15 Temmuz 2025 Salı

ŞİİRDEN TEFEKKÜRE ÜSTAD NECİP FAZIL ÜZERİNE...

 

Doğumunun 120, vefatının 41. Yılında…

ŞİİRDEN TEFEKKÜRE ÜSTAD NECİP FAZIL ÜZERİNE…

 

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

 

Bu yıl Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 120., vefatının da 41. yıldönümü. 79 yıllık hayatının her saniyesini “varlık idraki ve mükellefiyeti”yle doldurmuş bir fikir-sanat ve aksiyon dehasını sadece yıldönümlerinde “zihin konforu” şeklinde hatırlamak değil; hayatın bütün yönleri gösteren pusula gibi O’nun fikirlerini takip etmek, eserlerini hazmetmek, onlarla yürümek ve hayata bakmak çok daha önemlidir.

 

Fikir, sanat, siyaset adamlarının doğum veya ölüm yıldönümlerinin ritüel haline geldiği günümüzde, Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının yıldönümlerinde O’nu konuşmak, yazmak ve her cümlesi muhatabına ontolojik mükellefiyet yükleyen eserlerine ve hayatına böyle bakmak gerekiyor. Üstad’ın hayatı; insanın içine ve derinliğine doğru “nefs muhasebesi” olarak kendisiyle hesaplaşmasıyla birlikte; genişliğine doğru tarihî/toplumsal bir hesaplaşmanın tezahürüdür.

 

Üstad’ı hatırlamanın ve eserlerine nüfuz etmenin; O’nun bir ömür çilesini çektiği, mücadelesini verdiği “Allah ve Resulü davası”nı hissedebilecek, idrak edebilecek, bunun her alanda liyakat ve ehliyet ölçülerini kuşanacak bir neslin doğmasına, bu doğumu hazırlayacak iklimin habercisi olur diye ümit ve dua ediyoruz. 

 

VARLIK İDRAKİ

Üstad’ın hayatı; Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanımadan önce de her ânı varlık muhasebesiyle dolu bir dönem; O’nu tanıdığı 30 yaşından sonra (1943) da varlığın hakikatini kavrayan bir idrak olarak insan mükellefiyet ve memuriyetine kemaliyle verilmiş bir cevaptır. Üstad’da varlık sancısı ve ebediyet iştiyakı ilk gençlik yıllarındaki şiirlerinden ve yazılarından başlayarak vefatından hemen önceki (1983) şiirlerinde (bütün fikriyatında da) görülür. 17-18 yaşlarında yazdığı KİTABE ve ALLAH  isimli şiirlerinde “Ben bu halden ibret almadan göçtüm. Ondan ibret alan el oldu ya hu!”  ve “Bu dem ta derinden vurgunum Allah!” gibi mısraları O’nun insanın iç muhasebe ve varlık sancılarını ifade eden mısralardır.

 

Bu mısralar ortada dururken, Üstad’ın hayatını kimi eleştirmenlerin “İslam’dan önceki ve sonraki hayatı” şeklinde bir abes ayırıma tabi tutmaları Üstad’ın hayatını ve fikriyatını anlamak bir yana, bir bütün olarak kavrayamamalarındandır.

 

Üstad’ın zamanın fikir ve edebiyat dünyasında ilk görünüşü “şair” kimliğiyledir. “ÇİLE”sine almadığı şiirlerinden en son yazdığı “ZEHİR” başlıklı şiirine kadar tamamında Varlık muhasebesi, varoluş hikmeti, insan olma mükellefiyeti’nin kalbî derinliklerinden fışkıran mısra ötesi kelamla karşılaşırız. Mısralara dökülmüş bu “hal”, Üstad’ın ömür boyu sürdürdüğü varoluş ve muhasebe şuurunun ifadesidir. Üstad’ın şiirdeki kelam kudreti, onun mütefekkir vasfını bir anlamda gölgede bırakmıştır. Şiirinin gücü, tefekkür mahsulü eserlerinin üzerine sinmiştir. Böyle olsa bile, ÇİLE’deki tasnif edilmiş ve mısralara dökülmüş bütün şiirleri insan, tarih, zaman, varlık, dünya, ölüm, kader, ahiret, vs. gibi varoluş meselelerini kuşatmıştır. İki mısralık şiirlerinde bile kitaplık çapta bir derinlik ve tahassüs söz konusudur.

 

Üstad; fikir, sanat, edebiyat, tarih, dil… hasılı bütün ilim ve irfan arsasını, sahih geleneğe,

köklere sımsıkı bağlanarak yeniden inşa etme cehdinin ve bunu kemaliyle yerine getirmenin

huzuru ile bu dünyadan ebedî âleme göçmüştür.

 

Üstad’ın hayatı, hayatının her ânı, kendi tabiriyle “yaşanmaya değer hayat”ın nasıl olması gerektiğinin izleriyle doludur. Mahkeme salonlarında da, zindanlarda da meydanlarda da asla yorgunluk ve bitkinlik olmayan, muazzam duruşuyla her an temsil ettiği fikrin ve ‘huzur’da bulunmanın izzet ve mes’uliyetiyle donanmış ve bu mes’uliyeti bir toplumsal enerji haline getirebilme hummasıyla kaynayan bir mücahede ve mücadele adamıdır Üstad.

 

Kendini idrak ettiği çocukluk yıllarından başlayan “varoluş sancısı” ve 30 yaşında Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanımasıyla asıl kalıbını ve yatağını bulan “varlık idraki”, O’nun bir muhakkik olarak şiirdeki kemal ve zirve şahsiyetini, 1943’te fiilen BÜYÜK DOĞU olarak adlandırdığı “Yeni zamanlarda İslam’a yol açma geçidi”yle geniş kitlelerde “yeniden idrak” ve bir volkan patlaması olarak görüyoruz.

 

ZOR ZAMANLARDA NECİP FAZIL…

 

“Hesaplaşma” önemli bir hususiyetidir Üstadın. Birbiriyle iç içe olarak öncelikle kendi iç muhasebesi (varlık) , sonra cemiyet muhasebesi, sonra da bir tefekkür adamı misyonuyla doğu-batı muhasebesi eserlerinin bütününde görülür.

1940’ların CHP “tek parti şekavet ve ceberrut devri”nde, milletimizin ruh kökünün ifsat ve imha edilmeye çalışıldığı,  “Allah” demenin bile yasak olduğu, bütün bir tarihin inkâr ve katliamla yok edilmek istendiği dönemde, tek başına ortaya çıkabilecek bir cesaretle karşı duruşun remz şahsiyetidir Üstad.

 

Herkesin kabuğuna çekildiği, izbelerde bile İslam’ın hiçbir şekilde terennümüne tahammül edilmediği, etmeye cesaret edenlerin takip edildiği, zindanlara atıldığı bir  “küfür devri”nde “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykıran ve bu haykırışı bir dünya görüşü ideolocyası haline getiren mihrak şahsiyettir Üstad Necip Fazıl. Gene kendi deyimiyle “Küfürden buzdağını titreyen nefesiyle eritme”nin haysiyetini taşımış bir cesaret ve celadet abidesidir. Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle en dehşetli dönemini yaşayan Batıya kapılma,  tarih düşmanlığı., hafızamızı yok etme ve köklerimizi kurutma cinnetine karşı tek başına mücadele vermiş muazzam bir şahsiyettir Üstad.

 

Üstadı yılın belli ay ve günlerine tahsis etmek yerine, onu anmanın ötesinde, artık eserleriyle anlamak ve bütün zamanlara tahvil etmek gerekiyor. Bir ömür mücadelesini verdiği büyük davanın taşıyıcısı olarak gördüğü gençliğin, bugün özellikle muhtaç olduğu gıda ve enerji, Üstad’ın eserlerinin bütününde mevcuttur. O’nun tespitiyle; Kanuni’den başlayan İslam’ın bozulma çığırının Tanzimat’la köklerinin kurutulmaya çalışılması ve Cumhuriyetle birlikte de büsbütün köklerin imha edilmesine karşı eserleriyle, sanatıyla, fikriyatıyla hisar oluşturmuş bir büyük tefekkür hamlesini görmek ve bugün yeniden O’nu okumak, anlamak, hissetmek zorundayız.

 

Eserlerinin tamamına yayılmış olan ontolojik fikir örgüsü, sadece yaşadığı zaman dilimini değil, geleceği de kuşatıcı dokuya sahiptir. Bütün mesele bunu görebilmek ve bundan yola çıkarak dünyaya, insana, hayata bakabilmektir.

 

Üstad’ın kavramlara verdiği veya yüklediği mana, kelime ve kavramların O’nun elinde nasıl bir derinliğe kavuştuğunu da gösterir. Düşünülemeyeni düşünen, konuşulamayanı konuşan, derinleştirilemeyeni derinleştiren, anlaşılamayanı anlaşılır kılan bir muhakkik şahsiyet olarak eşya ve hadiselerin ‘künh’üne vakıf olma cehdiyle, bu yolda bir ömür veren Üstad’ı nasıl anlamalı ve anlatmalı?

 

Üstad, “Kahraman”ları iki gruba ayırmıştı: “Ölmeden Ölenler” ve “Ölüp de ölmeyenler”. Aslında O’nun hayatını önümüze alarak baktığımızda, kendisi de bu iki kavramın tam merkezinde yaşamış ve halen de eserleriyle yaşamaktadır. Gerek tiyatroları, hikayeleri, romanları ve diğer eserleri olsun, hepsinin merkezinde kendisi vardır. Fikirlerini eserin muhtevası ve tema’sına uygun olarak konuşturduğu şahıslarla verir.

 

“Veliler Ordusundan 333” isimli eserinin girişinde Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki âlemde meclis kuranların hikâyeleri... Mutlâk ve sonsuz nurun en mahrem tecellisi etrafında halkalanmış o kahramanların hikâyeleri ki, insan onlara rastgele bir göz atar atmaz niçin yaratıldığını anlar gibi oluyor.” ifadesi var Üstadın. O’nun mana kahramanlarına dair bu ifadesi aslında kendi yaşadığı hayatın bir özeti ve kıymet hükmü mahiyetindedir. Yoksa, böyle bir adanmışlığa hasredilmiş bir hayat çekilemez olurdu. O; kendi ifadesiyle “zevken idrak”ten nasibini aldığı için böylesine meşakkat ve çile dolu bir hayata talip olmuştur. Susturulmak için zindandan zindana sürüklenmesine, elindeki yayın organlarının toplatılmasına, fikirlerini teşhir edecek vasıtalardan mahrum edilmesine rağmen bir an bile dava aşkı, mücadele azmi ve cehdinden taviz vermemiştir.  O’nun içindir ki “Bugünküne mazi yarınkine istikbal” olan bir mihrak şahsiyettir.

 

BÜYÜK DOĞU KÜLLİYATI

 

Gençliğin, kaotik bir bilgi ve düşünce ortamında istikametini tayin edemediği, yanlış kulvarlarda dolaştığı bir zamanda, Üstad’ın bütün eserleri bir kutup yıldızı gibi yön bulmanın projektörleri niteliğindedir. O’nun eserleri, eskilerin “âsar-ı bâkiye” dediği ölümsüz/kalıcı eser olarak, sadece günümüze değil, gelecek zamanlara hitap eden, geleceğin ipuçlarını bünyesinde barındıran bir zamanüstülüğe sahiptir. . F.Towarnicki’nin Heiddeger için söylediği “O üç bin yıl sonra da yaşayacak” sözü Üstad’ın hayatı ve eserleri için de söz konusudur.

 

Çok iddialı bir cümle gibi gelse de; bugün, yeniden doğru bir itikat, doğru bir fikriyat, doğru bir düşünce ve eylem çizgisi oluşturmanın yegâne muhatap adresi (Eski tabirle itikaden ve amelen tezatsız bir bütünlük içinde); Büyük Doğu Külliyatıdır. Bakan ve gören göz, anlayan idrak, hisseden kalp sahiplerinin, özellikle gençliğin muhtaç olduğu ana gıda Büyük Doğu Külliyatındadır.

 

Üstadın hangi cümlesinden yola çıkarsanız çıkın, o cümle sizi bir büyük muhasebeye, varlık idrakine götürür. Her yanlış doğrusuna, her kavram asliyyetine Üstad’da, O’nun eserlerinde kavuşmuştur. Yâni O; İslâm’ın bugün muhtaç olduğu tecdit (yenilenme) hamlesini, aslından kopmadan, yeni zaman şartlarını tahlil ve terkip ederek hatırlatmakla kalmamış, bizzat başta İdeolocya Örgüsü olmak üzere diğer eserleriyle ortaya koymuştur.

 

Zaman, O’nu ve eserlerini sadece bir dudak tiryakiliğiyle dile getirmenin değil, özellikle genç neslin ciğerlerine çekmeleri gereken bir hayatî nefes mahiyetinde olduğunu göstermenin zamanıdır. Kendisi, sağlığında gençliğin fikrî gıda ihtiyacını görmüş ve; “Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin. Erken gel, beni evde bulamayabilirsin” mısralarıyla da teklif ve ihtar etmiştir. Çok şükür ki, bugün bütün eserleri Büyük Doğu Yayınevi’nce tam ve tekmil olarak yayınlanmaktadır. 

 

O’nun eserlerine “Nesil yetiştirici bir mürebbiye” niteliğiyle baktığımızda;  “idrak çilesine talip ve gerçek bir dünya görüşüne varmış” irfan sahibi nesilleri beklemektedir.

 

Başta İdeolocya Örgüsü, İman ve İslam Atlası olmak üzere, bütün tasavvufî eserleri, romanları, hikayeleri, tiyatroları… vs. bütün eserlerinin içine nüfuz etmiş, her biri orijinal ve yepyeni bir TEZ’le karşımıza çıkmaktadır. Eserlerindeki bu kıymet hükmü yani TEZ’leri, bugünün ve yarının ilim, fikir ve sanat adamlarınca analitik tahlilini beklemektedir.

 

Özellikle Ulu Hakan Abdulhamid Han, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin isimli eserleri başta olmak üzere Sahte Kahramanlardaki tarihÎ tezlerin ilk defa Üstad tarafından dile getirilişi, telif hakkının Üstada ait olması O’nun yakın tarihimize ilişkin perspektif ve muhteva vermesi açısından oldukça mühimdir. Diğer bütün eserleri de saha ve muhteva olarak emsali olmayan ve mukayese edilemeyecek şaheserlerdir.

 

ÇİLE’sinde topladığı şiirleri ve emsalsiz POETİKA’sı her türlü tahassüsün ve kalem kudretinin ötesindedir. Şiirde kemal ve şahika Üstad’la aşılmaz bir zirveye oturmuştur. “Üstün idrak” olarak tanımladığı şiirin de gayesini  Poetika’sında; “mutlak hakikati usullerin en ince ve en giriftiyle aramak” olarak tarif eder ve “…Şiir üstün manasıyla sadece Allah’ı arayan bir alet olduğu için, ister güneşten bahsetsin, ister kertenkeleden, eşya ve hadiseleri kuşatıcı namütenahi ince girift nispetler içinde, Allah’ın hudutsuz  sanatındaki sonsuz mimarinin bir kapısından girip bir kapısından çıkmaya memurdur. Böylece şiir, kördüğümlerin en belalıları arasından süzülerek, daime bulduğu şeyin arkasında kalmaya mahküm başka bir ‘bulunacak şey’ arar. Şair ise, işte bu soydan ‘bulunacak şey’lere yol açtığı nispette sanatkar, onları çıkmaz sokaklara tıkadığı nispette de basit bir davulcu olarak kalır.” Der.  Devamla Şiirin üstün gâyesi, âlimlerin nâmütenâhî kesret ifadesi içinde büyük ve merkezi vahdete doğru, içiçe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulâde çevik ve ince bünyenin heykeltraşlığıdır.” Hükmünü verir.

 

Bütün sanatının mısralara dökülmüş görünümünden yola çıkarak rahatça şöyle diyebiliriz: Üstad’a rağmen- veya Üstad’sız şiir, fikir, sanat, tarih, dil, kültür, vs. düşünülebilir mi?

 

BÜYÜK DOĞU/İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ / MEDENİYET TASAVVURU

 

Üstad’ın Büyük Doğusu (İdeolocya Örgüsü) bugün yeni dünya ve küresel hegemonya düzeninee karşı; tarihi köklerin hayatın her karesine yayılmış yeni ve bütünleştirilmiş dallar halinde  yegane, benzeri olmayan bir muhasebe, murakabe, muhakeme ve her cephesiyle som olarak bütünleştirilmiş sistem örgüsü olarak yeni nesilleri beklemektedir.  Allah’ın büyük bir lütuf olarak bahşettiği Üstad’ın muakibi (takipçisi) olmak ve O’ndan beslenen nesillere fidelik yapacak kültür ve eğitim iklimini hasretle bekliyoruz.

Üstad’ın İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki İslâm'ın, asliyyetinden feda etmeksizin yeni zamanlarda Anadolu coğrafyasındaki arkeolojik ifadesidir. Yâni derinliğine bir keşif ve ortaya çıkarılan Medeniyet Tasavvuru'dur. Üstad (şimdilerde ağızlarda nakarat şeklinde bir kavram olarak dolaşan) “medeniyet tasavvuru”nu,  fikir ve mücadele hayatının başından beri ısrarla temel bir zemin haline getirmiştir. 1939 yılında “Avrupalı olmamak şerefi” başlıklı yazısında "Benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır..." hükmünü veriyor. Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tamamiyle değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvuru; kitaplık çapta teklif edilen, tezatsız bir bütün halinde sadece Üstad'ın İdeolocya Örgüsü'nde mevcuttur.

Gene 1939'da "Dünya görüşü" eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: "Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır." Bu ne müthiş bir derinlik, mes’uliyet, tezatsızlık ve idraktir.

ÜSTAD’IN ŞİİRLERİNDE MES’ULİYET İDRAKİ:

İnandığı davayı taşıma ve temsil etme endişesi, mes’uliyeti, adeta kaynayan bir yanardağ gibi Üstad’ı yakar, kül eder:

“Allah, Resul aşkıyla, yandım, bittim, kül oldum;

Öyle zayıfladım ki, sonunda Herkül oldum!”

Üstad, kendi faniliğinin farkında olarak “ölümsüz şarkı”nın bestesini, insan gayretinin haddinde yeni zaman ve mekân şartlarında eksiksiz ve fazlasız yerine getirmiştir:

“Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı;

Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı! “

….

Üstad’ın inanmış ve adanmış bir dava adamı olarak hissiyat ve mes’uliyeti kemal halindedir:

“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben can çekişiyorum...”

….

Şu mısralardaki “vebal” yani ağır yük ve sorumluluk ancak Üstad çapında bir nefs muhasebesi geçirenlere mahsustur:

 

“Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal;

Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal!”

 

AYASOFYA HİTABESİ:

 

Üstadın her alanda vermiş olduğu eserlerinin yanında, hitabe ve konferanslarının her biri tarihî “tez” niteliğindedir. Kısa hitabelerinden uzun konferanslarına kadar, muhteva ve kıymet hükümleriyle zamanın ilerisini işaret eden bir feraset ve basirete sahipti.

 

Bir misal olarak; 29 Aralık 1965 tarihinde Milli Türk Talebe Birliği’nde kalabalık bir gençlik topluluğuna hitaben yaptığı AYASOFYA konuşması, Ayasofya vesilesiyle adeta tarihi bir hesaplaşma, bir tarih muhasebesi olarak manifesto niteliğinde müthiş bir konuşmadır.

 

Bu hitabede Üstad;

 

“….Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.”

 

Üstad’ın sadece bu hitabesi bile ‘tarih şuuru ve tarihî muhasebe”nin kıymet hükümleridir. Ve Üstad sadece heyecanları yükselten değil, basiret ve ferasetiyle Ayasofya’nın mutlaka açılacağına dair şartların da müjdesini vermektedir. Bu hitabe ontolojik yani varlığımızı canhıraş bir şekilde idrak ettirici bir haykırıştır. Her kelimesi, her cümlesi birer kitap hacminde bir külliyattır.

 

Bugün 59 yıl sonra bu hitabeye baktığımızda; Ayasofya’nın ruh, mana ve maddesinin Fatih’le birlikte ne ifade ettiğine dair başka bir ontolojik metin bulabilmek mümkün değildir. Ayasofya üzerinden bir tarih ve medeniyet muhasebesi ortaya konulmuştur. İnanıyorum ki, Üstad’ın bu hitabesinden yağan hikmet ve rahmet, Ayasofya’nın yeniden açılışında sebep olmuştur. İnşaallah bundan sonra da bu rahmetle birlikte iman, dil, tarih, irfan, idrak seli başlar diye ümid ediyoruz.

 

100’ü aşkın eserinin yol göstericiliğinde yürümek, bugünkü neslin muhtaç olduğu pusula ve yol haritasıdır.

 

İnsanın dünyada varoluş, nefs muhasebesi ve mücadelesinin remz ve emsal şahsiyeti olarak Üstad Necip Fazıl’ın fikir ve eserleri, “zaman üstü” niteliğiyle muhatap idrakleri bekliyor.

 

Doğumunun 120. Vefatının 41. sene-i devriyesinde O’na rahmet, bize de eserlerinin bereketiyle idrak nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

 

 

(Türkiye Günlüğü Dergisi, Eylül 2024)

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder