARININ BİZE 180 DERECE ARKA ÇEVİRECEĞİ, ÇİN VE HİNT PAZARLARINA GİDEN HAVA VE KARA YOLLARININ BELLİBAŞLI ZABITALAR ALTINA ALINMAK İSTENECEĞİ, TÜRK MİLLETİNDEN İSE BOŞLUKTA MEKÂN İŞGAL ETME HASSASI ADINA HANGİ ŞAHSİYET VE EHLİYETE MÂLİK BULUNDUĞU SORULACAĞI GÜN, BAŞIMIZDA BULUNACAK OLAN DEVLET MÜMESSİLLERİ, EĞER HÂLÂ DÜNKÜ ÖLÇÜNÜN BİR DEVAM VE İSTİHALESİNİ İFADE EDECEKLERSE, HALİMİZ DUMAN OLACAKTIR.

ZİRA, GELMESİ MUKADDER GÖRÜNEN BÖYLE BİR GÜN, SUN’İ TEDBİR VE SAHTE TALİH DEVİRLERİNİN PAYDOSUNU DA BERABER GETİRECEKTİR.

BÜTÜN BİR MAZİ, HAL VE İSTİKBAL MİKYASİLE DÜNYA ÇAPINDA NEFS MUHASEBELERİNE GİRİŞEN CİNS KAFALARI VE GERÇEK DÜŞÜNÜRLERİ YETİŞTİREMEDİKÇE, ALINAN BÜTÜN TEDBİRLER, YANIK BİR ELİN ACISINI MUVAKKATEN DİNDİRMEK İÇİN KENDİSİNİ SUYA BATIRIP DAHA KORKUNÇ ACILARI İSTİKBÂLE TÂLİK ETMESİNDEN FARKLI OLMAYACAK; VE HERKES SAHTE TALİH TEDBİRLERİYLE GÜNÜNÜ GÜN ETMEYE BAKACAKTIR. (İdeolocya Örgüsü, s.393-395 ).

Bu tespitler feraset ve basiret dediğimiz, olanlardan yola çıkarak, derinliğine bir tarihî muhasebe ile olabilecekleri sezme gibi müthiş bir idrakle ortaya konulmuştur. Üstad adeta I. ve II. dünya savaşından ABD’deki 11 Eylül saldırılarına, oradan günümüze kadar yaşanan ve Büyük Ortadoğu olarak projelenen süreci yıllar öncesinden bizzat teşhis etmiş ve günümüz yöneticilerine tarihî bir ikaz yapmıştır.

Bu ikazı kime yapıyor?

“Bakalım, o zamanda başımızda kim ve ne, hangi idare bulunacaktır?” diye sorduğu Türkiye’nin bugünkü yöneticilerini!

Bugün yaşadığımız tarihî kırılma noktasında günümüzün iktidar sahipleri sahte şans devirlerinin artık sona erdiğinin ve varoluşun bizatihi kendi ayakları üzerinde durmakla gerçekleşebileceğinin farkına varabilmişler/varabilecekler midir?

Üstad Necip Fazıl’ın; O gün başımızda bulunan idare asla sun’i tedbirlerle geçiştirilemeyecek bir zaman diliminde olan idare olacaktır, dediği bugünün idarecileri müthiş bir talih ve talihsizlikle karşı karşıyadır: Varoluş veya yok oluşa karar verilecek bir kavşakta, Türk milletinin varoluşunda nasıl pay sahibi olacaklardır?

Olamazlarsa, gene Üstad Necip Fazıl’ın bir antik yunan şairinden aktardığı bir mısra geliyor aklımıza: “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!”

Üstadın “ben idraki”nin bir ifadesi olarak “benim olmadığım yerde kimse yoktur” cümlesiyle özetlediği sorumluluk bilincine ve Anadolu insanının varoluşuna ilişkin ‘İslamı Yenilemek’ başlığı altında şu cümleleriyle bitirelim yazımızı:

“İslam, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığa kavuşabileceğine ait ilahi bir ihtar… İslamı yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felaketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki halinde zuhur etmekle mükellef…” (İdeolocya Örgüsü’ne ek.)

Böyle bir mükellefiyet idraki ve sorumluluk bilinci..

Muhtaç olduğumuz idrak, irade ve muhteva’yı görebilmek ve gereğini yapabilmek..

Üstad’ın bu tarihî ikazını kim okur, kim dinler ve kim gereğini yapar?





4 Ağustos 2016 Perşembe

“VAK’A-İ HAYRİYE” VE YENİÇERİ OCAĞI’NA DAİR…

Yahya Düzenli

Tarih, “yaşanmışlıklar”dan yola çıkarak “yaşanan” ve “yaşanacak” olanların ipuçlarını veren ilim ve disiplin olarak önümüze bir yol haritası koyar. Ancak, tarihi sadece bir “vakıalar yığını” olarak görürseniz, veya tarihi bir vakıayı yaşadığınız zaman dilimindeki maddi olgularla aynîleştirir, şablonik benzerlikler ve sonuçlar çıkarmaya çalışırsanız, ortaya tarihselliğin yanıltıcı karakteri çıkar.

Oysa tarih, her an önümüzü aydınlatan kadîm bir yol göstericidir. Bu niteliğiyle tarih, bir ilim ve disiplin olmanın ötesinde aslî bir gerçeklik olarak, geleceğin inşasında en önemli âmildir.

Yakın tarih bize (ibret alınmadığı için) tarihin tekerrür ettiğine dair önemli hadiseler ve malzemeler sunuyor. Ancak, tarihi sadece geçmişe ait ve bir daha yaşanmayacak olaylar dizisi olarak ‘geçmişin hikâyeleri’ olarak okursanız –ki çoğu kez böyle olmuştur- farklı hadiselerden yola çıkarak aynı trajik kaderi yaşarsınız. Oysaki tarih ve gelenek bizi dünden hareket ederek ânın gereğini yapmaya ve geleceği kurmaya icbar eder.

15 Temmuz darbe girişiminden yola çıkarak, Osmanlı yeniçeri ocağının lâğvedilmesine giden süreci yeniden gözden geçirmek, bize bugüne ve geleceğe dair önemli ipuçları verecek ve sağlıklı tedbir ve kararların alınmasına yardımcı olacaktır. Bugünlerde, silahlı kuvvetlerin köklü bir biçimde yeniden yapılandırılmasının adımlarının atıldığı aşamada yeniçeri tarihinin doğru bir şekilde incelenmesi, olağanüstü hadise ve dönemlerden sonra alınan tedbirlerin isabetli olmasını sağlayacaktır.

Yakın tarihimizin orduya dair en önemli hadiselerinden birisi Vak’a-i Hayriye’dir.

Vak’a-i Hayriye; yâni bugünkü dille “hayırlı olay” olarak adlandırılan hadise, Padişah II. Mahmud’un 16 Haziran 1826’da artık küstahlığı çekilmez hale gelen, devletin üzerinde silahlı bir otorite olarak her dediğini yaptıran, kelle alan, halkı bıktıran ve nefretini celbeden Yeniçeri Ocağı’nı topa tutturarak imha ettirdiği, bazı ocak yetkililerinin ise idam edildiği dönemin olaylarına verilen isimdir.

Tahta çıktığından beri uzun süre Yeniçeri Ocağını kaldırmayı düşünen ve yeni bir ordu yapılanmasına karar veren II. Mahmut, Eşkinci Ocağı adıyla yeni bir ordu kurulduğunu açıklaması üzerine yeniçeriler ayaklanır, kazan kaldırırlar ve İstanbul sokaklarında gösterilere başlarlar. II. Mahmut ulemayı da yanına alarak Sancak-ı Şerif çıkarır ve isyancı yeniçerilere karşı halkı mücadele etmeye çağırır. Yeniçeriler dışında bütün birlikler  padişaha sadakatlerini bildirirler.  Bunun üzerine Aksaray’daki Et Meydanı’nda bulunan Yeniçeri kışlaları topa tutulur, binlerce yeniçeri öldürülür, binlerce isyancı tutuklanır ve idam edilir.

Vak’a-i Hayriye denilen bu hadiseden sonra “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” ismiyle yeni bir askerî ocak kurulur.

Tarihi Orhan Gazi dönemine kadar uzanan Yeniçerilik  “kanuni devri sonuna kadar, devletin iman ve ruh, yani dimağ emrinde sert yumruğu olmakta devam etmiş sonra bu sert yumruk iman ve ruh merkeziyle, yani dimağla alâkasını kesmiş ve bağlı olduğu vücudun kafatasını parçalayarak beynini ezmek rolüne geçmiştir. “ Düzenli bir ocak ve ordu olarak varlığını sürdüren Yeniçeri Ocağı, Yavuz Sultan Selim ve devam eden devirlerde her an başkaldırma ve  tehlikeli bir tehdit niteliğini bütün bir Osmanlı döneminde sürdürmüştür. Hatta Fatih’in vefatı ve II. Bayezid’in tahta geçme arefesinde Yeniçerilerin İstanbul’u baskın ve işgalleri ilk yeniçeri kalkışması olarak görülür.

Yavuz gibi kudretli bir Padişah’a bile gözdağı vermekten çekinmeyen Yeniçeri için Üstad Necip Fazıl “Yeniçeriye hâkim olma davası, Yavuz ve Kanunî çığırlarında, KUVVETLİ DEVLET ŞAHSİYETLERİ SAYESİNDE  yalancı ve kısa süreli olarak gerçekleşmiş görünse de, artık ileriye doğru ne devlet, ne de ordu tamamlığından bir vaad beklenebilir. Osmanlı devleti kendisini kısa bir merhale içinde bekleyen büyük fetihlere rağmen ilk inkıraz alâmetini İkinci Bayezid devrinde kaybetmiştir.

Apaçıktır ki, yeniçeride kendi öz vatanını işgal, kendi öz milletinden intikam alma karakteri o zamandan teşekkül halindedir. Velî lâkâplı İkinci Bayezid, yeniçerilere ordunun bütün toplarını çevireceği yerde, âh etti, vâh etti, türlü bahşişler atiyyeler vererek onları niyetlerinden vazgeçirdi”  der.

Geçen yazımızda Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes”inin bugünlerde bir siyasetname olarak yeniden okunması gereken önemli bir referans kitap olduğuna işaret etmiştik. Bu yazımızda da Üstad Necip Fazıl’ın “YENİÇERİ” isimli kitabının Ordunun yeniden yapılandırılmasında tarih bilincine ve tarihî sürekliliğe işaret etmesi bakımından  öneminin altını çizmek gerekiyor.  Üstad, her eserinde olduğu gibi, özellikle de tarihî hadiselere tahsis ettiği eserlerinde hâfızamızı tezatsız bir biçimde diri tutar. El attığı her konuda muhakeme ve muhasebesini yapar ve hadiseleri hükme bağlayarak bir gelecek tasavvuru ortaya koyar. Çünkü O; tarihî hesaplaşmanın nirengi noktalarını işaret etmiş, kıymet hükümlerine bağlamış ve ağır bir vebal olarak geleceğin tarihçilerine yüklemiştir. Bugünün dâvâ ve dert sahiplerine düşen ise;  O’nun hükümlerinden hareketle analitik bir idrakle günümüzü yorumlamak, isabetli sonuçlara ulaşmak ve teyakkuz sahibi olmaktır.

Üstad Yeniçeri’ye başlarken, “Bu eser, sadece Yeniçeriyi anlatmak için yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır” tespitini yapar ve “dünyada ilk teşkilatlı meslekî orduyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini çerçevelemek gayesiyle yazıldı” der. Devamla “Türk’ün bütün millî düşmanlarından beter ve şenaat çapında bir tasallutla, öz vatanını işgal altında tutan, sınırların kaçağı ve kendi yurdunun alçağı Yeniçeri, bu millete, hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir”  gerçeğinin altını çizer.

 “Yeniçeri Nedir” ara başlığı altında kesitler halinde Üstad’ı okuyalım:

“Yeniçeri, dünyada ilk askeri teşkilat olarak kurulduğu devirde, iman ve İslâm dolu kalb ve kafanın iradesine tâbi bir kahr ve cebr, zapt ve feth yumruğudur. Kahrı, küfre karşı, cebri kurtarıcılık vazifesine bağlı, zaptı İslâm davasını hakim kılma yolunda, fethi de iman şevketine zemin açma yönündedir.

Ve bütün bunların, içinde kümelendiği, kaynaştığı toplayıcı mâna “ilâ-yı Kelimetullah: Allah adını yüceltme” tâbirindedir.

İşte, Yeniçeri, bu mânalar bakımından tek lekesiz olarak bir asır, ondan sonra yer yer ve zaman zaman mevzu bozulma arazları ve tereddi işaretleriyle birbuçuk asır, ki toplam halinde ikibuçuk asır, aslî mayasının galip rengine sadık gitmiş, kaldırıldığı demlere kadar son ikibuçuk asırlık hayatında da, Türk bünyesini kemirici bir belâ olmuştur.

…… Bu vaziyette iyi haliyle Yeniçeri, ruhunu dayadığı kaynağın haliyle beraber tam bir mâna ve madde kaynağı haliyle beraber tambir mâna ve madde bütünlüğü içinde gerçekten “Ocak” tabirine lâyık ideal askeri temsil ederken, kötü haliyle de, tersine dönmüş bir ruhun her şeyi altüst edici (anti kez)ini belirtir.

Fakat kötü manzarasiyle Yeniçeri ve Yeniçeriliğin ne olduğunu (tez) halinde ve tam çerçeveleyebilmek için, varılacak hüküm şu büyük harfli kelimelerdir:

MENFİ MÂNASİYLE YENİÇERİ VE YENİÇERİLİK, FİKİR VE İMAN, AŞK VE AHLÂKINI KAYBETMİŞ BİR KUVVET MANZUMESİNİN EN CANHIRAŞ VAHŞET MANİVELÂSI HALİNE GEÇİŞİDİR ve DÖRT KELİMELİK BİR İFADEYLE FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSÂNİ İHTİLALİDİR.

Artık Yeniçerilik kaldırılmış, fakat onun türlü cemiyet tabakalarına yerleşerek, oralarda gizli gizli yaşayacak ve sık sık hortlayacak olan ruhu bu değişmez konusunu devam ettirmiştir.

Yeniçeriliğin günümüze kadar gelen bütün hortlamalarında hep aynı illet: FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSANİ İHTİLALİ…

Fikrin olduğu her yerde her şiddet, operatörün neşteri gibi bir nimet, olmadığı yerde de kaatilin bıçağı şeklinde bir âfettir.”

Üstad, “Ne yapılabilirdi?” diye sorar ve şunları söyler:

“Yeniçerilik davasında yapılacak şey, ikinci bir Yeniçeri halinde ona musallat olmak değil, onun derisi içine ve ruhuna girerek ıslahına gitmekti.

Yeniçeriye karşı duranlardan Dördüncü Murad tam bir Yeniçeri olduğu gibi, onu kazıyıp silen İkinci Mahmud da sadece Ocak’tan nefreti, ona hınç ve bu haklı duyguları dayamaya mahrumluğu ölçüsüyle az çok Yeniçeridir.

Aslında bütün bir ruh, anane ve mana ocağı olan Yeniçeriliği, kötü numunelerini baştan başa kırıp geçirdikten sonra, aynı isim altında, zaman ve mekâna hâkim usuller ve aletlerle teçhizatlı, kalbi ve maddesi yeniden zapt ve fethedilmiş bir ocak haline getirmek, yahut, ismi ne olursa olsun, karşılığında böyle bir ocak kurmak lâzımdı.

Böyle yapılmadı ve geçmişte Altın Orduyu kuran Türk cemiyeti, BATI ORDULARININ DIŞ KOPYASINA MUHTAÇ BİR RUH FAKİRLİĞİ İÇİNE ATILDI.

İşte Tanzimatın sadece askerlik plânından kıymet hükmü!

… Sultan Mahmut, Yeniçeriliği, kışlasında, top gülleleriyle gümbür gümbür yıkarak ve yağlı paçavralarla cayır cayır yakarak, sokaklarda ve meydanlarda da her benzettiğini asarak, keserek deri üstü temizliğini tam yaptı. Fakat onun, cemiyette gizli ruh tabakalarına kaçıp peçelenmesine ve başka şekillerde hortlamak üzere mikropvâri yerleşmesine mâni tedbirleri alamadı.

Bunun için şiddetten başka bir telkin ve terbiye yoluna ihtiyaç vardır. Sultan fikirsiz olduğu için ona başvuramadı. Kurduğu ordu da gayet tabii olarak “Asakir-i Mansure” olmak yerine “Asakir-i mağlûbe” oldu ve yine gayet tabii bir netice halinde ilk ve büyük bir acemilik ve şaşkınlıktan başka bir şey gösteremedi. Zaten yeni bir ordu teşkilatına maya tutturabilmek için içtimaî huzur ve zamana ve dört başı mamur şekilde sosyal hamlelere lüzum vardı ve bu şartlardan hiç biri mevcut değildi.

İmparatorluk en nazik yanlarından Batılı düşmanlar eliyle yırtılıp koparılıyor ve artık Avrupanın Türk’ü tasfiye etmek kararı yeni ıslah işlerine girişebilmek için tek nefeslik bir zaman payı bırakmıyordu. Kaldı ki, bu zaman payı bulunsa da memlekette bir iç ve dış muhasebeye girişebilecek üstün çapta tek bir fikir adamı bulunmuyordu.

Alçalma tarihimizde, her devreyi kapsayıcı büyük illet ve eksiğimiz, fikirsizlik…”

Üstad, “Yıkılış ve hortlayış” başlığı altında Yeniçeri’den bugüne verilecek mesaja dair kıymet hükmünü koyar ve yapılması gerekeni söyler:

“…anane ve mânâ yatağı bir teşkilâtın öldürülen ruhu yerine hangi ruh ikame edilecek ve bir takım intizamlı mankenler halinde Batıdan kopya edilen askere hangi ideal üflenecekti?

İşte, daime olduğu gibi, sır bu noktada ve yeniçeriliğin kaldırılışından beri birbuçuk asra yakın modern ordu çabalarımızın, tamamen ayrı bir mânası olan İstiklal Harbi zaferi müstesna, daima bozgunla neticelenmiş olmasındaki hikmet bu incelikte…”

Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” i  bir devrin siyasî ve toplumsal analiz ve sonuçlarını ihtiva ederken, “Yeniçeri”si tarihî seyri içerisinde topyekûn bir ordu telâkkisini ortaya koyuyor. Siyasîlerimiz bugünlerde –vakit çok geç olsa da eğer siyasî dedikodulardan ve darbeye direnme kahramanlıkları(!)ndan zaman bulabilirlerse- Üstadın bu iki kitabını mutlaka okumaları, hazmetmeleri ve bugüne sonuçlar çıkarmaları gerekiyor. Kimileri Üstad’ın bu iki kitabını fark etmese de 46 yıl önceden bugüne müthiş bir basiret ve feraset koridoru açıyor.

Kime? Okuyana, idrak edene, ibret alana…

Vak’ay-i Şerriye” olarak yüzünü gösterse de ikinci bir “Vak’ay-ı Hayriyye”ye dönüşmesini temenni ettiğimiz 15 Temmuz darbe girişimi, bilgi kirliliğinden arındırılıp, selîm akıl, basiret ve ferasetle analiz edilmeli.

Yazımızı Üstad’ın Yeniçeri’sinin sonundaki kıymet hükmüyle bitirelim:

“Bizim hayalimizdeki “Altın Ordu”, bir zamanların büyük Prusya Ordusundaki asîl zabitler kadrosuna parmak ısırtıcı bir madde ve mâna vahdet ve mükemmeliyeti içinde, iman, ahlâk, vakar, edep, zarafet, fedakârlık ve nizam bağlılığı yönlerinden cemiyetine imtisal numunesi ve vatan sınırları kadar kendi öz sınırlarını tanır subaylar manzumesince temsil edilendir!

ALLAH’TAN DUAMIZ METODU DIŞINDA VE TALİM TERBİYE, TELKİN AŞISİYLE BİR DAHA NÜKSETMEMECESİNE (VİRÜS)LERİNDEN TEMİZLETİLMESİDİR.”

Üstad’ın “YENİÇERİ”sini yeniden ibretle okumanın vaktidir!

Okuyacak, anlayacak, ders alacak idrak; gereğine yerine getirecek irade varsa tabii!


http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-vaka-i-hayriye-ve-yeniceri-ocagina-dair-26315h.htm