Doğumunun 120, vefatının 41. Yılında…
ŞİİRDEN TEFEKKÜRE ÜSTAD NECİP FAZIL
ÜZERİNE…
Yahya DÜZENLİ
Bu
yıl Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 120., vefatının da 41. yıldönümü. 79 yıllık
hayatının her saniyesini “varlık idraki ve mükellefiyeti”yle doldurmuş bir
fikir-sanat ve aksiyon dehasını sadece yıldönümlerinde “zihin konforu” şeklinde
hatırlamak değil; hayatın bütün yönleri gösteren pusula gibi O’nun fikirlerini
takip etmek, eserlerini hazmetmek, onlarla yürümek ve hayata bakmak çok daha
önemlidir.
Fikir,
sanat, siyaset adamlarının doğum veya ölüm yıldönümlerinin ritüel haline
geldiği günümüzde, Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının
yıldönümlerinde O’nu konuşmak, yazmak ve her cümlesi muhatabına ontolojik
mükellefiyet yükleyen eserlerine ve hayatına böyle bakmak gerekiyor. Üstad’ın
hayatı; insanın içine ve derinliğine doğru “nefs muhasebesi” olarak kendisiyle
hesaplaşmasıyla birlikte; genişliğine doğru tarihî/toplumsal bir hesaplaşmanın
tezahürüdür.
Üstad’ı
hatırlamanın ve eserlerine nüfuz etmenin; O’nun bir ömür çilesini çektiği,
mücadelesini verdiği “Allah ve Resulü davası”nı hissedebilecek, idrak
edebilecek, bunun her alanda liyakat ve ehliyet ölçülerini kuşanacak bir neslin
doğmasına, bu doğumu hazırlayacak iklimin habercisi olur diye ümit ve dua
ediyoruz.
VARLIK İDRAKİ
Üstad’ın
hayatı; Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanımadan önce de her ânı varlık
muhasebesiyle dolu bir dönem; O’nu tanıdığı 30 yaşından sonra (1943) da
varlığın hakikatini kavrayan bir idrak olarak insan mükellefiyet ve
memuriyetine kemaliyle verilmiş bir cevaptır. Üstad’da varlık sancısı ve ebediyet
iştiyakı ilk gençlik yıllarındaki şiirlerinden ve yazılarından başlayarak
vefatından hemen önceki (1983) şiirlerinde (bütün fikriyatında da) görülür.
17-18 yaşlarında yazdığı KİTABE ve ALLAH
isimli şiirlerinde “Ben bu halden
ibret almadan göçtüm. Ondan ibret alan el oldu ya hu!” ve “Bu
dem ta derinden vurgunum Allah!” gibi mısraları O’nun insanın iç muhasebe
ve varlık sancılarını ifade eden mısralardır.
Bu mısralar ortada
dururken, Üstad’ın hayatını kimi eleştirmenlerin “İslam’dan önceki ve sonraki
hayatı” şeklinde bir abes ayırıma tabi tutmaları Üstad’ın hayatını ve
fikriyatını anlamak bir yana, bir bütün olarak kavrayamamalarındandır.
Üstad’ın zamanın fikir
ve edebiyat dünyasında ilk görünüşü “şair” kimliğiyledir. “ÇİLE”sine almadığı
şiirlerinden en son yazdığı “ZEHİR” başlıklı şiirine kadar tamamında Varlık
muhasebesi, varoluş hikmeti, insan olma mükellefiyeti’nin kalbî
derinliklerinden fışkıran mısra ötesi kelamla karşılaşırız. Mısralara dökülmüş
bu “hal”, Üstad’ın ömür boyu sürdürdüğü varoluş ve muhasebe şuurunun
ifadesidir. Üstad’ın şiirdeki kelam kudreti, onun mütefekkir vasfını bir
anlamda gölgede bırakmıştır. Şiirinin gücü, tefekkür mahsulü eserlerinin
üzerine sinmiştir. Böyle olsa bile, ÇİLE’deki tasnif edilmiş ve mısralara
dökülmüş bütün şiirleri insan, tarih,
zaman, varlık, dünya, ölüm, kader, ahiret, vs. gibi varoluş meselelerini
kuşatmıştır. İki mısralık şiirlerinde bile kitaplık çapta bir derinlik ve
tahassüs söz konusudur.
Üstad;
fikir, sanat, edebiyat, tarih, dil… hasılı bütün ilim ve irfan arsasını, sahih
geleneğe,
köklere
sımsıkı bağlanarak yeniden inşa etme
cehdinin ve bunu kemaliyle yerine getirmenin
huzuru
ile bu dünyadan ebedî âleme göçmüştür.
Üstad’ın
hayatı, hayatının her ânı, kendi tabiriyle “yaşanmaya değer hayat”ın nasıl olması
gerektiğinin izleriyle doludur. Mahkeme salonlarında da, zindanlarda da
meydanlarda da asla yorgunluk ve bitkinlik olmayan, muazzam duruşuyla her an temsil
ettiği fikrin ve ‘huzur’da bulunmanın izzet ve mes’uliyetiyle
donanmış ve bu mes’uliyeti bir toplumsal enerji haline getirebilme
hummasıyla kaynayan bir mücahede ve mücadele adamıdır Üstad.
Kendini
idrak ettiği çocukluk yıllarından başlayan “varoluş sancısı” ve 30 yaşında
Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanımasıyla asıl kalıbını ve yatağını bulan
“varlık idraki”, O’nun bir muhakkik olarak şiirdeki kemal ve zirve şahsiyetini,
1943’te fiilen BÜYÜK DOĞU olarak adlandırdığı “Yeni zamanlarda İslam’a yol açma geçidi”yle geniş kitlelerde
“yeniden idrak” ve bir volkan patlaması olarak görüyoruz.
ZOR ZAMANLARDA
NECİP FAZIL…
“Hesaplaşma” önemli bir hususiyetidir
Üstadın. Birbiriyle iç içe olarak öncelikle kendi iç muhasebesi (varlık) ,
sonra cemiyet muhasebesi, sonra da bir tefekkür adamı misyonuyla doğu-batı
muhasebesi eserlerinin bütününde görülür.
1940’ların
CHP “tek parti şekavet ve ceberrut devri”nde,
milletimizin ruh kökünün ifsat ve imha edilmeye çalışıldığı, “Allah” demenin bile yasak olduğu, bütün bir
tarihin inkâr ve katliamla yok edilmek istendiği dönemde, tek başına ortaya
çıkabilecek bir cesaretle karşı duruşun remz şahsiyetidir Üstad.
Herkesin
kabuğuna çekildiği, izbelerde bile İslam’ın hiçbir şekilde terennümüne tahammül
edilmediği, etmeye cesaret edenlerin takip edildiği, zindanlara atıldığı
bir “küfür devri”nde “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diye
haykıran ve bu haykırışı bir dünya
görüşü ideolocyası haline getiren mihrak şahsiyettir Üstad Necip Fazıl.
Gene kendi deyimiyle “Küfürden buzdağını
titreyen nefesiyle eritme”nin haysiyetini taşımış bir cesaret ve celadet abidesidir. Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle
devam eden ve Cumhuriyetle en dehşetli dönemini yaşayan Batıya kapılma, tarih düşmanlığı., hafızamızı yok etme ve
köklerimizi kurutma cinnetine karşı tek başına mücadele vermiş muazzam bir
şahsiyettir Üstad.
Üstadı
yılın belli ay ve günlerine tahsis etmek yerine, onu anmanın ötesinde, artık
eserleriyle anlamak ve bütün
zamanlara tahvil etmek gerekiyor. Bir ömür mücadelesini verdiği büyük davanın taşıyıcısı olarak gördüğü
gençliğin, bugün özellikle muhtaç
olduğu gıda ve enerji, Üstad’ın eserlerinin
bütününde mevcuttur. O’nun tespitiyle; Kanuni’den başlayan İslam’ın bozulma
çığırının Tanzimat’la köklerinin
kurutulmaya çalışılması ve Cumhuriyetle birlikte de büsbütün köklerin imha edilmesine karşı
eserleriyle, sanatıyla, fikriyatıyla hisar oluşturmuş bir büyük tefekkür hamlesini görmek ve bugün yeniden O’nu okumak, anlamak, hissetmek zorundayız.
Eserlerinin
tamamına yayılmış olan ontolojik fikir örgüsü, sadece yaşadığı zaman dilimini
değil, geleceği de kuşatıcı dokuya sahiptir. Bütün mesele bunu görebilmek ve
bundan yola çıkarak dünyaya, insana, hayata bakabilmektir.
Üstad’ın
kavramlara verdiği veya yüklediği mana, kelime ve kavramların O’nun elinde
nasıl bir derinliğe kavuştuğunu da gösterir. Düşünülemeyeni düşünen,
konuşulamayanı konuşan, derinleştirilemeyeni derinleştiren, anlaşılamayanı
anlaşılır kılan bir muhakkik şahsiyet olarak eşya ve hadiselerin ‘künh’üne
vakıf olma cehdiyle, bu yolda bir ömür veren Üstad’ı nasıl anlamalı ve
anlatmalı?
Üstad,
“Kahraman”ları iki gruba ayırmıştı: “Ölmeden Ölenler” ve “Ölüp de ölmeyenler”.
Aslında O’nun hayatını önümüze alarak baktığımızda, kendisi de bu iki kavramın
tam merkezinde yaşamış ve halen de eserleriyle yaşamaktadır. Gerek tiyatroları,
hikayeleri, romanları ve diğer eserleri olsun, hepsinin merkezinde kendisi
vardır. Fikirlerini eserin muhtevası ve tema’sına uygun olarak konuşturduğu
şahıslarla verir.
“Veliler Ordusundan 333”
isimli eserinin girişinde “Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki
âlemde meclis kuranların hikâyeleri... Mutlâk ve sonsuz nurun en mahrem
tecellisi etrafında halkalanmış o kahramanların hikâyeleri ki, insan onlara
rastgele bir göz atar atmaz niçin yaratıldığını anlar gibi oluyor.” ifadesi var Üstadın. O’nun mana kahramanlarına dair bu
ifadesi aslında kendi yaşadığı hayatın bir özeti ve kıymet hükmü
mahiyetindedir. Yoksa, böyle bir adanmışlığa hasredilmiş bir hayat çekilemez
olurdu. O; kendi ifadesiyle “zevken idrak”ten nasibini aldığı
için böylesine meşakkat ve çile dolu bir hayata talip olmuştur. Susturulmak
için zindandan zindana sürüklenmesine, elindeki yayın organlarının
toplatılmasına, fikirlerini teşhir edecek vasıtalardan mahrum edilmesine rağmen
bir an bile dava aşkı, mücadele azmi ve cehdinden taviz vermemiştir. O’nun içindir ki “Bugünküne mazi yarınkine istikbal” olan bir mihrak şahsiyettir.
BÜYÜK
DOĞU KÜLLİYATI
Gençliğin,
kaotik bir bilgi ve düşünce ortamında istikametini
tayin edemediği, yanlış kulvarlarda dolaştığı bir zamanda, Üstad’ın bütün
eserleri bir kutup yıldızı gibi yön
bulmanın projektörleri niteliğindedir. O’nun eserleri, eskilerin “âsar-ı
bâkiye” dediği ölümsüz/kalıcı eser olarak, sadece
günümüze değil, gelecek zamanlara hitap eden, geleceğin ipuçlarını bünyesinde
barındıran bir zamanüstülüğe
sahiptir. . F.Towarnicki’nin Heiddeger için söylediği “O üç bin yıl sonra da yaşayacak” sözü Üstad’ın hayatı ve eserleri
için de söz konusudur.
Çok
iddialı bir cümle gibi gelse de; bugün, yeniden doğru bir itikat, doğru bir
fikriyat, doğru bir düşünce ve eylem çizgisi oluşturmanın yegâne muhatap adresi
(Eski tabirle itikaden ve amelen tezatsız bir bütünlük içinde); Büyük Doğu Külliyatıdır. Bakan ve gören
göz, anlayan idrak, hisseden kalp sahiplerinin, özellikle gençliğin muhtaç
olduğu ana gıda Büyük Doğu Külliyatındadır.
Üstadın
hangi cümlesinden yola çıkarsanız çıkın, o cümle sizi bir büyük muhasebeye,
varlık idrakine götürür. Her yanlış doğrusuna, her kavram asliyyetine Üstad’da,
O’nun eserlerinde kavuşmuştur. Yâni O; İslâm’ın bugün muhtaç olduğu tecdit (yenilenme) hamlesini, aslından
kopmadan, yeni zaman şartlarını tahlil ve terkip ederek hatırlatmakla kalmamış,
bizzat başta İdeolocya Örgüsü olmak üzere diğer eserleriyle ortaya koymuştur.
Zaman,
O’nu ve eserlerini sadece bir dudak
tiryakiliğiyle dile getirmenin değil, özellikle genç neslin ciğerlerine
çekmeleri gereken bir hayatî nefes mahiyetinde olduğunu
göstermenin zamanıdır. Kendisi, sağlığında gençliğin fikrî gıda ihtiyacını görmüş ve; “Ey genç adam yolumu adım adım
bilirsin. Erken gel, beni evde bulamayabilirsin” mısralarıyla da teklif
ve ihtar etmiştir. Çok şükür ki, bugün bütün eserleri Büyük Doğu Yayınevi’nce
tam ve tekmil olarak yayınlanmaktadır.
O’nun
eserlerine “Nesil yetiştirici bir
mürebbiye” niteliğiyle baktığımızda; “idrak
çilesine talip ve gerçek bir dünya görüşüne varmış” irfan sahibi nesilleri
beklemektedir.
Başta
İdeolocya Örgüsü, İman ve İslam Atlası olmak üzere, bütün tasavvufî eserleri,
romanları, hikayeleri, tiyatroları… vs. bütün eserlerinin içine nüfuz etmiş,
her biri orijinal ve yepyeni bir TEZ’le
karşımıza çıkmaktadır. Eserlerindeki bu kıymet hükmü yani TEZ’leri, bugünün ve
yarının ilim, fikir ve sanat adamlarınca analitik tahlilini beklemektedir.
Özellikle
Ulu Hakan Abdulhamid Han, Büyük Vatan
Dostu Sultan Vahidüddin isimli eserleri başta olmak üzere Sahte Kahramanlardaki tarihÎ tezlerin ilk defa Üstad
tarafından dile getirilişi, telif hakkının
Üstada ait olması O’nun yakın tarihimize ilişkin perspektif ve muhteva vermesi
açısından oldukça mühimdir. Diğer bütün eserleri de saha ve muhteva olarak emsali olmayan ve mukayese edilemeyecek şaheserlerdir.
ÇİLE’sinde
topladığı şiirleri ve emsalsiz POETİKA’sı her türlü tahassüsün ve kalem
kudretinin ötesindedir. Şiirde kemal ve şahika Üstad’la aşılmaz bir zirveye
oturmuştur. “Üstün idrak” olarak tanımladığı şiirin de gayesini Poetika’sında; “mutlak hakikati usullerin en ince ve en giriftiyle aramak” olarak
tarif eder ve “…Şiir üstün manasıyla
sadece Allah’ı arayan bir alet olduğu için, ister güneşten bahsetsin, ister
kertenkeleden, eşya ve hadiseleri kuşatıcı namütenahi ince girift nispetler
içinde, Allah’ın hudutsuz sanatındaki sonsuz
mimarinin bir kapısından girip bir kapısından çıkmaya memurdur. Böylece şiir,
kördüğümlerin en belalıları arasından süzülerek, daime bulduğu şeyin arkasında
kalmaya mahküm başka bir ‘bulunacak şey’ arar. Şair ise, işte bu soydan
‘bulunacak şey’lere yol açtığı nispette sanatkar, onları çıkmaz sokaklara
tıkadığı nispette de basit bir davulcu olarak kalır.” Der. Devamla “ Şiirin
üstün gâyesi, âlimlerin nâmütenâhî kesret ifadesi içinde büyük ve merkezi
vahdete doğru, içiçe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulâde çevik ve
ince bünyenin heykeltraşlığıdır.” Hükmünü verir.
Bütün
sanatının mısralara dökülmüş görünümünden yola çıkarak rahatça şöyle diyebiliriz:
Üstad’a rağmen- veya Üstad’sız şiir,
fikir, sanat, tarih, dil, kültür, vs. düşünülebilir mi?
BÜYÜK
DOĞU/İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ / MEDENİYET TASAVVURU
Üstad’ın
Büyük Doğusu (İdeolocya Örgüsü)
bugün yeni dünya ve küresel hegemonya düzeninee karşı; tarihi köklerin hayatın
her karesine yayılmış yeni ve bütünleştirilmiş dallar halinde yegane, benzeri olmayan bir muhasebe,
murakabe, muhakeme ve her cephesiyle som olarak bütünleştirilmiş sistem örgüsü olarak yeni nesilleri
beklemektedir. Allah’ın büyük bir lütuf
olarak bahşettiği Üstad’ın muakibi (takipçisi) olmak ve O’ndan beslenen
nesillere fidelik yapacak kültür ve
eğitim iklimini hasretle bekliyoruz.
Üstad’ın İdeolocya Örgüsü; kimse farkında
değildir ki İslâm'ın, asliyyetinden feda etmeksizin yeni zamanlarda Anadolu
coğrafyasındaki arkeolojik ifadesidir. Yâni derinliğine bir keşif ve ortaya
çıkarılan Medeniyet Tasavvuru'dur.
Üstad (şimdilerde ağızlarda nakarat şeklinde bir kavram olarak dolaşan) “medeniyet
tasavvuru”nu, fikir ve mücadele
hayatının başından beri ısrarla temel bir zemin haline getirmiştir. 1939
yılında “Avrupalı olmamak şerefi” başlıklı yazısında "Benim
kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa
medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün
peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş
mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet
edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır..." hükmünü
veriyor. Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da
tamamiyle değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması
şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvuru; kitaplık çapta teklif edilen,
tezatsız bir bütün halinde sadece Üstad'ın İdeolocya Örgüsü'nde mevcuttur.
Gene 1939'da "Dünya görüşü"
eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: "Bu devirde eline kalem almak
cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz
nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak
zorundadır." Bu ne müthiş bir derinlik, mes’uliyet, tezatsızlık ve
idraktir.
ÜSTAD’IN ŞİİRLERİNDE MES’ULİYET İDRAKİ:
İnandığı davayı taşıma ve temsil etme
endişesi, mes’uliyeti, adeta kaynayan bir yanardağ gibi Üstad’ı yakar, kül
eder:
“Allah, Resul aşkıyla, yandım, bittim,
kül oldum;
Öyle zayıfladım ki, sonunda Herkül
oldum!”
…
Üstad, kendi faniliğinin farkında
olarak “ölümsüz şarkı”nın bestesini,
insan gayretinin haddinde yeni zaman ve
mekân şartlarında eksiksiz ve fazlasız yerine getirmiştir:
“Garip geldik gideriz, rafa koy evi
barkı;
Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz
şarkı! “
….
Üstad’ın inanmış ve adanmış bir dava
adamı olarak hissiyat ve mes’uliyeti kemal halindedir:
“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir
kuş öldürse sanki ben can çekişiyorum...”
….
Şu mısralardaki “vebal” yani ağır yük ve sorumluluk ancak
Üstad çapında bir nefs muhasebesi geçirenlere mahsustur:
“Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal;
Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal!”
AYASOFYA
HİTABESİ:
Üstadın
her alanda vermiş olduğu eserlerinin yanında, hitabe ve konferanslarının her
biri tarihî “tez” niteliğindedir. Kısa hitabelerinden uzun konferanslarına
kadar, muhteva ve kıymet hükümleriyle zamanın ilerisini işaret eden bir feraset
ve basirete sahipti.
Bir
misal olarak; 29 Aralık 1965 tarihinde Milli Türk Talebe Birliği’nde kalabalık
bir gençlik topluluğuna hitaben yaptığı AYASOFYA konuşması, Ayasofya
vesilesiyle adeta tarihi bir hesaplaşma, bir tarih muhasebesi olarak manifesto
niteliğinde müthiş bir konuşmadır.
Bu
hitabede Üstad;
“….Ayasofya'nın kapılarıyla
beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya
bağlı...
Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel
de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine
kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara
"artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30
milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.
Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini
kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi
olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.
Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar,
zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki,
bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele
geçecek...
Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası
mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici
bir kitap gibi açılacak...
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı
şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran
akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk
gençliğinin kalbi gibi açılacak...
Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.”
Üstad’ın
sadece bu hitabesi bile ‘tarih şuuru ve tarihî muhasebe”nin kıymet
hükümleridir. Ve Üstad sadece heyecanları yükselten değil, basiret ve
ferasetiyle Ayasofya’nın mutlaka açılacağına dair şartların da müjdesini
vermektedir. Bu hitabe ontolojik yani varlığımızı canhıraş bir şekilde idrak
ettirici bir haykırıştır. Her kelimesi, her cümlesi birer kitap hacminde bir
külliyattır.
Bugün
59 yıl sonra bu hitabeye baktığımızda; Ayasofya’nın ruh, mana ve maddesinin
Fatih’le birlikte ne ifade ettiğine dair başka bir ontolojik metin bulabilmek
mümkün değildir. Ayasofya üzerinden bir tarih ve medeniyet muhasebesi ortaya
konulmuştur. İnanıyorum ki, Üstad’ın bu hitabesinden yağan hikmet ve rahmet,
Ayasofya’nın yeniden açılışında sebep olmuştur. İnşaallah bundan sonra da bu
rahmetle birlikte iman, dil, tarih, irfan, idrak seli başlar diye ümid
ediyoruz.
100’ü
aşkın eserinin yol göstericiliğinde yürümek, bugünkü neslin muhtaç olduğu
pusula ve yol haritasıdır.
İnsanın
dünyada varoluş, nefs muhasebesi ve mücadelesinin remz ve emsal şahsiyeti
olarak Üstad Necip Fazıl’ın fikir ve eserleri, “zaman üstü” niteliğiyle muhatap
idrakleri bekliyor.
Doğumunun
120. Vefatının 41. sene-i devriyesinde O’na rahmet, bize de eserlerinin
bereketiyle idrak nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.
(Türkiye Günlüğü Dergisi, Eylül 2024)