Yahya DÜZENLİ
Osmanlı’nın her alanda kemal
devri olan Kanuni’den sonra kendi köklerinden ilk büyük kopuşun habercisi Tanzimat
Dönemi aydınlarının, batı dünyasının fikrî müktesebat ve teknolojik keşifleri
karşısında gözleri kamaştı. Arayışlarına çare
olarak Batıya açılan kapılardan sızan tortular, “ne Doğulu kalabilmiş, ne de Batılı da olabilmiş” bir mecrada
şaşkınca sayıklamalar, ezilmişlik, hayranlık ve her alanda geri çekilmenin zeminini oluşturdu.
Bu zemin giderek yaygınlaştı ve müthiş
bir aydın yabancılaşması rüzgârıyla zihinlerin
kavrulmasına yol açtı.
Tanzimat’ın açtığı yabancılaşmayı takiben Cumhuriyet’le
birlikte kurulan yeni rejim, köklerle büsbütün irtibatı kesme cinnetiyle tarih ve toplumsal
dokumuzla olan irfan ve idrak yollarını tıkadı, imha etme yoluna gitti.
Bu hâlin sorgulamadan kabullenilmesine
Osmanlı münevverlerinden az da olsa eleştiri getirenler ve feryat edenler olsa
da Tanzimat ve Cumhuriyet iklimi eskiye ait, tarihî hafızayı harekete
geçiren, kök telakkiye dair ne varsa reddederek müthiş bir şuur katliamının girişti. Üstad Necip
Fazıl’ın ifadesiyle “işgal ordularının
bile yapamayacağı bir cinayetle… ruh planında helâk edici”[1] bir çığır açıldı.
Tanzimat’tan (1839) tam yüz yıl
sonra, 1939 yılında 35 yaşında, tezatsız
bir bütün halinde oluşmaya başlayan fakat henüz fikrî tezahür zemini olarak
yeni yeni tebarüz eden Büyük Doğu’nun
ilk ayak seslerini Üstad Necip Fazıl, manifesto niteliğindeki bir yazısıyla ilk
defa, coğrafî sınırları aşan bir idrakle şöyle özetler:
“Asyacı olmak da ne demek mi?
Bu, kitaplık mikyasta bir koca dava! Fakat ben bu davayı bir iki basit
cümle çerçevesi içinde özleştirmekten korkmayacağım.
Benim kafamda Asyacılık, eski Yunan’dan beri seyrini, istihalelerini
bildiğimiz Avrupa medeniyeti dışında ve ona rakip ayrı bir medeniyet tasavvurudur. Bütün
peygamberlere ve ruhî fenomenlere yataklık eden büyük Asya, şenliği tükenmiş
mazisiyle olduğu kadar, onu zenginliklere boğacak şahsiyetli ibdaların davet
edeceği istikbaliyle de ayrı ve tam bir varlıktır….”[2]
Daha sonra 1943’te başlayan Büyük Doğu ile “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!”[3] diye haykırarak
“neyin yok edildiğine” ve “neye ihtiyaç olduğuna” dair tezatsız, sistematik bir fikrî örgü halinde İdeolocya Örgüsünü inşa eder. Üstad, “Büyük Doğu”isminin ötesinde delalet ettiği mana ve muhtevayı hayatı
boyunca misyon haline getirir. İdeolocya Örgüsü tezatsız bir bütün halinde yayınlandığında Üstad’ın önsözündeki
ifadesi bütün bir hayat, manâ ve gayesini açıklamaktadır: “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut
hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunmasa
gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de,
hikâyeleri de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina
etrafında bir takım ‘müştemilât’tan aşka bir şey değil..”[4]
Üstad Necip Fazıl’ın fiilen
1943’te başlayan ve 1983’te vefatına kadar devam eden 40 yıllık toplumsal
mücadelesinin “tez” olarak ifadesi olan İdeolocya
Örgüsü ve etrafındaki örgüleştirici eserleriyle “…Kendi kendine hiçbir istiklali olmayan ve temel gayenin, aslından
nokta feda etmeksizin yeni zaman ve mekana tatbikinden ibaret olan Büyük Doğu
İdeolocyası…..”[5] “işlerin de en değerli ve pahalısı..”[6] misyonuyla
temellendirir.
Üstad, “Büyük Doğu” olarak hayatını
adadığı büyük dava ve mücadelesini kendi ifadeleriyle bir cümle ile “… İslam davasını (ideolojik) çapta ve
eksiksiz bir (sentez) plânında dünün ve bugünün dünyalarına tatbiki ve
Doğu-Batı arası mahsup sırlarını çözme ehliyetinde ‘Büyük Doğu’ mektebini bu ölçüye göre
kıymetlendiriniz ve başka davranışlarla kıyaslayınız!” der.
Büyük Doğu’nun içeriye ve dışarıya
doğru kuşatıcılığına dair de devamla şunları söyler: “İşte böyle başlayan ve asırlardır İslam âleminin muhtaç bulunup da
hiçbir yerinde en küçük kıpırdanışına şahit olunamayan büyük hamle; küfrü kendi
diyalektiği içinde yıkma ve İslâmı pazarlıksız ve muvazaasız olanca saffet ve
asliyetiyle bina etme hamlesi, günümüzde,
hedefi, yolu, usulü ve esası bile güme getirici ve telif haklarını karartıcı
bir karışıklığa düşmüş ve işte bu hazin manzara, dâvayı zıt cepheye karşı değil
de kendi öz cephesi içinde hizaya davet etme zarureti doğmuştur.”
Üstad, bir röportajında kendisine
sorulan soruya, kendi misyonunu ifade ederek ”Bütün dünya bu davayı tezatsız bir örgü halinde dokuyacak olan fikirci sanatkârı bekliyor….”cevabını
vererek ancak şair[7] ve sanatkâr kimliğiyle
inşa edilebilecek olan bu diyalektik örgüyü fikrî ve fiili mücadelesinin her
yönünde aksettirir.
‘Medeniyet Tasavvuru’ literatürümüze ilk defa Üstadla girdi…
Tanzimat’tan 100 yıl sonra ilk defa
Üstad Necip Fazıl, “neyin yok edildiği?”nin ve neye sahip olunması gerektiğinin
ifadesi olarak ilk defa “Medeniyet
Tasavvuru” kavramını kullanır. Henüz Osmanlı’nın tarihten çekilip dar bir
coğrafyaya adeta hapsedildiği edildiği, yeni rejimin banilerince köklerinin
kurutulmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda “Avrupalı Olmamak Şerefi” başlıklı
manifesto niteliğindeki yazısıyla, ilk defa “Medeniyet Tasavvuru”ndan
bahseder.[8]
Şu hususa da işaret etmek yerinde
olur: Yüzyılımızdaki modern İslamcı Hareketler, İslam’ın bütün bir tecelli
olarak meseleyi kendilerinden başlatan bir pratik olarak algılarlar. Oysa ki
Üstad, halka halka geriye giderek, İdeolocya Örgüsünde vurguladığı gibi “Bu ruh ve sistem ve ismin, bağlı olduğu
iman mihrakına göre hiçbir istiklali yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak
başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre
nakşedici köle bir emir subayından ibarettir..”[9] hükmüyle Büyük
Doğu’yu çerçeveler.
“Büyük Doğu İdeali”ne dair
sorulan bir soruya verdiği cevapta; “Büyük
Doğu ideali, tek zerresini feda etmeksizin İslâma yol açmanın sistemidir. Ve bu
sistem ‘metbu’, yani tâbi olunan bir nizam değil, tâbi olan, kendi özüyle
hiçbir istiklali olmayan; herşeyi, bu cihanda ne varsa hepsini İslâmda bulan,
toplayan, gösteren ve asrın meselelerine tatbik eden bir dünya görüşü…Bu bakımdan İslâma köleliğine rağmen, ‘metbu’luk
iddiasındaki hiçbir sistemle kıyaslanmaya razı olmayacak bir ideolocya manzumesi… O kadar yeni ve
üstün… ‘Yeni’nin ezel kadar eski olması ve zamanı ezelden ebede kadar
kuşatması, birleştirmesi, ölçüsüyle yeni ve üstün…”[10] olarak Büyük
Doğu’yu tanımlar.
Bu manada, Büyük Doğu
İdeolocyası’na gerek kavram gerekse de muhteva (muhteva olarak bugüne kadar
ciddi ve tutarlı hiçbir eleştiri getirilememiştir.) yapılan eleştiriler, köksüz
ve idraksizlikle malûldür. Büyük Doğu İdeolocyası, Üstadın kurduğu örgü,
zamanımızdaki bütün modernist kavram,
kurum ve tasarımların karşısındadır.
İslam dünyası ve Necip Fazıl’ın memuriyet ve mes’uliyetini anlamak…
Özellikle günümüzün Müslüman
entelektüellerinin Üstad Necip Fazıl’a bakıştaki yanılgıları veya göremedikleri
temel mesele; 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında
yaşanan siyasi hadiseler ve gelişmeler, yeniden varoluşlarına ilişkin İslâmi
arayışların ekseninde temel belirleyici olmuştur. Sömürgeleştirilen Ortadoğu,
Osmanlı sonrası “ulema” eksenli arayışları “sömürgeleştirilmiş ülke uleması”
konseptinin dışına çıkamamıştır. Bu yıllarda öne çıkan hareketler bütünüyle bir
“tecdit-yenileme” arayışları değil, “reformist” arayışlardır.
İslâmî birikiminin yeni dünya
şartlarında, bütünlüğü korunarak “yorumlanması” yerine, sömürgeci zihniyetin
etkisinde eklektik-reformist bir çizgi benimsenmiştir. Bu “akım”ın önemli
temsilcileri; Muhammet Abduh, Cemalettin Efgani, Reşit Rıza, vs. gibi
isimlerdir. Daha sonra Seyyid Kutup, Mevdudî ve en son Fazlurrahman’la devam
eden, asla İslâm coğrafyasında doğru bir karşılık bulamayan ve bulamayacak
olan, kendi dar, sığ, tarihî tecrübeyi doğru okuyamayan ve ‘sığınmacı’
şablonlara mahkûm, ideolojik plana çıkmaktan çok, psikoloji olarak varlığını
devam ettirmek isteyen reformcu bir anlayışa saplanmışlardır.
Ortadoğu kaynaklı, Pakistan
sıçramalı bu reformist arayışların en üst algı ve anlayış seviyesi, o dönemin
çalkantılı şartlarında bile Osmanlı ulema ve aydınlarının idrak düzeylerine,
entelektüel seviyelerine ulaşamamıştır. Örnek olarak Ahmet Cevdet Paşa ve Sait
Halim Paşa’yı göstermek yeter.
Şu gerçeğin altını özellikle
çizmek gerekiyor: Osmanlı sonrası İslâm dünyasında Abduh, Afgani, Reşit Rıza,
vs. gibi reformcu isimlerin bu dönemde ortaya çıkış şartlarını belirleyen;
sömürge zihniyetidir. Yâni Orta doğu’daki İslâmi varoluş çabalarının kaynağı da
büyük ölçüde İngiliz ve Batı sömürge zihniyetinin dinamikleridir. İslâm
dünyasında “tedavüle sunulan” İslâm algısı sömürgeci zihniyet tarafından
“reformist karakterli” düşünceler ışığında yaygınlaştırılmaya çalışılmış,
bizzat batılılar tarafından servis edilmiştir. Türkiye’de çok fazla etkilerinin
olamayışında imparatorluk mirası, medeniyet arka planı, Osmanlı İslâmî düşünce
geleneğinin sürekliliği Ortadoğu menşeli “İslam algı”larına itibar
ettirmemiştir. Üstad Necip Fazıl’ın mücadelesi ve eserleri de bu yayılmayı
önlemede önemli bir set oluşturmuştur.
Tarihî derinliği olmayan bu
reformist karakterli düşünceler, hareketler, bütünüyle bir “dönüştürücü”
mahiyetten uzaktır. Özgün’ bir nitelikleri yoktur. Hatta böyle bir ihtiyacın
farkında bile değillerdir.
Oysa ki; Osmanlı-Anadolu
coğrafyasının bütün zaman dilimlerinde özgün nitelikli bir potansiyeli,
muhtevası, bunun ortaya konulduğu zeminler vardır. Ancak bunları görebilecek,
anlayabilecek düşünce parametrelerinin söz konusu reformist zihniyette
olmayışı; “kendi idraklerinden ibaret” bir algıya saplanmalarına da sebep de
olmuştur.
İslâm dünyasında
özgün nitelikli, dönüştürücü, tutarlı bir bütünlükte yeni bir “dünya görüşü”
oluşturma “ihtiyacı”nı görememe, anlayamama giderek bugünlere kadar gelmiş ve
bugün bile bu anlayış yüzyıl öncesindeki reformist şablonların egemen olduğu
“seviye”dedir.
Bu noktada,
içeriden birisi olan Cezayir eski Devlet Başkanı Ahmet Bin Bella, Ortadoğu’daki
İslami düşünce ve hareketlere ilişkin şu önemli eleştirileri getiriyor:
“..Onların mükemmel bir ideolojilerinin bulunmaması
ve herhangi bir programlarının olamayışı gibi olumsuz yönlerinin çok önemli
rolü vardır. Onların İslamiyet ve Müslümanlığın durumu, hakkında herhangi bir
analiz veya düşünceleri yoktur. Onlar mevcut dünya düzeni hakkında veya bu
düzenin hedefleri, gayeleri, karakteri ya da bize yaptığı etkileri, yahut
bünyesi hakkında herhangi bir düşünceye de sahip değildirler. Sonra, tabii
olarak bu düzenden kurtulmak için onların uyulması gereken herhangi bir düşünce modelleri de yoktur. Bu saydıklarımızdan hiçbir
şeyi onların yaptığını görmüyorum…”[11]
Ahmet Bin Bellâ,
devam ediyor: “Mutlaka medeniyetimizle
ilgili bir sistem ortaya koymalıyız. Bu sistem için siyasi bir yorum bulmamız
gerekmektedir… Farklılık ancak burada veya şurada tatbik edilmesi sırasında ortaya
çıkacak veriler açısından olmalıdır… Selefiyye’nin herhangi bir kolunun bu
konularla ilgilendiğini maalesef göremiyorum…”[12]
Bütün İslâm dünyası yazar,
düşünür, edebiyatçı, bilim adamı, vs.leri içerisinde sadece Ahmed Bin Bellâ bu
temel ve en önemli ihtiyaca vurgu yapmış ve bir “medeniyet tasavvuru” ortaya
konulmadan ortaya çıkacak bütün düşünce hareketlerinin köksüz ve ruhsuz kalacağı”nı ifade etmiştir. Bellâ’nın bu
önemli tespitlerinin altını çizerek, bu temel
ihtiyaca sadece Üstad Necip Fazıl cevap verebilmiştir.
1943 ile 1983 yılları arasında
başta Büyük Doğu dergisi olmak üzere yüzün üzerinde eseriyle tarihî temeller
üzerinde orijinal bir yorumla, dönüştürücü “yeni bir dünya tasavvuru”nu ortaya
koyan Üstad Necip Fazıl’ın Ortadoğu ve diğer İslâm dünyası aydınları tarafından
görülememesinin, farkedilememesini sebebi; onların güdümledikleri istikamette
bir İslâm anlayışına kapı aralamamasıydı.
60’lı, 70’li yıllarda baskın bir
şekilde yayın hayatımıza sokulan Orta Doğu ve Pakistan Kaynaklı tercüme
hareketlerinin de aynı “sömürge aydını” mantığıyla yayın piyasamıza sokulduğunu
söylemek abartılı olmaz sanıyorum.
Bu manada Üstad Necip Fazıl’ın
görülmemesinin bir diğer sebebi de Üstad’ın 1940’lı yıllardan itibaren ortaya
koyduklarının bloklanmasını da hem “sömürge aydınları”nın hem de ülkemizde
“Müslüman aydın” geçinen yerli reformist işbirlikçilerin el ele vermelerine
bağlayabiliriz.
İslamı Yenilemek: İdeolocya Örgüsü..
Necip Fazıl’ın Orta Doğu ve
ülkemizdeki reformist Müslüman aydınlarca görülemeyen, anlaşılamayan “fikir
adamı” fonksiyonu burada ortaya çıkıyor. Necip Fazıl; Osmanlı sonrası artık
devlet ve toplum plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâm’ın bütün
bir tasavvur halinde yani medeniyet projesi olarak yeni zaman ve mekân şartlarında nasıl
olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir. Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş
ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir
fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir
istiklâli yoktur. Olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve
çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya
ve hadiselere tatbik etme işi…”[13] İşte Üstad’ın
bahsettiğim “tecdid”i (yenileme) bu
cümlede bulabiliriz. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece ülkemiz için değil, bütün
İslâm âlemi ve insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin ne olduğunu, ne
olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.
İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak
yazdığı “İslamı Yenilemek” başlıklı
yazısı da “sömürge aydını” ve reformist Müslüman aydınların anlamakta zorlandığı
beyanname niteliğindedir: “İslâm
yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı
yenilemek… Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî
yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin
ardından ancak kemal çığırı açılabilir…”[14]
Bunu yâni idelocya ve yenilenme ihtiyacını,
model arayışını Mütefekkir ihtiyacını, vs. vs. anlayabilenler ancak Üstadın
İdeolocyasını anlayabilir. Gene O’nun tabiriyle “Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi”[15]nin ne olduğunu
bilen “Derin
ve Gerçek mü’min”ler anlayabilir.
Müslüman düşünce adamlarının bir
türlü görmek istemediği “Necip Fazıl gerçeği”ni görebilen ABD’li bir
akademisyen şöyle diyor: “1940’lar ve
1950’lerde Necip Fazıl, İslâm’ı BÜYÜK DOĞU olarak bilinen bütüncül bir ideoloji olarak yapılandıran ilk Türk Müslüman
aydınıydı. İslâm’ın ideolojileşmesi süreci, Kemalist batılılaşma projesine
‘muhalif’ olarak gerçekleştirildi. Necip Fazıl, kitaplarıyla, kendisinin ve
toplumun, daha derin bir ben ve İslamî bilişsel anlam ve eylem haritasının
arayışına ışık tuttu. Kuşağının derin varoluşsal acılarına yol açan ‘ortak aslî
bir dil’ ve ‘hissiyat eksikliği’yle uğraştı…” [16]Bu ifadeler
üstad’ın temel fonksiyonuyla ilgili önemli yorumlardır.
Gene Prof. Dr. Şerif Mardin
Üstad’ı konu edindiği bir eserinde şunları söyler: “Türkiye’de 1940’larda, en başarılı modern Türk şairlerinden biri,
Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu dergisini
yayımlamaya başladığında İslamcı yeniden
canlanma ideoloji haline geliyordu. Kısakürek; Türkiye Cumhuriyeti’nin
kültürel cansızlığının altını çizerek, Türk gençliğinin düşüncesini geleneksel
kanallara yeniden yönlendirme girişiminde bulundu ve İslam’ı yeniden değerlendirmeyi hedefledi. Bu yeni bir ideolojik tavır alıştı…”[17]
İdeolocya Örgüsü’nün temel
mantığı’nda Üstad İslâmî ruhun değişmezliğini (sabite) merkeze koyarak,
tüm dünyayı değişkenler olarak ele alıp tahlil ederek terkiplere kavuşturur.
İdeolocya Örgüsü veya Büyük Doğu, donmuş bir kalıp, şablonlar kümeleri
değildir. Bunu ancak idrak yolları
iltihaplanmamış olanlar anlayabilir.
Necip Fazıl’ın bu temel
fonksiyonunu ifade ettiği İdeolocya Örgüsü’nü;
Din’in dünya tasarımının ne
olduğunu anlayanlar,
Ahlâk-Dünya görüşü ilişkisini
anlayanlar,
Fikir-İlim ayrılığı ve
bütünlüğünün idrakinde olanlar ancak anlayabilir.
İdeolocya Örgüsü’yle ilgili
olarak, bugüne kadar söylenmemişlerden bir tespit olarak batılı büyük bir
kafanın sözünü aktarayım. Diyor ki; “Çağın
büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu
söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir.”[18] İşte Üstad’ın
İdeolocya Örgüsü-Büyük Doğu Düşüncesi başta olmak üzere aslî fonksiyonu (zamanın
ruhu) bu cümlenin işaret ettiğidir.
Üstad Necip Fazıl; Büyük Doğu
İdeolocya Örgüsüyle aynı zamanda bir dünya görüşü ahlâkı getirmiştir. Bunun ne olduğunu anlamak
için gene kendisini dinleyelim:
“ Allah’ın Resûlü,
buyuruyor ki:“- Ben ahlâkî mekârimi (keremleri) tamamlamak üzere geldim!”
Buradan da anlıyoruz
ki, ahlâk sadece dünya görüşünün bir neticesi değil, aynı zamanda sebebidir.
Ahlâk o hale geliyor
ki, fikrin kendisi oluyor. Fikir hemen onun başına geçiyor. Sonra fikrin
neticesi oluyor. Yani, sebep ve neticesi, netice ve sebebi... Ahlâk bütün bu
kâinat manzumesinde, duyan, düşünen ve hareket eden insanın bütün hareketlerini
tatbik edeceği ruhî mîzan...
Dünyada fikriyatını
yapıp da ahlâkını belirtmeyen Filozofa Batı eksik gözüyle bakar. Ve batı
tefekkürü bahsinde de anlattığım gibi hemen şu soruyu yapıştırır:
“- Söyle, ahlâkın
nedir?.. Hemen hesabını ver! Bunu sormakla mükellefim! Ve sen bildirmekle!..”
Bizde ise, ahlâk her şey... Zannettiğimiz gibi, öyle sun’î terbiye
hudutları, uydurma insanlık hudutları içinde değil... Onun çok dışındadır. Ve mefkűrenin,
idealin, ta kendisi olan tasavvufî, İlâhi marifet davasının ana dayanağıdır
ahlâk... Şimdi üstün ahlâkı, umumî mânadaki ahlâkın ve insanın ana sermayesi
kabul ettiğimiz zaman, dinin bütün dayanağı olarak görmekte zerre kadar
tereddüde yer yoktur. Düşüncenin hemen arkasından gelen düşünme tavrının
anahtarıdır ahlâk... Bütün ruh ölçülerinin esası...”[19]
Aydınların görmediği/göremediği…
Üstad’la ilgili bugüne kadar
üzerinde durulmayan önemli bir hususun daha altını özellikle çizmek gerekiyor.
Osmanlı sonrası İslâmî fikir ve
hareketler, gerek oryantalistler ve gerekse İslâm dünyasındaki reformist
yazar-düşünürlerce değerlendirilirken asla bu değerlendirmelerde Necip
Fazıl’dan söz edilmediğini görürüz. Türkiye dışındaki tarihçiler/yazarlar
İslâmî fikir hareket ve yapılanmalarda Türkiye’yi yok sayarken, Türkiye’de de İslâmî hareketleri değerlendirenler
Necip Fazıl’ı görmezden gelmişlerdir ve
gelmektedirler. Niçin? Çünkü Üstad Necip Fazıl’daki kesintisiz, kırılmaz,
taviz vermez, sağlam ve tutarlı çizgi, bütüncü İslâmî tavır, eda, hal, hareket
ifadesi; sığınma ve yaranma psikolojisi içerisinde kendisine modern
zamanlarda yer arayan kışır ve kabukçu
İslâmî yapılanmalara asla müsaade etmez, hatta onları gerçek İslâm anlayış ve hareketinin önünde engel görür.
Bu noktada Üstad’ın kasıtlı
olarak gözlerden uzak tutulduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek. Hâlbuki Büyük
Doğu Düşüncesi, ekolleşmiş, sınırları muhkem olarak çizilmiş bir mektep niteliğindedir. Bu niteliğinin
farkında ve bilincinde olanlar Büyük Doğu düşüncesinin sirayet edici tesirini kendi
varlıklarının ortadan kalkması olarak gördüklerinden olsa gerek, ondan
bahsetmemeyi tercih etmişlerdir
Üstad, ülkemizde kendisine ilgisizliğin de
farkındaydı. Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu isimli eserinde ne diyordu? : “Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek
dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu dâvayı eğer Avrupa'da,
Amerika'da, Afrika'da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış
istidadı, bir «acaba?» merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin
anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her
türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır...”[20]
Üstad Necip
Fazıl; giderek flulaşan, toplumsallığını kaybeden İslami geleneği günümüze
“tutarlı bir bütünlük” içerisinde sunmuş ve ideali aktüel hale getirme çabasına
girmiştir.
İslâmî
gelenekteki ortak “değer” ve “form”ların kimi Müslüman aydınlarca bir yük olarak değerlendirilmesi, entelektüel
köksüzlüğü beraberinde getirmiştir. Ancak muhtevayı, değeri değil de sadece
formları koruma anlamında bir gelenek kabul edilemez. Geleneği reddetmek
tarihten kopmaktır.
Bu konuda, İdeolocya Örgüsü’nün
“İslamı Yenilemek” başlıklı son bölümünde;
“İslâmı, zatından zerre feda etmeden olanca saffet ve asliyetiyle
kucaklayabilecek ve nefslerinde yenileyecek nesillerin böylece köküne kibrit
suyu dökülmeye başlanınca, din ihtiyacından büsbütün kurtulamayan muvazaacı
mizaçlar her tarafta işi reformculuğa dökmüş, ve olduğu gibi bir İslâm yerine,
oldurulmak istenildiği tarzda bir İslâm'a kapı açmaya bakılmıştır.
“Reformcu İslâmı şu veya bu görüş ve mezhep lokomotifine bağlamak, onu
zatına ve aslına göre değil, şahsi nefsine ve idrakine iliştirmeye kalkmak,
böylece çürük gördüğü bir binayı kendince payandalamaya yeltenmek bakımından;
İslâm'a cepheden zıt olanlardan daha tehlikelidir; ve İslam'ı kalb ve göz
yenilenmesi yoluyla koruyacak olan nesil, cemiyet dairesi içinde kendisine üç
düşman tanıyacaktır. Aşksız ham yobaz, duygusuz kâfir, nasibsiz reformcu...Yani
ruhu kör nefsinde kabuklaştıran, büsbütün inkar eden ve bu ikisi arasında
arabuluculuğuna kalkışan...”[21] ifadeleriyle temel meseleye vurgu yapmıştır.
Necip Fazıl’ın “ademe mahkum
edilmesi: yok sayılması” da bunun içindir. Bir ömür ısrarla ve bilinçli bir
şekilde sahih İslâmî geleneği toplumsal genlerimize tekrar nüfuz ettirme
mücadelesinin sahibi Necip Fazıl’ı bloklamanın yolu da bu idi. Üstad’ın İslâmi
anlayışını ısrarla görme körlüğünde olanlar, bunun aynı zamanda bir oryantalist bakış açısı olduğunu da ne
yazık ki anlayamamışlardır.
Üstad Necip Fazıl’a yukarıda
sınırları çizili konsept içerisinde baktığımızda; Necip Fazıl’ı ısrarla gündem
dışına çıkarma çabalarındaki bir diğer önemli etkenin; Cumhuriyet’in resmi
ideolojisine olan köklü eleştirileri, muhalif duruşu ve Cumhuriyet rejiminin
“ancak kendi belirlediği,, standartlarını kendisinin koyduğu” isim ve eserleri
tedavüle sunduğu da görülecektir.
İçeriden ve dışarıdan böylesine
bir ittifak, “görünmez bir işbirlikçilik” Necip Fazıl’a karşı sürdürülmüştür.
Bugün bile; dünün “sömürgeci batı
zihniyet formatları” yerine “küreselleşmeci batı zihniyet formatları”yla
dünyaya, hayata, insana, olaylara bakan, onun için de “Batının müsaade ettiği
kadar” tedavüle sunulan “Müslüman aydın”ları hem Türkiye’de hem de İslâm
Coğrafyasında görmemiz mümkündür.
Batı dünyasının ve zihinleri
iğdişleştirilmiş sömürge aydınlarının istediği; kendi telkin ettikleri
standartlara uyacak, muhalif gözükse de ‘suyun yatağında hareket edecek’ adı
‘yenilenmeci’, ‘köktenci’, vs. düşünce-kültür-sanat adamlarıdır. Bunları da her
an imal etme kabiliyet ve zeminine sahiptirler.
Tarihî değerlerini
güncelleyemeyen, hayata taşıyamayan, kendi değerlerini reddeden “Müslüman aydın”ların
“tarihî bagaj”larını atmış olmalarından dolayı akredite olduklarının da altını
çizmek gerekiyor.
Üstad Necip Fazıl’ın şahsiyetinde
özetlemek gerekirse O;
1.
Allah Resulü, Sahabiler ve Ehlisünnet çerçevesinde
tavizsiz bir şahsiyet, duruş ve mücadelesini görüyoruz… Bütün hayatı, fikriyâtı
ve mücadelesi bu temel üzerinde yükselmiştir.
2.
Bu mücadeleyi
sanatkâr mizacıyla vermek istediği İslâmî mesajını, formunu günün şartlarına
göre değiştirse de muhteva olarak üst seviyede damıtarak şiir, hikaye, roman,
tiyatro, vs. ile telkin kürsülerinden haykırmıştır.
3.
Sızdırmaz bir inanış
ve fikri çatı kurmasıyla hayatının sonuna kadar siyasi, sosyal,
ekonomik, kültürel, vs. pratik aktüel zeminlerde görünen dinamik aksiyoner
tavrı sözkonusudur. Siyasilerle kurduğu
ilişkiler, Abdulhamid, Vahidüddin’le ilgili tarihî tezleri de O’nun “davasını ifade zeminleri” olarak bu
ölçüyle bakılabilir.
Üstad’ın yukarıdaki birinci maddede ifade ettiğimiz temel varoluş
gayesi ve mücadelesi anlaşılmadan, aktüalite ile olan ilişkilerini de
anlamak mümkün değildir. Dokunduğu herşeyi gayesi
uğruna dönüştürebilen bir şahsiyeti anlayabilme ancak O’nun ne yapmak
istediğini anlamakla mümkündür. Bu idrakte olmayanların, O’nun konjonkrel ve
tarihsel birtakım aktüel değerlendirmeleri,
ruhuna nüfuz edememeleri ancak Necip Fazıl İdrakinden nasipsizlikle
izah edilebilir.
Üstadı bir şahsiyet abidesi
olarak, hakikatlerin onun nefsindeki yansıması ve zamanın diliyle
tercümesindeki ihtişamı da görebilmek lazımdır.
Büyük yol gösterici..
Üstad, “Büyük Kapı”yı gösterici olarak
yegânelik vasfına sahiptir.
Kendi şahsını davasının önüne
koyan değil, davası uğruna şahsiyetini feda ve adanmış bir mizaç…
Üstad’ın Büyük Doğu’su “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi”[22]dir.
Büyük Doğu, Onun Büyük Doğru’su, Büyük Davası, Büyük Rüyası
ve Büyük Duası idi.
Bir besteci Shuman için; “Ben
bu büyük sanatçının eserleri ile arınıyorum, tazeleniyorum, güçleniyorum” diyor. Bu manâda Üstad Necip Fazıl’ı idrakte dudak tiryakiliğinden kurtulup, onun teklif ettiği muhteva ve temsil ettiği
manayı yeniden okuma yolculuğuna çıkmak,
en çetin ve gerekli uğraş olsa gerek…
Bugünün ve yarının nesline “Erken
gel, beni evde bulamayabilirsin?”[23] diye seslenen Üstad’ın; “Doğruyu
mu arıyorsun? Allah ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile
Resulü’nün öğrettiği. Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği”[24] mutlak usûl
ölçüsüyle nesillerin önünü aydınlatmaya devam edecektir.
Bir fikir adamının Heidegger için
söylediği cümleyi buraya alabiliriz: “O, üçbin yıl sonra da okunuyor olacak!”[25]
Yahya DÜZENLİ, duzenliyahya@gmail.com
/ 0532.4757660
[1] N.F.K. Hitabe, ………………………….
[2] N.F.K. Çerçeve 1,
“Avrupalı Olmamak Şerefi”, sh. 122, 123. Büyük Doğu Yay. 5. Basım, Haziran 2010
[3] NFK Çile, ……………………………
[4] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
İthaf (1968 ilk baskı), Büyük Doğu Yayınları, 10. Baskı, Mayıs 1998, sh. 598
[5] N.F.K. O ve Ben, sh. 238,
Büyük Doğu yayınları, Kasım 1974, 1. baskı
[6] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
Büyük Doğu Yayınları, 20. Baskı, Mayıs 1998, sh. 12
[7] N.F.K. Konuşmalar, B.D.
Yayınları, 5. Basım, Ağustos 2009, sh. 36
[8] N.F.K. Çerçeve 1,
…………………………
[9] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
…………………….
[10] N.F.K., Konuşmalar, B.D.
yayınları 5. Basım, Ağustos 2009, sh. 111
[11] Ahmet bin Bella,
Konuşmalar, …………………..
[12] Ahmet bin Bella,
Konuşmalar, ………………..
[13] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
………….
[14] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
“İdeolocya Örgüsü’ne Ek”, sh.
[15] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
Büyük Doğu Yayınları, sh. 9
[16] Modernleşen Müslümanlar,
Kitap yay. ………………….
[17] Prof. Dr. Şerif Mardin, Makaleler
3, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim yay. 5. Baskı, sh.229,
[18] Hegel, …………………
[19] N.F.K. ……………
[20] N.F.K. Batı Tefekkürü ve
İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yayınları, sh…………….
[21] N.F.K. İdeolocya Örgüsü,
Büyük Doğu Yayınları, ………………
[22] N.F.K.
[23] N.F.K. Çile, ……………………
[24] N.F.K. …………………..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder