Yahya Düzenli
Tarih, “yaşanmışlıklar”dan yola
çıkarak “yaşanan” ve “yaşanacak” olanların ipuçlarını veren
ilim ve disiplin olarak önümüze bir yol haritası koyar. Ancak, tarihi sadece
bir “vakıalar yığını” olarak görürseniz, veya tarihi bir vakıayı yaşadığınız
zaman dilimindeki maddi olgularla aynîleştirir, şablonik benzerlikler ve
sonuçlar çıkarmaya çalışırsanız, ortaya tarihselliğin
yanıltıcı karakteri çıkar.
Oysa tarih, her an önümüzü aydınlatan kadîm bir yol
göstericidir. Bu niteliğiyle tarih, bir ilim ve disiplin olmanın ötesinde aslî bir
gerçeklik olarak, geleceğin inşasında en önemli âmildir.
Yakın tarih bize (ibret alınmadığı için)
tarihin tekerrür ettiğine dair önemli
hadiseler ve malzemeler sunuyor. Ancak, tarihi sadece geçmişe ait ve bir daha
yaşanmayacak olaylar dizisi olarak ‘geçmişin
hikâyeleri’ olarak okursanız –ki çoğu kez böyle olmuştur- farklı
hadiselerden yola çıkarak aynı trajik kaderi yaşarsınız. Oysaki tarih ve
gelenek bizi dünden hareket ederek ânın
gereğini yapmaya ve geleceği kurmaya icbar eder.
15 Temmuz darbe girişiminden yola
çıkarak, Osmanlı yeniçeri ocağının lâğvedilmesine giden süreci yeniden
gözden geçirmek, bize bugüne ve geleceğe dair önemli ipuçları verecek ve
sağlıklı tedbir ve kararların alınmasına yardımcı olacaktır. Bugünlerde,
silahlı kuvvetlerin köklü bir biçimde yeniden yapılandırılmasının adımlarının
atıldığı aşamada yeniçeri tarihinin
doğru bir şekilde incelenmesi, olağanüstü hadise ve dönemlerden sonra alınan
tedbirlerin isabetli olmasını sağlayacaktır.
Yakın tarihimizin orduya dair en önemli
hadiselerinden birisi Vak’a-i Hayriye’dir.
Vak’a-i
Hayriye; yâni bugünkü dille “hayırlı olay” olarak adlandırılan
hadise, Padişah II. Mahmud’un 16 Haziran 1826’da artık küstahlığı çekilmez hale
gelen, devletin üzerinde silahlı bir otorite olarak her dediğini yaptıran, kelle
alan, halkı bıktıran ve nefretini celbeden Yeniçeri
Ocağı’nı topa tutturarak imha ettirdiği, bazı ocak yetkililerinin ise idam edildiği
dönemin olaylarına verilen isimdir.
Tahta çıktığından beri uzun süre
Yeniçeri Ocağını kaldırmayı düşünen ve yeni bir ordu yapılanmasına karar veren
II. Mahmut, Eşkinci Ocağı adıyla
yeni bir ordu kurulduğunu açıklaması üzerine yeniçeriler ayaklanır, kazan
kaldırırlar ve İstanbul sokaklarında gösterilere başlarlar. II. Mahmut ulemayı
da yanına alarak Sancak-ı Şerif
çıkarır ve isyancı yeniçerilere karşı halkı mücadele etmeye çağırır.
Yeniçeriler dışında bütün birlikler padişaha sadakatlerini bildirirler. Bunun üzerine Aksaray’daki Et Meydanı’nda
bulunan Yeniçeri kışlaları topa tutulur, binlerce yeniçeri öldürülür, binlerce
isyancı tutuklanır ve idam edilir.
Vak’a-i
Hayriye denilen bu hadiseden sonra “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” ismiyle
yeni bir askerî ocak kurulur.
Tarihi Orhan Gazi dönemine kadar uzanan Yeniçerilik
“kanuni devri sonuna kadar, devletin iman ve
ruh, yani dimağ emrinde sert yumruğu olmakta devam etmiş sonra bu sert yumruk
iman ve ruh merkeziyle, yani dimağla alâkasını kesmiş ve bağlı olduğu vücudun
kafatasını parçalayarak beynini ezmek rolüne geçmiştir. “ Düzenli bir
ocak ve ordu olarak varlığını sürdüren Yeniçeri Ocağı, Yavuz Sultan Selim ve
devam eden devirlerde her an başkaldırma
ve tehlikeli bir tehdit niteliğini bütün bir Osmanlı döneminde
sürdürmüştür. Hatta Fatih’in vefatı ve II. Bayezid’in tahta geçme arefesinde
Yeniçerilerin İstanbul’u baskın ve işgalleri ilk yeniçeri kalkışması olarak
görülür.
Yavuz gibi kudretli bir Padişah’a bile
gözdağı vermekten çekinmeyen Yeniçeri için Üstad Necip Fazıl “Yeniçeriye
hâkim olma davası, Yavuz ve Kanunî çığırlarında, KUVVETLİ DEVLET ŞAHSİYETLERİ
SAYESİNDE yalancı ve kısa süreli olarak
gerçekleşmiş görünse de, artık ileriye doğru ne devlet, ne de ordu
tamamlığından bir vaad beklenebilir. Osmanlı devleti kendisini kısa bir merhale
içinde bekleyen büyük fetihlere rağmen ilk inkıraz alâmetini İkinci Bayezid
devrinde kaybetmiştir.
Apaçıktır ki, yeniçeride kendi öz
vatanını işgal, kendi öz milletinden intikam alma karakteri o zamandan teşekkül
halindedir. Velî lâkâplı İkinci Bayezid, yeniçerilere ordunun bütün toplarını
çevireceği yerde, âh etti, vâh etti, türlü bahşişler atiyyeler vererek onları
niyetlerinden vazgeçirdi” der.
Geçen yazımızda Üstad Necip Fazıl’ın “Benim Gözümde Menderes”inin bugünlerde bir siyasetname olarak yeniden okunması gereken önemli bir referans
kitap olduğuna işaret etmiştik. Bu yazımızda da Üstad Necip Fazıl’ın “YENİÇERİ” isimli kitabının Ordunun
yeniden yapılandırılmasında tarih bilincine ve tarihî
sürekliliğe işaret etmesi bakımından öneminin
altını çizmek gerekiyor. Üstad, her
eserinde olduğu gibi, özellikle de tarihî hadiselere tahsis ettiği eserlerinde hâfızamızı tezatsız bir biçimde diri
tutar. El attığı her konuda muhakeme ve muhasebesini yapar ve hadiseleri hükme
bağlayarak bir gelecek tasavvuru ortaya koyar. Çünkü O; tarihî hesaplaşmanın
nirengi noktalarını işaret etmiş, kıymet hükümlerine bağlamış ve ağır bir vebal
olarak geleceğin tarihçilerine yüklemiştir. Bugünün dâvâ ve dert sahiplerine
düşen ise; O’nun hükümlerinden hareketle
analitik bir idrakle günümüzü yorumlamak, isabetli sonuçlara ulaşmak ve teyakkuz
sahibi olmaktır.
Üstad Yeniçeri’ye başlarken, “Bu eser, sadece Yeniçeriyi anlatmak için
yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği
şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi
olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır” tespitini yapar ve “dünyada
ilk teşkilatlı meslekî orduyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp
işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini
çerçevelemek gayesiyle yazıldı” der. Devamla “Türk’ün bütün millî
düşmanlarından beter ve şenaat çapında bir tasallutla, öz vatanını işgal
altında tutan, sınırların kaçağı ve kendi yurdunun alçağı Yeniçeri, bu millete,
hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir” gerçeğinin altını çizer.
“Yeniçeri Nedir” ara başlığı altında
kesitler halinde Üstad’ı okuyalım:
“Yeniçeri, dünyada ilk askeri teşkilat
olarak kurulduğu devirde, iman ve İslâm dolu kalb ve kafanın iradesine tâbi bir
kahr ve cebr, zapt ve feth yumruğudur. Kahrı, küfre karşı, cebri kurtarıcılık
vazifesine bağlı, zaptı İslâm davasını hakim kılma yolunda, fethi de iman
şevketine zemin açma yönündedir.
Ve bütün bunların, içinde kümelendiği,
kaynaştığı toplayıcı mâna “ilâ-yı Kelimetullah: Allah adını yüceltme”
tâbirindedir.
İşte, Yeniçeri, bu mânalar bakımından
tek lekesiz olarak bir asır, ondan sonra yer yer ve zaman zaman mevzu bozulma
arazları ve tereddi işaretleriyle birbuçuk asır, ki toplam halinde ikibuçuk
asır, aslî mayasının galip rengine sadık gitmiş, kaldırıldığı demlere kadar son
ikibuçuk asırlık hayatında da, Türk bünyesini kemirici bir belâ olmuştur.
…… Bu vaziyette iyi haliyle Yeniçeri,
ruhunu dayadığı kaynağın haliyle beraber tam bir mâna ve madde kaynağı haliyle
beraber tambir mâna ve madde bütünlüğü içinde gerçekten “Ocak” tabirine lâyık
ideal askeri temsil ederken, kötü haliyle de, tersine dönmüş bir ruhun her şeyi
altüst edici (anti kez)ini belirtir.
Fakat kötü manzarasiyle Yeniçeri ve
Yeniçeriliğin ne olduğunu (tez) halinde ve tam çerçeveleyebilmek için,
varılacak hüküm şu büyük harfli kelimelerdir:
MENFİ MÂNASİYLE YENİÇERİ VE YENİÇERİLİK,
FİKİR VE İMAN, AŞK VE AHLÂKINI KAYBETMİŞ BİR KUVVET MANZUMESİNİN EN CANHIRAŞ
VAHŞET MANİVELÂSI HALİNE GEÇİŞİDİR ve DÖRT KELİMELİK BİR İFADEYLE FİKİRSİZ
KUVVETİN NEFSÂNİ İHTİLALİDİR.
Artık Yeniçerilik kaldırılmış, fakat
onun türlü cemiyet tabakalarına yerleşerek, oralarda gizli gizli yaşayacak ve
sık sık hortlayacak olan ruhu bu değişmez konusunu devam ettirmiştir.
Yeniçeriliğin günümüze kadar gelen bütün
hortlamalarında hep aynı illet: FİKİRSİZ KUVVETİN NEFSANİ İHTİLALİ…
Fikrin olduğu her yerde her şiddet,
operatörün neşteri gibi bir nimet, olmadığı yerde de kaatilin bıçağı şeklinde
bir âfettir.”
Üstad, “Ne yapılabilirdi?” diye sorar ve şunları söyler:
“Yeniçerilik davasında yapılacak şey,
ikinci bir Yeniçeri halinde ona musallat olmak değil, onun derisi içine ve
ruhuna girerek ıslahına gitmekti.
Yeniçeriye karşı duranlardan Dördüncü
Murad tam bir Yeniçeri olduğu gibi, onu kazıyıp silen İkinci Mahmud da sadece
Ocak’tan nefreti, ona hınç ve bu haklı duyguları dayamaya mahrumluğu ölçüsüyle
az çok Yeniçeridir.
Aslında bütün bir ruh, anane ve mana
ocağı olan Yeniçeriliği, kötü numunelerini baştan başa kırıp geçirdikten sonra,
aynı isim altında, zaman ve mekâna hâkim usuller ve aletlerle teçhizatlı, kalbi
ve maddesi yeniden zapt ve fethedilmiş bir ocak haline getirmek, yahut, ismi ne
olursa olsun, karşılığında böyle bir ocak kurmak lâzımdı.
Böyle yapılmadı ve geçmişte Altın Orduyu
kuran Türk cemiyeti, BATI ORDULARININ DIŞ KOPYASINA MUHTAÇ BİR RUH FAKİRLİĞİ
İÇİNE ATILDI.
İşte Tanzimatın sadece askerlik
plânından kıymet hükmü!
… Sultan Mahmut, Yeniçeriliği,
kışlasında, top gülleleriyle gümbür gümbür yıkarak ve yağlı paçavralarla cayır
cayır yakarak, sokaklarda ve meydanlarda da her benzettiğini asarak, keserek
deri üstü temizliğini tam yaptı. Fakat onun, cemiyette gizli ruh tabakalarına
kaçıp peçelenmesine ve başka şekillerde hortlamak üzere mikropvâri yerleşmesine
mâni tedbirleri alamadı.
Bunun için şiddetten başka bir telkin ve
terbiye yoluna ihtiyaç vardır. Sultan fikirsiz olduğu için ona başvuramadı.
Kurduğu ordu da gayet tabii olarak “Asakir-i Mansure” olmak yerine “Asakir-i
mağlûbe” oldu ve yine gayet tabii bir netice halinde ilk ve büyük bir acemilik
ve şaşkınlıktan başka bir şey gösteremedi. Zaten yeni bir ordu teşkilatına maya
tutturabilmek için içtimaî huzur ve zamana ve dört başı mamur şekilde sosyal
hamlelere lüzum vardı ve bu şartlardan hiç biri mevcut değildi.
İmparatorluk en nazik yanlarından Batılı
düşmanlar eliyle yırtılıp koparılıyor ve artık Avrupanın Türk’ü tasfiye etmek
kararı yeni ıslah işlerine girişebilmek için tek nefeslik bir zaman payı
bırakmıyordu. Kaldı ki, bu zaman payı bulunsa da memlekette bir iç ve dış
muhasebeye girişebilecek üstün çapta tek bir fikir adamı bulunmuyordu.
Alçalma tarihimizde, her devreyi
kapsayıcı büyük illet ve eksiğimiz, fikirsizlik…”
Üstad, “Yıkılış ve hortlayış” başlığı
altında Yeniçeri’den bugüne verilecek mesaja dair kıymet hükmünü koyar ve
yapılması gerekeni söyler:
“…anane ve mânâ yatağı bir teşkilâtın
öldürülen ruhu yerine hangi ruh ikame edilecek ve bir takım intizamlı mankenler
halinde Batıdan kopya edilen askere hangi ideal üflenecekti?
İşte, daime olduğu gibi, sır bu noktada
ve yeniçeriliğin kaldırılışından beri birbuçuk asra yakın modern ordu
çabalarımızın, tamamen ayrı bir mânası olan İstiklal Harbi zaferi müstesna,
daima bozgunla neticelenmiş olmasındaki hikmet bu incelikte…”
Üstad’ın “Benim Gözümde Menderes” i
bir devrin siyasî ve toplumsal analiz ve sonuçlarını ihtiva ederken, “Yeniçeri”si tarihî seyri içerisinde
topyekûn bir ordu telâkkisini ortaya koyuyor. Siyasîlerimiz bugünlerde –vakit çok geç olsa da eğer siyasî
dedikodulardan ve darbeye direnme kahramanlıkları(!)ndan zaman bulabilirlerse-
Üstadın bu iki kitabını mutlaka
okumaları, hazmetmeleri ve bugüne sonuçlar çıkarmaları gerekiyor. Kimileri
Üstad’ın bu iki kitabını fark etmese de 46 yıl önceden bugüne müthiş bir
basiret ve feraset koridoru açıyor.
Kime? Okuyana, idrak edene, ibret alana…
“ Vak’ay-i Şerriye” olarak yüzünü gösterse de ikinci bir “Vak’ay-ı Hayriyye”ye dönüşmesini
temenni ettiğimiz 15 Temmuz darbe girişimi, bilgi kirliliğinden arındırılıp,
selîm akıl, basiret ve ferasetle analiz edilmeli.
Yazımızı Üstad’ın Yeniçeri’sinin sonundaki kıymet hükmüyle bitirelim:
“Bizim hayalimizdeki “Altın Ordu”, bir
zamanların büyük Prusya Ordusundaki asîl zabitler kadrosuna parmak ısırtıcı bir
madde ve mâna vahdet ve mükemmeliyeti içinde, iman, ahlâk, vakar, edep, zarafet,
fedakârlık ve nizam bağlılığı yönlerinden cemiyetine imtisal numunesi ve vatan
sınırları kadar kendi öz sınırlarını tanır subaylar manzumesince temsil
edilendir!
ALLAH’TAN DUAMIZ METODU DIŞINDA VE TALİM
TERBİYE, TELKİN AŞISİYLE BİR DAHA NÜKSETMEMECESİNE (VİRÜS)LERİNDEN
TEMİZLETİLMESİDİR.”
Üstad’ın “YENİÇERİ”sini yeniden ibretle okumanın vaktidir!
Okuyacak, anlayacak, ders alacak idrak;
gereğine yerine getirecek irade varsa tabii!
http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-vaka-i-hayriye-ve-yeniceri-ocagina-dair-26315h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder