15 Temmuz 2025 Salı

ŞİİRDEN TEFEKKÜRE ÜSTAD NECİP FAZIL ÜZERİNE...

 

Doğumunun 120, vefatının 41. Yılında…

ŞİİRDEN TEFEKKÜRE ÜSTAD NECİP FAZIL ÜZERİNE…

 

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

 

Bu yıl Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 120., vefatının da 41. yıldönümü. 79 yıllık hayatının her saniyesini “varlık idraki ve mükellefiyeti”yle doldurmuş bir fikir-sanat ve aksiyon dehasını sadece yıldönümlerinde “zihin konforu” şeklinde hatırlamak değil; hayatın bütün yönleri gösteren pusula gibi O’nun fikirlerini takip etmek, eserlerini hazmetmek, onlarla yürümek ve hayata bakmak çok daha önemlidir.

 

Fikir, sanat, siyaset adamlarının doğum veya ölüm yıldönümlerinin ritüel haline geldiği günümüzde, Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının yıldönümlerinde O’nu konuşmak, yazmak ve her cümlesi muhatabına ontolojik mükellefiyet yükleyen eserlerine ve hayatına böyle bakmak gerekiyor. Üstad’ın hayatı; insanın içine ve derinliğine doğru “nefs muhasebesi” olarak kendisiyle hesaplaşmasıyla birlikte; genişliğine doğru tarihî/toplumsal bir hesaplaşmanın tezahürüdür.

 

Üstad’ı hatırlamanın ve eserlerine nüfuz etmenin; O’nun bir ömür çilesini çektiği, mücadelesini verdiği “Allah ve Resulü davası”nı hissedebilecek, idrak edebilecek, bunun her alanda liyakat ve ehliyet ölçülerini kuşanacak bir neslin doğmasına, bu doğumu hazırlayacak iklimin habercisi olur diye ümit ve dua ediyoruz. 

 

VARLIK İDRAKİ

Üstad’ın hayatı; Abdulhakim Arvasî Hz.lerini tanımadan önce de her ânı varlık muhasebesiyle dolu bir dönem; O’nu tanıdığı 30 yaşından sonra (1943) da varlığın hakikatini kavrayan bir idrak olarak insan mükellefiyet ve memuriyetine kemaliyle verilmiş bir cevaptır. Üstad’da varlık sancısı ve ebediyet iştiyakı ilk gençlik yıllarındaki şiirlerinden ve yazılarından başlayarak vefatından hemen önceki (1983) şiirlerinde (bütün fikriyatında da) görülür. 17-18 yaşlarında yazdığı KİTABE ve ALLAH  isimli şiirlerinde “Ben bu halden ibret almadan göçtüm. Ondan ibret alan el oldu ya hu!”  ve “Bu dem ta derinden vurgunum Allah!” gibi mısraları O’nun insanın iç muhasebe ve varlık sancılarını ifade eden mısralardır.

 

Bu mısralar ortada dururken, Üstad’ın hayatını kimi eleştirmenlerin “İslam’dan önceki ve sonraki hayatı” şeklinde bir abes ayırıma tabi tutmaları Üstad’ın hayatını ve fikriyatını anlamak bir yana, bir bütün olarak kavrayamamalarındandır.

 

Üstad’ın zamanın fikir ve edebiyat dünyasında ilk görünüşü “şair” kimliğiyledir. “ÇİLE”sine almadığı şiirlerinden en son yazdığı “ZEHİR” başlıklı şiirine kadar tamamında Varlık muhasebesi, varoluş hikmeti, insan olma mükellefiyeti’nin kalbî derinliklerinden fışkıran mısra ötesi kelamla karşılaşırız. Mısralara dökülmüş bu “hal”, Üstad’ın ömür boyu sürdürdüğü varoluş ve muhasebe şuurunun ifadesidir. Üstad’ın şiirdeki kelam kudreti, onun mütefekkir vasfını bir anlamda gölgede bırakmıştır. Şiirinin gücü, tefekkür mahsulü eserlerinin üzerine sinmiştir. Böyle olsa bile, ÇİLE’deki tasnif edilmiş ve mısralara dökülmüş bütün şiirleri insan, tarih, zaman, varlık, dünya, ölüm, kader, ahiret, vs. gibi varoluş meselelerini kuşatmıştır. İki mısralık şiirlerinde bile kitaplık çapta bir derinlik ve tahassüs söz konusudur.

 

Üstad; fikir, sanat, edebiyat, tarih, dil… hasılı bütün ilim ve irfan arsasını, sahih geleneğe,

köklere sımsıkı bağlanarak yeniden inşa etme cehdinin ve bunu kemaliyle yerine getirmenin

huzuru ile bu dünyadan ebedî âleme göçmüştür.

 

Üstad’ın hayatı, hayatının her ânı, kendi tabiriyle “yaşanmaya değer hayat”ın nasıl olması gerektiğinin izleriyle doludur. Mahkeme salonlarında da, zindanlarda da meydanlarda da asla yorgunluk ve bitkinlik olmayan, muazzam duruşuyla her an temsil ettiği fikrin ve ‘huzur’da bulunmanın izzet ve mes’uliyetiyle donanmış ve bu mes’uliyeti bir toplumsal enerji haline getirebilme hummasıyla kaynayan bir mücahede ve mücadele adamıdır Üstad.

 

Kendini idrak ettiği çocukluk yıllarından başlayan “varoluş sancısı” ve 30 yaşında Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanımasıyla asıl kalıbını ve yatağını bulan “varlık idraki”, O’nun bir muhakkik olarak şiirdeki kemal ve zirve şahsiyetini, 1943’te fiilen BÜYÜK DOĞU olarak adlandırdığı “Yeni zamanlarda İslam’a yol açma geçidi”yle geniş kitlelerde “yeniden idrak” ve bir volkan patlaması olarak görüyoruz.

 

ZOR ZAMANLARDA NECİP FAZIL…

 

“Hesaplaşma” önemli bir hususiyetidir Üstadın. Birbiriyle iç içe olarak öncelikle kendi iç muhasebesi (varlık) , sonra cemiyet muhasebesi, sonra da bir tefekkür adamı misyonuyla doğu-batı muhasebesi eserlerinin bütününde görülür.

1940’ların CHP “tek parti şekavet ve ceberrut devri”nde, milletimizin ruh kökünün ifsat ve imha edilmeye çalışıldığı,  “Allah” demenin bile yasak olduğu, bütün bir tarihin inkâr ve katliamla yok edilmek istendiği dönemde, tek başına ortaya çıkabilecek bir cesaretle karşı duruşun remz şahsiyetidir Üstad.

 

Herkesin kabuğuna çekildiği, izbelerde bile İslam’ın hiçbir şekilde terennümüne tahammül edilmediği, etmeye cesaret edenlerin takip edildiği, zindanlara atıldığı bir  “küfür devri”nde “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykıran ve bu haykırışı bir dünya görüşü ideolocyası haline getiren mihrak şahsiyettir Üstad Necip Fazıl. Gene kendi deyimiyle “Küfürden buzdağını titreyen nefesiyle eritme”nin haysiyetini taşımış bir cesaret ve celadet abidesidir. Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle en dehşetli dönemini yaşayan Batıya kapılma,  tarih düşmanlığı., hafızamızı yok etme ve köklerimizi kurutma cinnetine karşı tek başına mücadele vermiş muazzam bir şahsiyettir Üstad.

 

Üstadı yılın belli ay ve günlerine tahsis etmek yerine, onu anmanın ötesinde, artık eserleriyle anlamak ve bütün zamanlara tahvil etmek gerekiyor. Bir ömür mücadelesini verdiği büyük davanın taşıyıcısı olarak gördüğü gençliğin, bugün özellikle muhtaç olduğu gıda ve enerji, Üstad’ın eserlerinin bütününde mevcuttur. O’nun tespitiyle; Kanuni’den başlayan İslam’ın bozulma çığırının Tanzimat’la köklerinin kurutulmaya çalışılması ve Cumhuriyetle birlikte de büsbütün köklerin imha edilmesine karşı eserleriyle, sanatıyla, fikriyatıyla hisar oluşturmuş bir büyük tefekkür hamlesini görmek ve bugün yeniden O’nu okumak, anlamak, hissetmek zorundayız.

 

Eserlerinin tamamına yayılmış olan ontolojik fikir örgüsü, sadece yaşadığı zaman dilimini değil, geleceği de kuşatıcı dokuya sahiptir. Bütün mesele bunu görebilmek ve bundan yola çıkarak dünyaya, insana, hayata bakabilmektir.

 

Üstad’ın kavramlara verdiği veya yüklediği mana, kelime ve kavramların O’nun elinde nasıl bir derinliğe kavuştuğunu da gösterir. Düşünülemeyeni düşünen, konuşulamayanı konuşan, derinleştirilemeyeni derinleştiren, anlaşılamayanı anlaşılır kılan bir muhakkik şahsiyet olarak eşya ve hadiselerin ‘künh’üne vakıf olma cehdiyle, bu yolda bir ömür veren Üstad’ı nasıl anlamalı ve anlatmalı?

 

Üstad, “Kahraman”ları iki gruba ayırmıştı: “Ölmeden Ölenler” ve “Ölüp de ölmeyenler”. Aslında O’nun hayatını önümüze alarak baktığımızda, kendisi de bu iki kavramın tam merkezinde yaşamış ve halen de eserleriyle yaşamaktadır. Gerek tiyatroları, hikayeleri, romanları ve diğer eserleri olsun, hepsinin merkezinde kendisi vardır. Fikirlerini eserin muhtevası ve tema’sına uygun olarak konuşturduğu şahıslarla verir.

 

“Veliler Ordusundan 333” isimli eserinin girişinde Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki âlemde meclis kuranların hikâyeleri... Mutlâk ve sonsuz nurun en mahrem tecellisi etrafında halkalanmış o kahramanların hikâyeleri ki, insan onlara rastgele bir göz atar atmaz niçin yaratıldığını anlar gibi oluyor.” ifadesi var Üstadın. O’nun mana kahramanlarına dair bu ifadesi aslında kendi yaşadığı hayatın bir özeti ve kıymet hükmü mahiyetindedir. Yoksa, böyle bir adanmışlığa hasredilmiş bir hayat çekilemez olurdu. O; kendi ifadesiyle “zevken idrak”ten nasibini aldığı için böylesine meşakkat ve çile dolu bir hayata talip olmuştur. Susturulmak için zindandan zindana sürüklenmesine, elindeki yayın organlarının toplatılmasına, fikirlerini teşhir edecek vasıtalardan mahrum edilmesine rağmen bir an bile dava aşkı, mücadele azmi ve cehdinden taviz vermemiştir.  O’nun içindir ki “Bugünküne mazi yarınkine istikbal” olan bir mihrak şahsiyettir.

 

BÜYÜK DOĞU KÜLLİYATI

 

Gençliğin, kaotik bir bilgi ve düşünce ortamında istikametini tayin edemediği, yanlış kulvarlarda dolaştığı bir zamanda, Üstad’ın bütün eserleri bir kutup yıldızı gibi yön bulmanın projektörleri niteliğindedir. O’nun eserleri, eskilerin “âsar-ı bâkiye” dediği ölümsüz/kalıcı eser olarak, sadece günümüze değil, gelecek zamanlara hitap eden, geleceğin ipuçlarını bünyesinde barındıran bir zamanüstülüğe sahiptir. . F.Towarnicki’nin Heiddeger için söylediği “O üç bin yıl sonra da yaşayacak” sözü Üstad’ın hayatı ve eserleri için de söz konusudur.

 

Çok iddialı bir cümle gibi gelse de; bugün, yeniden doğru bir itikat, doğru bir fikriyat, doğru bir düşünce ve eylem çizgisi oluşturmanın yegâne muhatap adresi (Eski tabirle itikaden ve amelen tezatsız bir bütünlük içinde); Büyük Doğu Külliyatıdır. Bakan ve gören göz, anlayan idrak, hisseden kalp sahiplerinin, özellikle gençliğin muhtaç olduğu ana gıda Büyük Doğu Külliyatındadır.

 

Üstadın hangi cümlesinden yola çıkarsanız çıkın, o cümle sizi bir büyük muhasebeye, varlık idrakine götürür. Her yanlış doğrusuna, her kavram asliyyetine Üstad’da, O’nun eserlerinde kavuşmuştur. Yâni O; İslâm’ın bugün muhtaç olduğu tecdit (yenilenme) hamlesini, aslından kopmadan, yeni zaman şartlarını tahlil ve terkip ederek hatırlatmakla kalmamış, bizzat başta İdeolocya Örgüsü olmak üzere diğer eserleriyle ortaya koymuştur.

 

Zaman, O’nu ve eserlerini sadece bir dudak tiryakiliğiyle dile getirmenin değil, özellikle genç neslin ciğerlerine çekmeleri gereken bir hayatî nefes mahiyetinde olduğunu göstermenin zamanıdır. Kendisi, sağlığında gençliğin fikrî gıda ihtiyacını görmüş ve; “Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin. Erken gel, beni evde bulamayabilirsin” mısralarıyla da teklif ve ihtar etmiştir. Çok şükür ki, bugün bütün eserleri Büyük Doğu Yayınevi’nce tam ve tekmil olarak yayınlanmaktadır. 

 

O’nun eserlerine “Nesil yetiştirici bir mürebbiye” niteliğiyle baktığımızda;  “idrak çilesine talip ve gerçek bir dünya görüşüne varmış” irfan sahibi nesilleri beklemektedir.

 

Başta İdeolocya Örgüsü, İman ve İslam Atlası olmak üzere, bütün tasavvufî eserleri, romanları, hikayeleri, tiyatroları… vs. bütün eserlerinin içine nüfuz etmiş, her biri orijinal ve yepyeni bir TEZ’le karşımıza çıkmaktadır. Eserlerindeki bu kıymet hükmü yani TEZ’leri, bugünün ve yarının ilim, fikir ve sanat adamlarınca analitik tahlilini beklemektedir.

 

Özellikle Ulu Hakan Abdulhamid Han, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin isimli eserleri başta olmak üzere Sahte Kahramanlardaki tarihÎ tezlerin ilk defa Üstad tarafından dile getirilişi, telif hakkının Üstada ait olması O’nun yakın tarihimize ilişkin perspektif ve muhteva vermesi açısından oldukça mühimdir. Diğer bütün eserleri de saha ve muhteva olarak emsali olmayan ve mukayese edilemeyecek şaheserlerdir.

 

ÇİLE’sinde topladığı şiirleri ve emsalsiz POETİKA’sı her türlü tahassüsün ve kalem kudretinin ötesindedir. Şiirde kemal ve şahika Üstad’la aşılmaz bir zirveye oturmuştur. “Üstün idrak” olarak tanımladığı şiirin de gayesini  Poetika’sında; “mutlak hakikati usullerin en ince ve en giriftiyle aramak” olarak tarif eder ve “…Şiir üstün manasıyla sadece Allah’ı arayan bir alet olduğu için, ister güneşten bahsetsin, ister kertenkeleden, eşya ve hadiseleri kuşatıcı namütenahi ince girift nispetler içinde, Allah’ın hudutsuz  sanatındaki sonsuz mimarinin bir kapısından girip bir kapısından çıkmaya memurdur. Böylece şiir, kördüğümlerin en belalıları arasından süzülerek, daime bulduğu şeyin arkasında kalmaya mahküm başka bir ‘bulunacak şey’ arar. Şair ise, işte bu soydan ‘bulunacak şey’lere yol açtığı nispette sanatkar, onları çıkmaz sokaklara tıkadığı nispette de basit bir davulcu olarak kalır.” Der.  Devamla Şiirin üstün gâyesi, âlimlerin nâmütenâhî kesret ifadesi içinde büyük ve merkezi vahdete doğru, içiçe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulâde çevik ve ince bünyenin heykeltraşlığıdır.” Hükmünü verir.

 

Bütün sanatının mısralara dökülmüş görünümünden yola çıkarak rahatça şöyle diyebiliriz: Üstad’a rağmen- veya Üstad’sız şiir, fikir, sanat, tarih, dil, kültür, vs. düşünülebilir mi?

 

BÜYÜK DOĞU/İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ / MEDENİYET TASAVVURU

 

Üstad’ın Büyük Doğusu (İdeolocya Örgüsü) bugün yeni dünya ve küresel hegemonya düzeninee karşı; tarihi köklerin hayatın her karesine yayılmış yeni ve bütünleştirilmiş dallar halinde  yegane, benzeri olmayan bir muhasebe, murakabe, muhakeme ve her cephesiyle som olarak bütünleştirilmiş sistem örgüsü olarak yeni nesilleri beklemektedir.  Allah’ın büyük bir lütuf olarak bahşettiği Üstad’ın muakibi (takipçisi) olmak ve O’ndan beslenen nesillere fidelik yapacak kültür ve eğitim iklimini hasretle bekliyoruz.

Üstad’ın İdeolocya Örgüsü; kimse farkında değildir ki İslâm'ın, asliyyetinden feda etmeksizin yeni zamanlarda Anadolu coğrafyasındaki arkeolojik ifadesidir. Yâni derinliğine bir keşif ve ortaya çıkarılan Medeniyet Tasavvuru'dur. Üstad (şimdilerde ağızlarda nakarat şeklinde bir kavram olarak dolaşan) “medeniyet tasavvuru”nu,  fikir ve mücadele hayatının başından beri ısrarla temel bir zemin haline getirmiştir. 1939 yılında “Avrupalı olmamak şerefi” başlıklı yazısında "Benim kafamda Asyacılık, eski Yunandan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli oluşların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir vaklıktır..." hükmünü veriyor. Bu ifadeleri ancak bugün anlayabilme rüşdüne erebiliyoruz. O da tamamiyle değil. Bugün medeniyetler diyaloğu veya medeniyetler çatışması şeklinde gündeme gelen medeniyet tasavvuru; kitaplık çapta teklif edilen, tezatsız bir bütün halinde sadece Üstad'ın İdeolocya Örgüsü'nde mevcuttur.

Gene 1939'da "Dünya görüşü" eksikliğini ihtar eden Üstad diyor ki: "Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır." Bu ne müthiş bir derinlik, mes’uliyet, tezatsızlık ve idraktir.

ÜSTAD’IN ŞİİRLERİNDE MES’ULİYET İDRAKİ:

İnandığı davayı taşıma ve temsil etme endişesi, mes’uliyeti, adeta kaynayan bir yanardağ gibi Üstad’ı yakar, kül eder:

“Allah, Resul aşkıyla, yandım, bittim, kül oldum;

Öyle zayıfladım ki, sonunda Herkül oldum!”

Üstad, kendi faniliğinin farkında olarak “ölümsüz şarkı”nın bestesini, insan gayretinin haddinde yeni zaman ve mekân şartlarında eksiksiz ve fazlasız yerine getirmiştir:

“Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı;

Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı! “

….

Üstad’ın inanmış ve adanmış bir dava adamı olarak hissiyat ve mes’uliyeti kemal halindedir:

“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum;
Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben can çekişiyorum...”

….

Şu mısralardaki “vebal” yani ağır yük ve sorumluluk ancak Üstad çapında bir nefs muhasebesi geçirenlere mahsustur:

 

“Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal;

Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal!”

 

AYASOFYA HİTABESİ:

 

Üstadın her alanda vermiş olduğu eserlerinin yanında, hitabe ve konferanslarının her biri tarihî “tez” niteliğindedir. Kısa hitabelerinden uzun konferanslarına kadar, muhteva ve kıymet hükümleriyle zamanın ilerisini işaret eden bir feraset ve basirete sahipti.

 

Bir misal olarak; 29 Aralık 1965 tarihinde Milli Türk Talebe Birliği’nde kalabalık bir gençlik topluluğuna hitaben yaptığı AYASOFYA konuşması, Ayasofya vesilesiyle adeta tarihi bir hesaplaşma, bir tarih muhasebesi olarak manifesto niteliğinde müthiş bir konuşmadır.

 

Bu hitabede Üstad;

 

“….Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.”

 

Üstad’ın sadece bu hitabesi bile ‘tarih şuuru ve tarihî muhasebe”nin kıymet hükümleridir. Ve Üstad sadece heyecanları yükselten değil, basiret ve ferasetiyle Ayasofya’nın mutlaka açılacağına dair şartların da müjdesini vermektedir. Bu hitabe ontolojik yani varlığımızı canhıraş bir şekilde idrak ettirici bir haykırıştır. Her kelimesi, her cümlesi birer kitap hacminde bir külliyattır.

 

Bugün 59 yıl sonra bu hitabeye baktığımızda; Ayasofya’nın ruh, mana ve maddesinin Fatih’le birlikte ne ifade ettiğine dair başka bir ontolojik metin bulabilmek mümkün değildir. Ayasofya üzerinden bir tarih ve medeniyet muhasebesi ortaya konulmuştur. İnanıyorum ki, Üstad’ın bu hitabesinden yağan hikmet ve rahmet, Ayasofya’nın yeniden açılışında sebep olmuştur. İnşaallah bundan sonra da bu rahmetle birlikte iman, dil, tarih, irfan, idrak seli başlar diye ümid ediyoruz.

 

100’ü aşkın eserinin yol göstericiliğinde yürümek, bugünkü neslin muhtaç olduğu pusula ve yol haritasıdır.

 

İnsanın dünyada varoluş, nefs muhasebesi ve mücadelesinin remz ve emsal şahsiyeti olarak Üstad Necip Fazıl’ın fikir ve eserleri, “zaman üstü” niteliğiyle muhatap idrakleri bekliyor.

 

Doğumunun 120. Vefatının 41. sene-i devriyesinde O’na rahmet, bize de eserlerinin bereketiyle idrak nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

 

 

(Türkiye Günlüğü Dergisi, Eylül 2024)

 

 

10 Ocak 2022 Pazartesi

ÜSTAD NECİP FAZIL VE BÜYÜK DOĞU İDRAKİ...

 

Yahya DÜZENLİ


Osmanlı’nın her alanda kemal devri olan Kanuni’den sonra kendi köklerinden ilk büyük kopuşun habercisi Tanzimat Dönemi aydınlarının, batı dünyasının fikrî müktesebat ve teknolojik keşifleri karşısında gözleri kamaştı. Arayışlarına çare olarak Batıya açılan kapılardan sızan tortular, “ne Doğulu kalabilmiş, ne de Batılı da olabilmiş” bir mecrada şaşkınca sayıklamalar, ezilmişlik, hayranlık ve her alanda geri çekilmenin zeminini oluşturdu.

 

Bu zemin giderek yaygınlaştı ve müthiş bir aydın yabancılaşması rüzgârıyla zihinlerin kavrulmasına yol açtı.

 

Tanzimat’ın açtığı yabancılaşmayı takiben Cumhuriyet’le birlikte kurulan yeni rejim, köklerle büsbütün irtibatı kesme cinnetiyle tarih ve toplumsal dokumuzla olan irfan ve idrak yollarını tıkadı, imha etme yoluna gitti.

 

Bu hâlin sorgulamadan kabullenilmesine Osmanlı münevverlerinden az da olsa eleştiri getirenler ve feryat edenler olsa da Tanzimat ve Cumhuriyet iklimi eskiye ait, tarihî hafızayı harekete geçiren, kök telakkiye dair ne varsa reddederek müthiş bir şuur katliamının girişti. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle… ruh planında helâk edici”[1] bir çığır açıldı.

 

Tanzimat’tan (1839) tam yüz yıl sonra, 1939 yılında 35 yaşında, tezatsız bir bütün halinde oluşmaya başlayan fakat henüz fikrî tezahür zemini olarak yeni yeni tebarüz eden Büyük Doğu’nun ilk ayak seslerini Üstad Necip Fazıl, manifesto niteliğindeki bir yazısıyla ilk defa, coğrafî sınırları aşan bir idrakle şöyle özetler:

 

“Asyacı olmak da ne demek mi?

 

Bu, kitaplık mikyasta bir koca dava! Fakat ben bu davayı bir iki basit cümle çerçevesi içinde özleştirmekten korkmayacağım.

 

Benim kafamda Asyacılık, eski Yunan’dan beri seyrini, istihalelerini bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli ibdaların davet edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir varlıktır….”[2]

 

Daha sonra 1943’te başlayan Büyük Doğu ile “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!”[3] diye haykırarak “neyin yok edildiğine” ve “neye ihtiyaç olduğuna” dair tezatsız, sistematik bir fikrî örgü halinde İdeolocya Örgüsünü inşa eder. Üstad, “Büyük Doğu”isminin ötesinde delalet ettiği mana ve muhtevayı hayatı boyunca misyon haline getirir. İdeolocya Örgüsü tezatsız bir bütün halinde yayınlandığında Üstad’ın önsözündeki ifadesi bütün bir hayat, manâ ve gayesini açıklamaktadır:  “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunmasa gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyeleri de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım ‘müştemilât’tan aşka bir şey değil..”[4]

 

Üstad Necip Fazıl’ın fiilen 1943’te başlayan ve 1983’te vefatına kadar devam eden 40 yıllık toplumsal mücadelesinin “tez” olarak ifadesi olan İdeolocya Örgüsü ve etrafındaki örgüleştirici eserleriyle “…Kendi kendine hiçbir istiklali olmayan ve temel gayenin, aslından nokta feda etmeksizin yeni zaman ve mekana tatbikinden ibaret olan Büyük Doğu İdeolocyası…..”[5] “işlerin de en değerli ve pahalısı..”[6] misyonuyla temellendirir.

 

Üstad, “Büyük Doğu” olarak hayatını adadığı büyük dava ve mücadelesini kendi ifadeleriyle bir cümle ile “… İslam davasını (ideolojik) çapta ve eksiksiz bir (sentez) plânında dünün ve bugünün dünyalarına tatbiki ve Doğu-Batı arası mahsup sırlarını çözme ehliyetinde ‘Büyük Doğu’ mektebini bu ölçüye göre kıymetlendiriniz ve başka davranışlarla kıyaslayınız!” der.

 

Büyük Doğu’nun içeriye ve dışarıya doğru kuşatıcılığına dair de devamla şunları söyler: “İşte böyle başlayan ve asırlardır İslam âleminin muhtaç bulunup da hiçbir yerinde en küçük kıpırdanışına şahit olunamayan büyük hamle; küfrü kendi diyalektiği içinde yıkma ve İslâmı pazarlıksız ve muvazaasız olanca saffet ve asliyetiyle bina etme hamlesi, günümüzde, hedefi, yolu, usulü ve esası bile güme getirici ve telif haklarını karartıcı bir karışıklığa düşmüş ve işte bu hazin manzara, dâvayı zıt cepheye karşı değil de kendi öz cephesi içinde hizaya davet etme zarureti doğmuştur.”

 

Üstad, bir röportajında kendisine sorulan soruya, kendi misyonunu ifade ederek ”Bütün dünya bu davayı tezatsız bir örgü halinde dokuyacak olan fikirci sanatkârı bekliyor….”cevabını vererek ancak şair[7] ve sanatkâr kimliğiyle inşa edilebilecek olan bu diyalektik örgüyü fikrî ve fiili mücadelesinin her yönünde aksettirir.

 

‘Medeniyet Tasavvuru’ literatürümüze ilk defa Üstadla girdi…

 

Tanzimat’tan 100 yıl sonra ilk defa Üstad Necip Fazıl, “neyin yok edildiği?”nin ve neye sahip olunması gerektiğinin ifadesi olarak ilk defa “Medeniyet Tasavvuru” kavramını kullanır. Henüz Osmanlı’nın tarihten çekilip dar bir coğrafyaya adeta hapsedildiği edildiği, yeni rejimin banilerince köklerinin kurutulmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda “Avrupalı Olmamak Şerefi” başlıklı manifesto niteliğindeki yazısıyla, ilk defa “Medeniyet Tasavvuru”ndan bahseder.[8]

 

Şu hususa da işaret etmek yerinde olur: Yüzyılımızdaki modern İslamcı Hareketler, İslam’ın bütün bir tecelli olarak meseleyi kendilerinden başlatan bir pratik olarak algılarlar. Oysa ki Üstad, halka halka geriye giderek, İdeolocya Örgüsünde vurguladığı gibi “Bu ruh ve sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklali yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir..”[9] hükmüyle Büyük Doğu’yu çerçeveler.

 

“Büyük Doğu İdeali”ne dair sorulan bir soruya verdiği cevapta; “Büyük Doğu ideali, tek zerresini feda etmeksizin İslâma yol açmanın sistemidir. Ve bu sistem ‘metbu’, yani tâbi olunan bir nizam değil, tâbi olan, kendi özüyle hiçbir istiklali olmayan; herşeyi, bu cihanda ne varsa hepsini İslâmda bulan, toplayan, gösteren ve asrın meselelerine tatbik eden bir dünya görüşü…Bu bakımdan İslâma köleliğine rağmen, ‘metbu’luk iddiasındaki hiçbir sistemle kıyaslanmaya razı olmayacak bir ideolocya manzumesi… O kadar yeni ve üstün… ‘Yeni’nin ezel kadar eski olması ve zamanı ezelden ebede kadar kuşatması, birleştirmesi, ölçüsüyle yeni ve üstün…”[10] olarak Büyük Doğu’yu tanımlar.

 

Bu manada, Büyük Doğu İdeolocyası’na gerek kavram gerekse de muhteva (muhteva olarak bugüne kadar ciddi ve tutarlı hiçbir eleştiri getirilememiştir.) yapılan eleştiriler, köksüz ve idraksizlikle malûldür. Büyük Doğu İdeolocyası, Üstadın kurduğu örgü, zamanımızdaki bütün modernist kavram, kurum ve tasarımların karşısındadır.

 

İslam dünyası ve Necip Fazıl’ın memuriyet ve mes’uliyetini anlamak…

 

Özellikle günümüzün Müslüman entelektüellerinin Üstad Necip Fazıl’a bakıştaki yanılgıları veya göremedikleri temel mesele; 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında yaşanan siyasi hadiseler ve gelişmeler, yeniden varoluşlarına ilişkin İslâmi arayışların ekseninde temel belirleyici olmuştur. Sömürgeleştirilen Ortadoğu, Osmanlı sonrası “ulema” eksenli arayışları “sömürgeleştirilmiş ülke uleması” konseptinin dışına çıkamamıştır. Bu yıllarda öne çıkan hareketler bütünüyle bir “tecdit-yenileme” arayışları değil, “reformist” arayışlardır.

 

İslâmî birikiminin yeni dünya şartlarında, bütünlüğü korunarak “yorumlanması” yerine, sömürgeci zihniyetin etkisinde eklektik-reformist bir çizgi benimsenmiştir. Bu “akım”ın önemli temsilcileri; Muhammet Abduh, Cemalettin Efgani, Reşit Rıza, vs. gibi isimlerdir. Daha sonra Seyyid Kutup, Mevdudî ve en son Fazlurrahman’la devam eden, asla İslâm coğrafyasında doğru bir karşılık bulamayan ve bulamayacak olan, kendi dar, sığ, tarihî tecrübeyi doğru okuyamayan ve ‘sığınmacı’ şablonlara mahkûm, ideolojik plana çıkmaktan çok, psikoloji olarak varlığını devam ettirmek isteyen reformcu bir anlayışa saplanmışlardır.

 

Ortadoğu kaynaklı, Pakistan sıçramalı bu reformist arayışların en üst algı ve anlayış seviyesi, o dönemin çalkantılı şartlarında bile Osmanlı ulema ve aydınlarının idrak düzeylerine, entelektüel seviyelerine ulaşamamıştır. Örnek olarak Ahmet Cevdet Paşa ve Sait Halim Paşa’yı göstermek yeter.

 

Şu gerçeğin altını özellikle çizmek gerekiyor: Osmanlı sonrası İslâm dünyasında Abduh, Afgani, Reşit Rıza, vs. gibi reformcu isimlerin bu dönemde ortaya çıkış şartlarını belirleyen; sömürge zihniyetidir. Yâni Orta doğu’daki İslâmi varoluş çabalarının kaynağı da büyük ölçüde İngiliz ve Batı sömürge zihniyetinin dinamikleridir. İslâm dünyasında “tedavüle sunulan” İslâm algısı sömürgeci zihniyet tarafından “reformist karakterli” düşünceler ışığında yaygınlaştırılmaya çalışılmış, bizzat batılılar tarafından servis edilmiştir. Türkiye’de çok fazla etkilerinin olamayışında imparatorluk mirası, medeniyet arka planı, Osmanlı İslâmî düşünce geleneğinin sürekliliği Ortadoğu menşeli “İslam algı”larına itibar ettirmemiştir. Üstad Necip Fazıl’ın mücadelesi ve eserleri de bu yayılmayı önlemede önemli bir set oluşturmuştur.

 

Tarihî derinliği olmayan bu reformist karakterli düşünceler, hareketler, bütünüyle bir “dönüştürücü” mahiyetten uzaktır. Özgün’ bir nitelikleri yoktur. Hatta böyle bir ihtiyacın farkında bile değillerdir.  

 

Oysa ki; Osmanlı-Anadolu coğrafyasının bütün zaman dilimlerinde özgün nitelikli bir potansiyeli, muhtevası, bunun ortaya konulduğu zeminler vardır. Ancak bunları görebilecek, anlayabilecek düşünce parametrelerinin söz konusu reformist zihniyette olmayışı; “kendi idraklerinden ibaret” bir algıya saplanmalarına da sebep de olmuştur.

 

İslâm dünyasında özgün nitelikli, dönüştürücü, tutarlı bir bütünlükte yeni bir “dünya görüşü” oluşturma “ihtiyacı”nı görememe, anlayamama giderek bugünlere kadar gelmiş ve bugün bile bu anlayış yüzyıl öncesindeki reformist şablonların egemen olduğu “seviye”dedir.

 

Bu noktada, içeriden birisi olan Cezayir eski Devlet Başkanı Ahmet Bin Bella, Ortadoğu’daki İslami düşünce ve hareketlere ilişkin şu önemli eleştirileri getiriyor:

 

 “..Onların mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken herhangi bir düşünce modelleri de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir şeyi onların yaptığını görmüyorum…”[11]

 

Ahmet Bin Bellâ, devam ediyor: “Mutlaka medeniyetimizle ilgili bir sistem ortaya koymalıyız. Bu sistem için siyasi bir yorum bulmamız gerekmektedir… Farklılık ancak burada veya şurada tatbik edilmesi sırasında ortaya çıkacak veriler açısından olmalıdır… Selefiyye’nin herhangi bir kolunun bu konularla ilgilendiğini maalesef göremiyorum…”[12]

 

Bütün İslâm dünyası yazar, düşünür, edebiyatçı, bilim adamı, vs.leri içerisinde sadece Ahmed Bin Bellâ bu temel ve en önemli ihtiyaca vurgu yapmış ve bir “medeniyet tasavvuru” ortaya konulmadan ortaya çıkacak bütün düşünce hareketlerinin köksüz ve ruhsuz  kalacağı”nı ifade etmiştir. Bellâ’nın bu önemli tespitlerinin altını çizerek, bu temel ihtiyaca sadece Üstad Necip Fazıl cevap verebilmiştir. 

 

1943 ile 1983 yılları arasında başta Büyük Doğu dergisi olmak üzere yüzün üzerinde eseriyle tarihî temeller üzerinde orijinal bir yorumla, dönüştürücü “yeni bir dünya tasavvuru”nu ortaya koyan Üstad Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve diğer İslâm dünyası aydınları tarafından görülememesinin, farkedilememesini sebebi; onların güdümledikleri istikamette bir İslâm anlayışına kapı aralamamasıydı.

 

60’lı, 70’li yıllarda baskın bir şekilde yayın hayatımıza sokulan Orta Doğu ve Pakistan Kaynaklı tercüme hareketlerinin de aynı “sömürge aydını” mantığıyla yayın piyasamıza sokulduğunu söylemek abartılı olmaz sanıyorum.

 

Bu manada Üstad Necip Fazıl’ın görülmemesinin bir diğer sebebi de Üstad’ın 1940’lı yıllardan itibaren ortaya koyduklarının bloklanmasını da hem “sömürge aydınları”nın hem de ülkemizde “Müslüman aydın” geçinen yerli reformist işbirlikçilerin el ele vermelerine bağlayabiliriz.

 

İslamı Yenilemek: İdeolocya Örgüsü..

 

Necip Fazıl’ın Orta Doğu ve ülkemizdeki reformist Müslüman aydınlarca görülemeyen, anlaşılamayan “fikir adamı” fonksiyonu burada ortaya çıkıyor. Necip Fazıl; Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâm’ın bütün bir tasavvur halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[13] İşte Üstad’ın bahsettiğim “tecdid”i (yenileme) bu cümlede bulabiliriz. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, bütün İslâm âlemi ve insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsüyle anlayabiliyoruz.

 

İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak yazdığı “İslamı Yenilemek” başlıklı yazısı da “sömürge aydını” ve reformist Müslüman aydınların anlamakta zorlandığı beyanname niteliğindedir:  “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”[14]

 

Bunu yâni idelocya ve yenilenme ihtiyacını, model arayışını Mütefekkir ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstadın İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi”[15]nin ne olduğunu bilen  “Derin ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir.

 

Müslüman düşünce adamlarının bir türlü görmek istemediği “Necip Fazıl gerçeği”ni görebilen ABD’li bir akademisyen şöyle diyor: “1940’lar ve 1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen bütüncül bir ideoloji olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine ‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” [16]Bu ifadeler üstad’ın temel fonksiyonuyla ilgili önemli yorumlardır.

 

Gene Prof. Dr. Şerif Mardin Üstad’ı konu edindiği bir eserinde şunları söyler: “Türkiye’de 1940’larda, en başarılı modern Türk şairlerinden biri, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu dergisini yayımlamaya başladığında İslamcı yeniden canlanma ideoloji haline geliyordu. Kısakürek; Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel cansızlığının altını çizerek, Türk gençliğinin düşüncesini geleneksel kanallara yeniden yönlendirme girişiminde bulundu ve İslam’ı yeniden değerlendirmeyi hedefledi. Bu yeni bir ideolojik tavır alıştı…”[17]

 

İdeolocya Örgüsü’nün temel mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini (sabite) merkeze koyarak, tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur. İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri değildir. Bunu ancak idrak yolları iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.

 

Necip Fazıl’ın bu temel fonksiyonunu ifade ettiği İdeolocya Örgüsü’nü;

 

Din’in dünya tasarımının ne olduğunu anlayanlar,

Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini anlayanlar,

Fikir-İlim ayrılığı ve bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.

 

İdeolocya Örgüsü’yle ilgili olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tespit olarak batılı büyük bir kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “Çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.”[18] İşte Üstad’ın İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu (zamanın ruhu) bu cümlenin işaret ettiğidir.

 

Üstad Necip Fazıl; Büyük Doğu İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak için gene kendisini dinleyelim:

“ Allah’ın Resûlü, buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”

Buradan da anlıyoruz ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.

Ahlâk o hale geliyor ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini tatbik edeceği ruhî mîzan...

Dünyada fikriyatını yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:

“- Söyle, ahlâkın nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”

Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin, idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi kabul ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası...”[19]

 

Aydınların görmediği/göremediği…

 

Üstad’la ilgili bugüne kadar üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek gerekiyor.

 

Osmanlı sonrası İslâmî fikir ve hareketler, gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki reformist yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip Fazıl’dan söz edilmediğini görürüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler Necip Fazıl’ı görmezden gelmişlerdir ve gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz, taviz vermez, sağlam ve tutarlı çizgi, bütüncü İslâmî tavır, eda, hal, hareket ifadesi; sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu İslâmî yapılanmalara asla müsaade etmez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür.  

 

Bu noktada Üstad’ın kasıtlı olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek.  Hâlbuki Büyük Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, sınırları muhkem olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin sirayet edici tesirini kendi varlıklarının ortadan kalkması olarak gördüklerinden olsa gerek, ondan bahsetmemeyi tercih etmişlerdir

Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa'da, Amerika'da, Afrika'da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır...”[20]

Üstad Necip Fazıl; giderek flulaşan, toplumsallığını kaybeden İslami geleneği günümüze “tutarlı bir bütünlük” içerisinde sunmuş ve ideali aktüel hale getirme çabasına girmiştir.

 

İslâmî gelenekteki ortak “değer” ve “form”ların kimi Müslüman aydınlarca bir yük  olarak değerlendirilmesi, entelektüel köksüzlüğü beraberinde getirmiştir. Ancak muhtevayı, değeri değil de sadece formları koruma anlamında bir gelenek kabul edilemez. Geleneği reddetmek tarihten kopmaktır.

 

Bu konuda, İdeolocya Örgüsü’nün “İslamı Yenilemek” başlıklı son bölümünde;

 

“İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit suyu dökülmeye başlanınca, din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvazaacı mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş, ve olduğu gibi bir İslâm yerine, oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya bakılmıştır.

 

“Reformcu İslâmı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu zatına ve aslına göre değil, şahsi nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak, böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından; İslâm'a cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslam'ı kalb ve göz yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç düşman tanıyacaktır. Aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasibsiz reformcu...Yani ruhu kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkar eden ve bu ikisi arasında arabuluculuğuna kalkışan...”[21]  ifadeleriyle temel meseleye vurgu yapmıştır.

 

Necip Fazıl’ın “ademe mahkum edilmesi: yok sayılması” da bunun içindir. Bir ömür ısrarla ve bilinçli bir şekilde sahih İslâmî geleneği toplumsal genlerimize tekrar nüfuz ettirme mücadelesinin sahibi Necip Fazıl’ı bloklamanın yolu da bu idi. Üstad’ın İslâmi anlayışını ısrarla görme körlüğünde olanlar, bunun aynı zamanda bir oryantalist bakış açısı olduğunu da ne yazık ki anlayamamışlardır.

 

Üstad Necip Fazıl’a yukarıda sınırları çizili konsept içerisinde baktığımızda; Necip Fazıl’ı ısrarla gündem dışına çıkarma çabalarındaki bir diğer önemli etkenin; Cumhuriyet’in resmi ideolojisine olan köklü eleştirileri, muhalif duruşu ve Cumhuriyet rejiminin “ancak kendi belirlediği,, standartlarını kendisinin koyduğu” isim ve eserleri tedavüle sunduğu da görülecektir.

 

İçeriden ve dışarıdan böylesine bir ittifak, “görünmez bir işbirlikçilik” Necip Fazıl’a karşı sürdürülmüştür.

 

Bugün bile; dünün “sömürgeci batı zihniyet formatları” yerine “küreselleşmeci batı zihniyet formatları”yla dünyaya, hayata, insana, olaylara bakan, onun için de “Batının müsaade ettiği kadar” tedavüle sunulan “Müslüman aydın”ları hem Türkiye’de hem de İslâm Coğrafyasında görmemiz mümkündür. 

 

Batı dünyasının ve zihinleri iğdişleştirilmiş sömürge aydınlarının istediği; kendi telkin ettikleri standartlara uyacak, muhalif gözükse de ‘suyun yatağında hareket edecek’ adı ‘yenilenmeci’, ‘köktenci’, vs. düşünce-kültür-sanat adamlarıdır. Bunları da her an imal etme kabiliyet ve zeminine sahiptirler.

 

Tarihî değerlerini güncelleyemeyen, hayata taşıyamayan, kendi değerlerini reddeden “Müslüman aydın”ların “tarihî bagaj”larını atmış olmalarından dolayı akredite olduklarının da altını çizmek gerekiyor.

 

Üstad Necip Fazıl’ın şahsiyetinde özetlemek gerekirse O;

 

1.      Allah Resulü, Sahabiler ve Ehlisünnet çerçevesinde tavizsiz bir şahsiyet, duruş ve mücadelesini görüyoruz… Bütün hayatı, fikriyâtı ve mücadelesi bu temel üzerinde yükselmiştir.

2.       Bu mücadeleyi sanatkâr mizacıyla vermek istediği İslâmî mesajını, formunu günün şartlarına göre değiştirse de muhteva olarak üst seviyede damıtarak şiir, hikaye, roman, tiyatro, vs. ile telkin kürsülerinden haykırmıştır.

3.      Sızdırmaz bir inanış ve fikri çatı kurmasıyla  hayatının sonuna kadar siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, vs. pratik aktüel zeminlerde görünen dinamik aksiyoner tavrı sözkonusudur.  Siyasilerle kurduğu ilişkiler, Abdulhamid, Vahidüddin’le ilgili tarihî tezleri de O’nun “davasını ifade zeminleri” olarak bu ölçüyle bakılabilir.  

 

Üstad’ın yukarıdaki birinci maddede ifade ettiğimiz temel varoluş gayesi ve mücadelesi anlaşılmadan, aktüalite ile olan ilişkilerini de anlamak mümkün değildir. Dokunduğu herşeyi gayesi uğruna dönüştürebilen bir şahsiyeti anlayabilme ancak O’nun ne yapmak istediğini anlamakla mümkündür. Bu idrakte olmayanların, O’nun konjonkrel ve tarihsel birtakım aktüel değerlendirmeleri,  ruhuna nüfuz edememeleri ancak Necip Fazıl İdrakinden nasipsizlikle izah edilebilir.  

 

Üstadı bir şahsiyet abidesi olarak, hakikatlerin onun nefsindeki yansıması ve zamanın diliyle tercümesindeki ihtişamı da görebilmek lazımdır.

 

Büyük yol gösterici..

 

Üstad, “Büyük Kapı”yı gösterici olarak yegânelik vasfına sahiptir.

 

Kendi şahsını davasının önüne koyan değil, davası uğruna şahsiyetini feda ve adanmış bir mizaç… 

 

Üstad’ın Büyük Doğu’su “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi”[22]dir.

 

Büyük Doğu, Onun Büyük Doğru’su, Büyük Davası, Büyük Rüyası ve Büyük Duası idi.

 

Bir besteci Shuman için; “Ben bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum”  diyor. Bu manâda Üstad Necip Fazıl’ı idrakte dudak tiryakiliğinden kurtulup, onun teklif ettiği muhteva ve temsil ettiği manayı yeniden okuma yolculuğuna  çıkmak, en çetin ve gerekli uğraş olsa gerek…

 

Bugünün ve yarının nesline Erken gel, beni evde bulamayabilirsin?”[23] diye seslenen Üstad’ın; “Doğruyu mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği”[24] mutlak usûl ölçüsüyle nesillerin önünü aydınlatmaya devam edecektir.

 

Bir fikir adamının Heidegger için söylediği cümleyi buraya alabiliriz: “O, üçbin yıl sonra da okunuyor olacak!”[25]

 

 

 

 

 

Yahya DÜZENLİ, duzenliyahya@gmail.com / 0532.4757660

 

 

 

 



[1] N.F.K. Hitabe, ………………………….

[2] N.F.K. Çerçeve 1, “Avrupalı Olmamak Şerefi”, sh. 122, 123. Büyük Doğu Yay. 5. Basım, Haziran 2010

[3] NFK Çile, ……………………………

[4] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, İthaf (1968 ilk baskı), Büyük Doğu Yayınları, 10. Baskı, Mayıs 1998, sh. 598

[5] N.F.K. O ve Ben, sh. 238, Büyük Doğu yayınları, Kasım 1974, 1. baskı

[6] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 20. Baskı, Mayıs 1998, sh. 12

[7] N.F.K. Konuşmalar, B.D. Yayınları, 5. Basım, Ağustos 2009, sh. 36

[8] N.F.K. Çerçeve 1, …………………………

[9] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, …………………….

[10] N.F.K., Konuşmalar, B.D. yayınları 5. Basım, Ağustos 2009, sh. 111

[11] Ahmet bin Bella, Konuşmalar, …………………..

[12] Ahmet bin Bella, Konuşmalar, ………………..

[13] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, ………….

[14] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, “İdeolocya Örgüsü’ne Ek”, sh.

[15] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, sh. 9

[16] Modernleşen Müslümanlar, Kitap yay. ………………….

[17] Prof. Dr. Şerif Mardin, Makaleler 3, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim yay. 5. Baskı, sh.229,

[18] Hegel, …………………

[19] N.F.K. ……………

[20] N.F.K. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yayınları, sh…………….

[21] N.F.K. İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, ………………

[22] N.F.K.

[23] N.F.K. Çile, ……………………

[24] N.F.K. …………………..

[25] Towarniki, ……………………..


(Yeni Türkiye Dergisi, Mayıs 2021, Büyük Doğu özel sayısı)