29 Mart 2010 Pazartesi

MEDENİYET TASAVVURU OLMADAN 'ŞEHRİN RUHU' KAVRANABİLİR Mİ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Medeniyet tasavvuru”; ait olunan medeniyet’in bilince yansıması, zihinde bütün olarak canlanması… Bu tasavvurun şehre dökülmesi ve şehrin ‘ruhu’ndan tekrar ‘medeniyet’ olarak tütmesi, şehrin buradan okunması…

Bugün ağızlarda sakız gibi çiğnenen “medeniyetler diyaloğu”, “medeniyetler buluşması”, “medeniyetler ittifakı” gibi arkası doldurulmamış, temellendirilememiş, muhtevalandırıla-mamış ama ‘kavramsal tadı’ damaklarımızı süsleyen bu cümleler bugün karşılığını bulmaya dursun, biz bu kavramlardan bahsedebilmek için öncelikle bir “medeniyet tasavvuru’nun ve bu tasavvurun şehre nasıl yansıması gerektiğine ilişkin birkaç cümle edelim..

Bir medeniyetin plâstik anlamda ruhunu sergilemesi kendisini “şehir” olarak gösterir, tecelli ettirir. Medeniyet şehirlerinin her mekânı, bütün bir şehri yüklenen, taşıyan mekânlardır.

Osmanlı’nın ‘klasik çağı’ olarak adlandırılan ve Osmanlı-İslam medeniyetinin büyük bir coğrafya üzerinde bir rölyef gibi kabardığı XV. ve XVI. yüzyıllarda “şehir ruhu”nun ne olduğunu ilk bakışta görebiliyoruz. Bu medeniyet şehirlerini XVII. yüzyılda gezen ve günümüze en güzel aktaranların başında Evliya Çelebi geliyor..

Evliya Çelebi dolaştığı Osmanlı Şehirlerini anlatırken hangi şehri gezip görse, o şehirle ilgili “ruhaniyetli şehir”, “şehr-i müzeyyen”… gibi vasıflar, övücü ifadeler kullanır. Sadece bu kavram ifadeler bile o şehirlerin ruhunu ve fotoğrafını vermeye yeter. Seyahatnamesinin bir yerinde camilerden bahsederken, “İçinde öyle bir ruhanilik vardır ki bir Müslüman iki rekat namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur.” der. Çarşıları gezerken de “İçinden geçenler bu çarşıdan çıkmak istemez.” der. Evliyâ Çelebi’nin bu cömert ve muhteşem ifadelerini tüm medeniyet şehirlerine teşmil ettiğimizde ortaya “kalbi ve ruhaniyeti olan şehirler” tablosu çıkıyor.

Evliya Çelebi niçin Osmanlı mülkünü böyle bir “göz”le gezer ve yazar ? Çünkü yaşadığı ve gezdiği mülk, Osmanlı-İslam medeniyetinin şehir sergisidir. Şehir bütün ruhu ve tezyinatıyla kendisini arzetmektedir. Bu sergide her şehrin ayrı bir ‘hüsn’ü, güzelliği vardır. Bu güzellik dağılmış ama bütünlüğünü korumuş, muhafaza etmiş bir güzelliktir. Ona bu bütünlüğü, bu birbirine tutunmuşluğu veren “tarih ve medeniyet idraki”dir. Bu idrakin farklı özelliklerdeki coğrafyalarda tecellisi böylesine bir şehir ruhu bütünlüğünü yansıtır.

Her şehrin “ruhu” var. Ancak bu ruhu görmek, anlamak ve hissedebilmek için (II. Bayezid’in ifadesiyle) “haylice idrak gerek”. Hele de medeniyet şehirlerinin ruhunu hissedebilmek için Evliyâ Çelebi’deki gözlem ve hassasiyeti taşımak gerek. Böyle bir hassasiyetiniz yoksa, ne bulunduğunuz şehirden haberiniz olur, ne de görmeyi arzu ettiğiniz şehre baktığınızda o şehrin “ruhu”nu hissedebilirsiniz. Bu ruhu hissedebilmek için öncelikle ‘medeniyet tasavvuru’na sahip olmak gerekir. Bu tasavvur; insanın iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin hükümlerini oluşturur, yansıtır. Böyle bir tasavvurunuz varsa şehrinizin ruhuyla irtibat kurabilirsiniz.

Önemli bir nokta da şu: İçine girdiğiniz şehir sizi neye davet ediyor? Size nerelerini gösteriyor? Sizin nerenize yöneliyor?

Çağdaş seyyahlar (turistler değil; çünkü turist şehrin ruhuna değil, gövdesine ve midesine yönelmiştir.) bugünkü şehirlerimizi gezdiklerinde…

Şu acı gerçeği hatırlamakta fayda var: Osmanlı sonrası misak-ı milli hudutları içerisinde kalan medeniyet şehirlerinin tamamı müthiş bir tahribata uğra/tıl/mıştır. Tahribat, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı yıllarındaki yabancı işgalinden kaynaklanmıyor. Tam aksine, tarihinden nefret eden, ait olduğu tarih ve medeniyet dünyasından kaçan, ona savaş açan, kendini asla ait olmadığı ve olamayacağı bir dünyaya atan, ancak orada da bir yabancı sığınmacı psikozunu şuuraltından atamayan, kafası “yabancı dünyalarda” ayakları bu topraklarda, tüm nefretiyle adeta “intikamcı” sadizmini tatmin eden bir zihniyet yapmıştır bunu…

Sonra gelenler de ne “neyin yıkıldığı, yokedildiği”nin, ne de yerine “neyin konulması gerektiği”nin farkında olmayanlar..

Yani bir tarafta şehrin hainleri ile, diğer tarafta şehrin gafilleri… Her ikisi de aynı çizgide…

Burada “şehrin hafızası”na dönmek gerekiyor. En önemlisi de bu “hafıza”nın farkına varmak… Şehrin her şeyi yok edilse de, yok edilenlerin parçalarından yola çıkarak önce “bütünü tahayyül ve tasavvur” etmek, sonra da bunu yeni dünya ve şehir şartlarında bir “medeniyet projesi” olarak düşünebilmek…

Evliya Çelebi’nin ait olduğu medeniyet örgüsü, şehir nakışları tezatsız bir bütünden yansımalardır. Şehirler birbirinin akrabasıdır. Kardeşten de öte akraba ! Hangisine giderseniz yabancılık çekmezsiniz. Sizi sıcak yüzüyle karşılar. Bugün bile dünün Osmanlı Coğrafyasına yolculuk yaptığınızda, kalan mekânlar size bu sıcaklığıyla fakat ‘hazin’ olarak bakarlar.

Bugünün modern şehirlerinde niçin bu ruh yok? Şehirlerimiz neden ruhsuz? Şehirlerin gürültüsü, mekanik ve metalik sesler modern şehirlerin ruhunun yansıması mıdır? Herhalde öyle!

Gelecek nesillere “şehir ruhu” diye hangi “gürültülü dünya”yı bırakacağımız bizi ürpertiyor mu?

(Günebakış, 31 Mart 2010)

23 Mart 2010 Salı

HANGİ ŞEHRİN YÜZÜNE BAKILABİLİR ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehre bakmak, şehri seyretmek, o şehrin “bakılacak yüz”e sahip olup olmamasıyla alâkalıdır. Şehrinizin “bakılacak yüz”e sahip olması, şehrin silüeti kadar o silüeti meydana getiren mekânlarla ilgilidir. Çünkü şehrin yüzü, şehrin mekânlarıdır. Şehir, mekânlarına baktığınızda sizi “huzur”a veya “kasvet”e davet eder. Binaları, evleri, caddeleri,… Şehrin kimliği bu mekanlarda oluşur, ruhu bu mekanlarda ortaya çıkar, yaşar.

Günümüzün ‘arabeskleşmiş’ modern şehirlerinde kendilerine bakılabilecek bir yüz kalmış mıdır ? Var mıdır? demiyorum, çünkü “var mıdır?” diyebilmek için, o şehrin bir “dünya görüşü” etrafında inşa edilmiş ‘yaşanabilir’ bir tezyinata büründürülmesi gerekir. Oysaki, “kalmış mıdır?” sorusu, tarihsel süreçte, içinde bulunanlara yaşanabilir bir mekân verebilmiş bir dünyadan bugüne tevarüs etmeyle ilişkilidir. Ne ‘benzemek istediği’ne dönüşebilmiş, ne de bu dönüşümü ‘taklit’ ukdesiyle de olsa gerçekleştirememiş bir zihniyetin nasıl bir “şehir ruhsuzluğu” veya “ruhsuz şehirler” meydana getirdiğine içinde yaşadığımız şehirle şahit oluyoruz. Şahit olmakla da kalmıyoruz, bütünüyle o şehrin kasvetini taşıyoruz, taşırıyoruz.

Dünün medeniyet şehirlerinden kalan mekânları, bugünün arabesk şehirlerini süsleyen ‘dekor’lar olarak hüzünle seyrediyoruz. Modern zamanların şehirlerinin kasvetli yüzündeki yegâne insanca izler bunlar…

Modern zamanların şehirlerinde mekân da insan da can çekişiyor. Bu can çekişme, organizmanın olağanüstü tepkiler vermesi canlılık ritmleri olarak algılanıyor.

Eskiler derler ki; “Kem alât ile kemâlât olmaz!” Bu hikmetle şehirlerimize baktığımızda; yabancı organların bir araya getirilmesiyle organik vücut inşa edilemediğini görüyoruz. Tabii şehir de…

“Kem alât ile kemalâtın olamayacağı”nı bugünün şehirlerinde bütün dehşetiyle görüyoruz. İnsanı ezen, yok eden mekânlar, onların oluşturduğu şehirlere girerken başlayan ‘ruh sıkıntısı’nın insanı nesne, obje haline getiren, şehrin büyük bir laboratuar, insanın da ‘kobay’ derecesine indirgendiği bir hayata mahkûm etme..

Bu hale vücut verici sebepleri görmek için biraz geriden bakarsak… Tanzimatla başlayıp meşrutiyetle devam eden, 87 yıllık cumhuriyetle de ivme kazanan toplumsal ‘yabancılaşma’ ve ‘başkalaşma’ macerası şehirlerimizi de ‘yaşanamaz’ hale getirmiştir. Çünkü, oluşturulmak istenen ‘yeni insan tipi’ne uygun batıdan ithal ve yapıştırma şehir tasarımları şehirlerimizde ‘ucube mekanlar’ ortaya çıkarmıştır. Böylece hem insan, hem şehir, hem de mekân kaybedilmiş, katledilmiştir.

Şehirlerimiz böyle yok edildi, halâ da yok ediliyor. Yok edicilerin neyi var edeceklerinin bilincinde olduklarını da söylemek mümkün değil.

Bu anlamda, muhakkik mimar Turgut Cansever, öğrencilik yıllarına ait bir hatırasını şöyle anlatır:

“1943 yılında ilk şehircilik dersine girdik, hocamız bir Alman mimar. Hamburg’un planlamasının sorumlusu Prof. Oelsner, “Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?” diye sordu. Kırk elli talebe, on beş dakika kadar, şunu yapmalı, bunu yapmalı diyerek Oelsner’in sorusunu cevaplandırmaya çalıştık. Sonunda “Ben vereyim cevabı” dedi ve ekledi: “Dua etmelidir!” Herkes gülmeye başlayınca, “Alay etmiyorum, ciddi söylüyorum” dedi. “Ben size bir şey daha söyleyeceğim, onu da bilemeyeceksiniz tahmin ederim” dedi: “Türk halkı ne için dua etmelidir?” Birçok şeyler söyledik, gene “Bilemediniz” dedi, “Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır” dedi. Adeta kehanetti bu. “

Kehanet hakikat oldu. Süreç hızla devam ediyor.

Şehrimizden ve kendimizden o kadar uzaklaşmışız ki, yabancı bir mimarın gördüklerini biz ‘kendi gözümüz’le göremiyoruz.

“Yeniden yapılanma”, “Şehir planlaması” ve “kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen yıkımların katliama dönüştüğünü söylemeye gerek var mı? ‘Bütün mekânların insan için olduğu’ gerçeği unutuldu. İnsanı basit bir ‘materyal’ haline getiren bu zihniyetin gelecek nesillere bırakacağı sadece ‘beton bloklar’ olacaktır.

Ne tutarlı bir dünya görüşü,
Ne şehir ruhu ve kültürü,
Ne de şehir mekânlarına ilişkin estetik idraki olmayanlardan ne beklenir ki?

“Çirkinliğin ihtişamı” altında yaşamaktan vahşice haz duyanlara ne anlatılabilir? Neler söylenebilir ki?

Kim mi bunlar?

Şehri emanet ettiklerimiz !

Şehri emanet edecek ‘emin’lerin önemini idrak, şehri idrakin temel şartıdır.

Cansever’le başladık, Ahmet Haşim’in cumhuriyetin ilk yıllarında, 1928’lerde şehir mimarisinden yola çıkarak çizdiği tabloyla bitirelim:

“Mimari eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikîyi dinlememek suretiyle bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Âciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil halini alınca, bütün bir şehrin manevî sıhhatini, nesillerce, bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için geçmiş san’atkârların eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz. “

Ahmet Haşim’i bugün okuduğumuzda “muhayyile yok ki acz’den”, “ruh yok ki fakirliğinden” bahsedilsin diyesimiz geliyor !

Bu dehşet sözler, şehircilerimizde, yerel yöneticilerimizde, ilgili bilim adamlarımızda, mimarlarımızda, plancılarımızda karşılığını bulabilir mi dersiniz?

Şehrimizin sürekli bakılabilecek bir yüzü olabilmesi için idraklerimizin de iltihaplanmaması gerekiyor.
(Günebakış, 24 Mart 2010)

16 Mart 2010 Salı

EVLERİNİZ RÜYA GÖRÜYOR MU?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Halil Cibran’ı tanır mısınız? Eserlerinde Doğu hikmetlerinden özler sunan Lübnan’lı bir hikmet adamı, bilge. Türkçede yayınlanmış kitapları, damıtılmış “hikmet özleri” ile dolu. İlk baskısı 1923 yılında “Nebi” daha sonra “Ermiş” ismiyle çıkan kitabının Türkçe baskısını tekrar okurken, “Şehir ve Ev”le ilgili çarpıcı ve yakıcı bir diyalog, gözümüzün önüne kendi şehrimiz ve evimizi getiriyor. Bu diyalogta Halil Cibran’ın anlattığı şehir ve evin ruhundan acaba bir şey kaldı mı? diye sormak bile kaybettiğimiz eve ilişkin dert sahibi olduğumuzu bize yeniden hatırlatacaktır.

Avrupa dilleri, Arapça, Japonca, Hintçe ve birçok doğu diline çevrilen eser, yayınlandığında tüm dünyada büyük ilgi uyandırdı. “Eser ruhumun bir parçasıydı” diyen Cibran’ın “Bize evlerden bahset” başlıklı diyaloğundan kesitler sunuyoruz:

“Daha sonra bir duvarcı ilerledi ve: ‘Bize evlerden bahset’ dedi.

O da cevap verdi:

‘Şehrin duvarları içinde bir ev kurmadan önce hayalinizle çöl ortasında bir çadır kurun.

Çünkü akşamları evlerinize dönmek üzere yol aldığınız zaman içinizdeki o yapayalnız, o hicranzede serseri bir yol alır.

Eviniz, sığındığınız yuva, sizin büyümüş gövdenizdir.

Eviniz de güneş altında büyük ve gecenin sessizliğinde uyur, üstelik rüyasız da kalmaz. Sorarım size, evleriniz rüya görmüyor mu? Ve rüya içinde şehirden çıkarak korulara gitmiyor ve tepelere tırmanmıyor mu?

Evlerinizi elime geçirsem ve tohum eken bir çiftçi gibi ormanlara ve çayırlara serpsem!

Elimden gelse de vadileri cadde, çimenlikleri sokak yapsam da sizin birbirinizi bağlar içinde arayıp bulmanızı ve elbiseleriniz toprak kokusu taşıyarak geri dönmenizi sağlasam. Fakat henüz vakti değil.

Atalarınız, korkuları yüzünden sizi biraraya toplamışlar ve bu korku bir müddet daha devam edecek. Fakat çok geçmeden şehir duvarlarınız, ocaklarınızı tarlalarınızdan ayıracak!

Şimdi ey Orfalis halkı, bana anlatın! Evlerinizin içinde neler var? Ve sizin kapılarınızı kilitleyerek sakladıklarınız nedir?

Sakladıklarınızda insan kudretini ifşa eden huzur mu var?

Kafanın şahikalarını yaratmak için kemerleri üst üste yükselten hatıralar mı var?

Anlatın bana, bunlar mı var evlerinizde?

Yoksa yalnız konfor mu ve konfor ihtirası mı, o bir eve sürüne sürüne girerek misafir gibi oturan, sonra ev sahibi gibi yerleşen, nihayet efendi kesilen hırsız mı var?

Hatta o hırsız, daha sonra bir eğitmen kesilir, kanca ve kırbaçla daha büyük arzularınızı kuklalaştıran bir varlık olur, onun elleri gerçi ipekten, fakat kalbi demirdendir.

O, size uyumak için ninniler söyler ki, yatağınızın başucunda durarak maddenin gösterişiyle övülsün.

O, sizin sağlam hasselerinizle istihza eder ve onları kırık çanaklar gibi dikenlikler içine atar.

Konfor iştihası, ruhun ihtiraslarını öldürür, sonra sırıta sırıta cenazesinde yürür.

Fakat siz, ey rahatlık içinde rahatsız yaşayan fezanın çocukları! Bu pusuya düşmenize, yahut kanca ve kırbaçla terbiye edilmenize imkan yoktur.

Evleriniz varlığınızı demirleyen ve kımıldamasına imkan vermeyen bir çapa deği; varlığınıza çeşit çeşit ufukların havasını yaşatan bir yelkendir.

Bir yarayı örten parlak bir perde değil, fakat gözü koruyan bir göz kapağıdır. Siz, kapılardan geçmek için kanatlarınızı kapamazsınız, tavanlara çarpmasın diye başlarınızı eğmezsiniz, duvarları çatırdamasın ve yıkılmasın diye nefes almaktan korkmazsınız.

Ölülerin siz canlılar için yaptıkları mezarlarda yaşayamazsınız.

Gerçi evlerinizin haşmeti var, güzelliği var, fakat bunlar, sizin bir sırrınızı saklamaz ve sizin hasretlerinize barınak olamaz.

Çünkü içinizdeki sonsuzluk o gökyüzündeki konakta ikamet ediyor ki, kapısı sabah sisleridir, pencereleri nağmelerdir ve gecelerin sessizliğidir.”

Diyalog bu kadar.

Böyle bir şehrimiz ve evimiz var mı? Yoksa Cibran ütopyalarda, bulutlar üzerinde bir ev mi tasvir ediyor? “Yaşanması gereken yer” ve “ev”i kaybedince yâni yeryüzünde yolumuzu ve yerimizi şaşırınca, bize yol gösterenlere de “senin ışığın bulutları gösteriyor” diye gülüp geçeriz. Kimbilir Cibran’ın tarif ettiği “ev”i de böyle görüyoruz.

Yaşadığımız şehrin ve bizi organik bir varlık gibi içine alan evlerimizde böyle bir ruh var mı? Cibran “evleriniz rüya görüyor mu?” diye soruyor. Bırakınız evimizi, şehrimizi, biz rüya görebiliyor muyuz?

Şehir ve ev bize rüya gördürebilmeli ! Bizi kendine ve kendimize davet etmeli!

Şehir huzur verir! Şehir yorar !
Ev huzur verir! Ev yorar !

Hayalimizde “kendi şehrimiz”i düşünerek Cibran gibi söyleyelim: “Buradan huzur içinde ayrılmaya, üzülmeden uzaklaşmaya imkan var mıdır? Hayır, bu şehirden yarasız bir ruh ile ayrılamayacağım.”

Üstad Necip Fazıl’ın “Evim” şiirinden mısraları hatırlıyoruz:

“…..
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada...
Garanti yok sen gibi faniye sigortada!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
…..
“Evim, evim vâh evim, gönül bucağı evim!”

Dün bu şehirdeydik, bu şehrin evlerinde yaşıyorduk. Bugün uzağındayız. Kimbilir yarın daha mı uzaklaşacağız veya bu şehirde yaşayabilecek miyiz?

Kendimize yönelteceğimiz büyük ihtar şu mu olmalı: Evine dön !

(Günebakış, 17 Mart 2010)

8 Mart 2010 Pazartesi

OSMANLI ŞEHRİ

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Her dünya görüşü medeniyetini, medeniyet de kendi şehrini inşa eder. Medeniyetlerin “ben idraki” olduğu gibi şehirlerin de “ben idraki” vardır. Şehirlerin “ben idraki”; mensup ve ait olduğu medeniyetin ruhunu insan, zaman ve mekânda yansıtma kabiliyetiyle ortaya çıkar. Şehrin “ben idraki”; kendi olmak, kendi kalmak ve kendi devam etmektir.

Tarihi çizgide Antik şehirler, Roma şehri, Selçuklu şehri, Osmanlı şehri diye isimlendirilen şehirler, farklılıklarını ‘ben idraki’yle gösterebilmiş şehirlerdir. Osmanlı şehri, işte bu şehir model ve tasarımlarının en önemlilerinden birisidir. Birçok batılı mimar, planlamacı, gezgin, kültür adamı, vs. nin üzerinde yoğunlaştığı, hayranlıklarını ve hayretlerini ifade ettikleri Osmanlı şehri, ne yazık ki; tarih ve kültür değerleri gibi cumhuriyete bütünüyle tevarüs edememiştir. Müzelik ölü malzemeler halinde parçaları dağılmış/dağıtılmış bir şekilde ruhunu, zamanını ve mekanını kaybetmiştir.

Cumhuriyetin ilk yılları ve özellikle de 1930-1940’lı yıllarda bütün tarih ve medeniyet değerlerine yönelen yıkıcı/yokedici girişimler Osmanlıdan kalan şehirlerimizde katliama dönüşmüştür. Şehirlerimizde “urbicide:şehir katliamı” yaşanmış, yaşatılmıştır. Bundan en fazla nasibini alan şehirlerin başında Trabzon gelmektedir. Bugün için Osmanlı şehrini nostalji veya şark dekoru şeklinde hatırlamak, fantezi olarak yaşatmak, o medeniyetin ve şehrin ruhunu anlayamamakla eşdeğerdir.

Trabzon, 462 yıl Osmanlı’nın önemli şehirlerinden birisi olmuş ve şehir mimarisine muhteşem eserler kazandırmış bir şehirdir. Ancak “harici işgal”cilerin yapamayacağı bir öfke ile “dahili işgal”cilerce şehrin tarihinden intikam alınırcasına kökleriyle irtibatını sağlayan her şey yok edilmeye çalışılmıştır. Bu zihniyet ve devamcılarınca yürütülen yıkım stratejisi başarılı olmuş, şehir bugünkü arabesk, kaba, çirkin hale büründürülmüştür. Öncelikle tarihi mekânlar kurban seçilmiş ve bütün bunlar görünürde “şehrin planlanması” gerekçesiyle yapılmıştır.

Muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’in bugünlerde yayınlanan “Osmanlı Şehri” isimli kitabını okuyunca, onun anlattığı dünün Osmanlı Şehrinin; bugün yaşaması, yarına taşınması gereken şehir olduğunun idrakine varıyoruz. Cansever, Trabzon da içerisinde olmak üzere Osmanlı şehirlerinin nasıl bu hale getirildiği üzerine şöyle der:

“Şehir planlamasında tarihi Türk şehirlerini yıkıp cetvelle çizilmiş yollar üzerinde apartmanlar inşa ederek Türkiye’yi ‘modernleştirme’ ‘batılılaşma’ tasavvuru, genel kültür politikasının kaçınılmaz bir devamı idi. Neticede şehirlerimiz ve konut mimarimiz, dünyada nadir rastlanabilen bir iptidailik, seviyesizlik, çirkinlik ve kirlilik düzeyine sürüklendi….”

Turgut Cansever, Ankara’daki Bosna anıtı için Jüriye davet edildiğinde, Osmanlı coğrafyasının balkan bandının en ucundaki Bosna savaşını bir dünya görüşünün mekanda yansıması olan mimariye tekabül ettirerek, muhakkik mimar gözüyle şu önemli vurguları yapar: “Bosnalılar, inançlarının yansıması olan dünyalarını, inşa ettikleri dünyayı, bu inançlarının tam ifadesi olan biçimler alemini korumak için ölüyorlar. Üçyüzbin kişi bunun için can verdi. Biz ise bu dünyayı kendi ellerimizle yıktık. Bundan pişman olduğumuzu, utandığımızı ortaya koymadan, pişmanlığımızın ifadesi olarak da yanlışımızdan vazgeçtiğimizi, bundan sonra doğruyu yapacağımızı ifade etmeden Ankara’da anıt dikmek hem kendimizi, hem Bosnalıları, hem gelecek nesilleri aldatmak demektir. Eğer bunu vaat ediyorsanız, yani Ankara’da eski Ankara evlerinden oluşan bir mahalleyi inşa etmeyi ve onları yok eden yanlışın ürünlerine engel olmayı vaat ediyorsanız o zaman Ankara’da bir Bosna anıtı yapmaya hakkınız vardır.

“Osmanlı Şehri”nin sunuşunda “İsim olarak neden Osmanlı Şehri?” sorusuna, Cansever’in kızı ve damadı Emine Öğün-Mehmet Öğün şu cevabı veriyor: “Bu kitap, evvelce yayınlanan kitaplarda da olduğu gibi şehir, mimari, planlama, sanat, üslup, resim, edebiyat ve bağlantılı benzer meseleleri içeriyor olsa da, önerilen isimde mutabık kalışımız Cansever söyleminin kendine has karakteriyle ilgilidir. Ona göre, ‘İnsanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını çerçeveleyen yapı’ olan şehrin imajı ‘İslam kültürlerinde cennet sasavvurunun bir yansımasıdır’ ve dünyayı güzelleştirmek için vücuda getirilmiştir. İnanç sahibi her insanın ulaşmayı ümit ettiği cennet kavramı İslam toplumlarının hayatlarına dair çerçeveleri belirler. Dolayısıyla başta mimarlık olmak üzere tümü sanatla ilgili olan yazılar ‘Osmanlı Şehri’ diğer bir deyişle ‘Osmanlı Cenneti’ başlığı altında derlenmiştir…”

Cansever, kitabının bir yerinde Eflatun’un “insanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir” sözünü aktararak “Osmanlı şehri, insanlık tarihinde benzeri çok az olan, müstesna bir kültür ürünüdür” der. Osmanlı Şehri’nin modern zamanların dünyasında “yaşanabilir şehir” modeliyle nasıl inşa edilmesine ilişkin temel metinlerin bulunduğu Cansever’in kitabı “Şehir-Sanat-Mimari”, “Osmanlı Şehri” ve “Sorunlar ve Çözümler” başlıklarıyla 3 bölümden oluşuyor. Cansever’in bu kitabı da “muhakkik mimar”ın irfanından şehir tasarımcılarının göremediği mesafelere, mekanlara, şehirlere projektör tutuyor.

“Geleceğimiz için şehirleşme ve mimarî”’de şunları söyler Cansever: “Geleceğin şehirlerinin ve bu şehirleri oluşturacak mimarinin vasıflarının neler olacağı sorusu, ahirete inancı temel sayan dinlerin öngördüğü üzere, insanın geleceğe yönelik bir varlık olduğu gerçeğinden kaynaklanır. Geleceğe yönelik olmak bir zarurettir. Bizi şehirlerin ve mimarinin geleceğini tartışmaya yönelten sebep, bu alanda yaşayan tarih, gelinen nokta ve gelecekte karşılaşılacağından korkulan oluşumlardır. Bu korku için dünya ve ülkemiz ölçeğinde geçerli önemli sebepler mevcuttur…”

Osmanlı medeniyetinin nasıl bir şehir inşa ettiğini, içindekiler-yakınındakiler göremezken, Cansever sanki başka bir galaksiden bakarak görür: “Osmanlı-İslam şehirleri insanlık tarihinde benzeri çok az görülen ve bu kadar yaygın hiçbir örneği bulunmayan bir üründür. Osmanlı şehrinin bir diğer veçhesine işaret etmek isterim: Büyük odak noktaları, büyük abideleri değişmeyen, yani dinin evrensel gerçeğine uygun olarak değişmeyen yapılar meydana getiren fakat insanların kısa ömürlü hayatlarının, sürekli değişen ihtiyaçların gerekliliklerine açık şehirler kuruluyordu. Bu nokta, birçok konuyu anlatmak için önemli. İslam, bir taraftan evrensel gerçeği tesis ederken öbür taraftan da Kâbe’yi tavaf edenlerin her adımda onu farklı bir şekilde görmeleri biçiminde ortaya çıkan bir gerçeğe işaret eder. İnsanlık tarihinde benzeri olmayan bir biçimde evrensellikle mahalliliği bütünleştirmiş, insanların hem mutlak gerçeği hem de bulundukları noktanın mahalli realitelerini anlamalarına fırsat veren yapılardır bunlar. Bu bakımdan, ne Paris, ne Londra’da, hiçbir dünya şehrinde, Osmanlı-İslam şehirlerinin eriştiği, yaradılışın icabına göre davranma, Allah’ın emirlerine bu emirlerin tezahür ettiği bütün alanlarda kayıtsız şartsız uyma biçiminde mükemmel çözümlerin var olmadığını bir kere daha ifade etmek isterim…”

Temennimiz odur ki Cansever’i her şeyden ve herkesten önce Trabzon okur. Trabzon’un mimarları, yerel yöneticileri, şehir tasarımcıları, vs. okur. Sadece okumakla da kalmaz, dünün Trabzon’nda varolan ruhu bugün nasıl oluşturabiliriz? Sorusuna ipuçları bulurlar. Çünkü bu ipuçları “Osmanlı Şehri”nde var.

“Osmanlı Şehri”nin alt başlığı da enfes: “Şiirden Şehre”. Şiirden şehre, şehirden şiire akan yazıları okumak isteyenler “Osmanlı Şehri”ni okumalı.

Cansever’in “Osmanlı Şehri”; 100 bin nüfuslu 15 şehir kurmakla (!) övünen TOKİ’nin, şehir plancılarının, mimarların ve yerel yöneticilerin dikkatini çekebilecek mi bilinmez. Büyük ölçüde gene “kültürel fantezi” şeklinde zihinleri süsleyecek. Bu da olsa iyi. Ne acı !

Cansever’in Osmanlı şehri; ‘artık geçti, şimdi yaşayamaz’ anlayışına, kendi şehrinden habersiz sığ aydın kompleksine ve beton-metal karışımı yönetici zihniyetine bir şey söylemez !

Cansever’in Osmanlı Şehri, müzelik ölü şehir değil, bugünü de aşmış yarının ‘yaşayan dünya’sına önerilecek şifrelerle, daha doğrusu formüllerle dolu. Bu şifreleri, formülleri doğru okuyana, duyana, anlayana hitap ediyor !

Bu duyarsızlıklar karşısında, şehri adına acı çekmenin, ızdırap duymanın meziyet olduğuna vurgu yaparak bitirelim. Emine-Mehmet Öğün’ü ve Timaş yayınlarını Turgut Cansever’in ‘Osmanlı Şehri’ni yeniden idraklere sunduğu için tebrik ediyoruz.

(Günebakış, 10 Mart 2010)

2 Mart 2010 Salı

DÖRTBİN YILLIK ŞEHİRDEN GERİYE KALAN…

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Öyle sözler vardır ki, ne söyleyenin ne de dinleyenin farkında olduğu türden bir “gafletle” söylenmiştir. Onun için “nerede ne söylendiği” kadar, “nasıl söylendiği”, söylenenlerin “neleri çağrıştırdığı”, “nelere sebep olduğu”nun hesabı verilebilecekse söz söylenmeli. Yâni söylenen söze hâkim olunabilecekse, sonuçlarına katlanılabilecekse söz ağızdan çıkmalı. Söz ancak söyleyen kişi, söylendiği zaman ve söylendiği zeminle anlam ve kıymet kazanır. Yoksa gerçekliğini kaybeder.

Bazen de öyle “beylik” laflar edilir ki, sadece lafın çıktığı ağız için narsistçe bir haz ve kıymet taşır. Kuru hamaset, içi doldurulamazsa böylesine “muhtevasına hakim olunamayan” sözler ettirir sahibine.

Trabzon için söylenen “4 bin yıllık mirasa sahip” sözü de böylesine bir sözdür. Veya “Trabzon 4 bin yıllık tarih ve kültür şehridir!” Trabzon için büyük iddia ! İspatlanamadığı takdirde ironiye dönüşecek, şehrin tarihsel gerçekliğine gölge düşürecek türden bir iddia ! Hangi tarih? Hangi kültür? Hangi şehir? Aslında, bir yıl öncesinin Trabzon’unu bile hatırlayamayan “akl-ı evvel”lerin 4 bin yıllık Trabzon mirasından sözetmelerine şaşırmamak lâzım.

Şablonlara hapsedilmemesi, sloganlara kurban edilmemesi gereken bir medeniyet şehrinin tarihselliği bu hamasî cümleyle öğünmeye kadar indirgenebiliyor. İddia, onu ortaya koyanca gerekçelendirilebiliyorsa tutarlılık ve ciddiyet taşır. Aksi halde gülüp geçilir.

Bugün “ne idüğü belirsiz” iddiaların pusu kurduğu bir şehir haline getirilen Trabzon’da bu cümlenin nelere gebe olduğunu düşünebiliyor muyuz?

İddiayı ortaya atanlar değil, olur olmaz her yerde kullanmayı “maharet” ve “marifet” bilenler, güya şehrinin nasıl muhteşem bir “arka plâna” sahip olduğunu ifade için bu cümleyi kullanırlar. Trabzon’un tarihsel gerçekliği maalesef bu tür ‘hamaset’ler üzerine bina edilmeye çalışılır. Bir “doğru”nun kullananların elinde nasıl “muhteşem bir yanlış”a dönüştüğünü bu cümleden okuyabiliriz.

Sözkonusu cümle ilk olarak, Trabzon’la ilgili en ciddi eserlerden birisini yazan J.Ph. Fallmerayer’in 1827 yılında Münih’te basılan “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde geçer. Fallmerayer, Trabzon’un Atina ve Finike kentlerinden de eski olduğuna, antik tarihte 4 tane Trabzon isminde şehrin kurulmuş olduğuna fakat 3 Trabzon şehrinin ortadan kalktığına vurgu yaparak “Yalnız bu kardeş devletler (şehirler) dünya yüzünden hepsi tekrar silinmiş oldukları halde, esas ana şehir 4.500 yıl şark’ı sarsan tekmil hücumlara rağmen, ta bugüne kadar mevcudiyetini ve ismini muhafaza etmiştir.” der ve “…Trabzon’un M.Ö. 2000 sene evvel kurulmuş olduğunu iddia edersek, hiçbir kimse bizi, hayali ve pek az tarihi imkanı olan bir iddiaya kalkıştık diye mes’ul edemez..” şeklinde devam eder.

Konumuz Trabzon’un kadîm tarihi değil. “4 bin veya 4 bin 500 yıllık tarih” iddia ve vurgusunun bugünkü anlamı üzerinde durmak istiyoruz.

Şüphesiz coğrafya ve tarih olarak şehrimizin kadîm bir geçmişe sahip olduğunun ciddi bilim adamlarınca dile getirilmesi önemli. Bu konuda tek kaynağımız da Alman bilim adamı Fallmerayer. Ancak bu iddiayı veya tesbiti bugünün Trabzon’una taşıyabilmek, şehrin önem ve değerini “4 bin yıllık geçmiş”le izaha kalkmak insanı sadece tebessüm ettirir.

Sokrat’ın “kendini bil!” demesiyle, sıradan insanın “kendini bil!” demesi arasındaki muhteva ve gerçeklik farkı gibi, bir doğrunun farklı ağızlarda, farklı yerlerde dile getirilmesindeki mahiyet farkını düşünebiliyor musunuz ?

İddianın Fallmerayer’ce dile getirilmesi önemli ve ciddi. Trabzon’un bugünkü stratejik önemine de işaret eder. Ancak; böyle bir tesbiti veya iddiayı bugün “tekrar” edebilmek, dile taşıyabilmek, arkasını doldurabilmek için medeniyet iddiasını ısrarla “sürdürebilen” bir şehir gerek.

4 bin yıllık birikimi taşıyacak, onu günümüzün rafine malzemesi haline getirebilecek bir sorumluluğa talip bir şehir var mı? Bir şehrin tarihine ilişkin iddialar, tesbitler, vurgular bilinçsizce kurgulanmış ve ayağa düşürülmüş bir seviyeye indirgenmemeli.

Bugünün Trabzon’u bırakın 4 bin yıl önceyi, 40 yıl öncenin Trabzon’undan neler taşıyor? Hangi tarihselliği, hangi mirası, hangi kültürü koruyabilmiştir ki, 4 bin yıllık mirastan sözediyoruz?

4 bin yılı taşımanın ağırlığını düşünebiliyor musunuz? Soru bile ürpertici ! Peki bu 4 bin yılın birikmiş enerjisi bugün nereye akıyor, akıtılıyor? “Trabzon’un 4 bin yıllık tarihi”nin hemen yanıbaşında sorulması gereken temel soru da budur sanıyorum.

Varolan tarih, kültür ve sanatını koruyamamış bir şehrin tarihinin 4 bin yıl önceye dayanması ne anlam ifade edebilir ki? Sözümüz; şehrinin kadîm tarihinden bahsederken, onu ‘kendi sorumluluklarından kaçmanın mazereti ve mahareti’ yapmayacaklaradır. Ne kadar geriye giderse ‘narsisizm’i o kadar kabaranlar muhatabımız değil.

Kökünün nereye uzandığıyla değil, o köklerin bugün hangi dallarca varlığını sürdürdüğüdür önemli olan. Mezarlıklarla veya ocaktaki küllerle varlık ifade etmek, yeni zamanlarda varlık gösterememiş, ortaya çıkamamış bir şehrin, kendini yeniden üretememiş bir şehrin kendinden kaçışı olur.

Üstad Necip Fazıl’ın “En ulvi tecrit ve manalandırmara çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur!” dediği türden bir gerçeklik kaymasını yaşıyoruz. Yâni doğru bir söze yanlış, süflî bir maksatlandırmanın musallat olması ve gerçekliğinin kaybolması…

Hz. Peygamberin “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır!” hadisinde kemâl ifadesini bulan “sözün değeri ve sorumluluğu”, en çok da medeniyet şehirlerinde yaşayan ve bu yaşamanın “ne anlama geldiğini bilenler”ce, kullanıldığı yere göre içinde büyük sorumlulukları da beraberinde taşıyor.

Şehrimiz için “kendi gitti adı kaldı yâdigâr” deyip dövünmemek için “neyi, nerede, nasıl ve niçin” söylediğimizin farkında, idrakinde olmalıyız !

Başlığımızdaki sözün orijini Fallmerayer’e ait. Sözümüzü gene Fallmerayer’le bitirelim:

“…Trabzon eski dünyanın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir…”

Yâni, Trabzon tarihi, kültürü halâ taze, halâ bâkir. Bu bâkir şehir itina ile korunmalı. Ağızlarda “tarih, tarih, kültür, kültür…” nakaratlarıyla sakız haline getirilmemeli.

Trabzon bugün, her zamankinden daha çok kaleme ve dile gelmeli ancak !!! Ancak; sözü söz olmaktan ‘mükellefiyet’e dönüştürmek kaydıyla !


(Günebakış, 3 Mart 2010)