23 Mart 2010 Salı

HANGİ ŞEHRİN YÜZÜNE BAKILABİLİR ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehre bakmak, şehri seyretmek, o şehrin “bakılacak yüz”e sahip olup olmamasıyla alâkalıdır. Şehrinizin “bakılacak yüz”e sahip olması, şehrin silüeti kadar o silüeti meydana getiren mekânlarla ilgilidir. Çünkü şehrin yüzü, şehrin mekânlarıdır. Şehir, mekânlarına baktığınızda sizi “huzur”a veya “kasvet”e davet eder. Binaları, evleri, caddeleri,… Şehrin kimliği bu mekanlarda oluşur, ruhu bu mekanlarda ortaya çıkar, yaşar.

Günümüzün ‘arabeskleşmiş’ modern şehirlerinde kendilerine bakılabilecek bir yüz kalmış mıdır ? Var mıdır? demiyorum, çünkü “var mıdır?” diyebilmek için, o şehrin bir “dünya görüşü” etrafında inşa edilmiş ‘yaşanabilir’ bir tezyinata büründürülmesi gerekir. Oysaki, “kalmış mıdır?” sorusu, tarihsel süreçte, içinde bulunanlara yaşanabilir bir mekân verebilmiş bir dünyadan bugüne tevarüs etmeyle ilişkilidir. Ne ‘benzemek istediği’ne dönüşebilmiş, ne de bu dönüşümü ‘taklit’ ukdesiyle de olsa gerçekleştirememiş bir zihniyetin nasıl bir “şehir ruhsuzluğu” veya “ruhsuz şehirler” meydana getirdiğine içinde yaşadığımız şehirle şahit oluyoruz. Şahit olmakla da kalmıyoruz, bütünüyle o şehrin kasvetini taşıyoruz, taşırıyoruz.

Dünün medeniyet şehirlerinden kalan mekânları, bugünün arabesk şehirlerini süsleyen ‘dekor’lar olarak hüzünle seyrediyoruz. Modern zamanların şehirlerinin kasvetli yüzündeki yegâne insanca izler bunlar…

Modern zamanların şehirlerinde mekân da insan da can çekişiyor. Bu can çekişme, organizmanın olağanüstü tepkiler vermesi canlılık ritmleri olarak algılanıyor.

Eskiler derler ki; “Kem alât ile kemâlât olmaz!” Bu hikmetle şehirlerimize baktığımızda; yabancı organların bir araya getirilmesiyle organik vücut inşa edilemediğini görüyoruz. Tabii şehir de…

“Kem alât ile kemalâtın olamayacağı”nı bugünün şehirlerinde bütün dehşetiyle görüyoruz. İnsanı ezen, yok eden mekânlar, onların oluşturduğu şehirlere girerken başlayan ‘ruh sıkıntısı’nın insanı nesne, obje haline getiren, şehrin büyük bir laboratuar, insanın da ‘kobay’ derecesine indirgendiği bir hayata mahkûm etme..

Bu hale vücut verici sebepleri görmek için biraz geriden bakarsak… Tanzimatla başlayıp meşrutiyetle devam eden, 87 yıllık cumhuriyetle de ivme kazanan toplumsal ‘yabancılaşma’ ve ‘başkalaşma’ macerası şehirlerimizi de ‘yaşanamaz’ hale getirmiştir. Çünkü, oluşturulmak istenen ‘yeni insan tipi’ne uygun batıdan ithal ve yapıştırma şehir tasarımları şehirlerimizde ‘ucube mekanlar’ ortaya çıkarmıştır. Böylece hem insan, hem şehir, hem de mekân kaybedilmiş, katledilmiştir.

Şehirlerimiz böyle yok edildi, halâ da yok ediliyor. Yok edicilerin neyi var edeceklerinin bilincinde olduklarını da söylemek mümkün değil.

Bu anlamda, muhakkik mimar Turgut Cansever, öğrencilik yıllarına ait bir hatırasını şöyle anlatır:

“1943 yılında ilk şehircilik dersine girdik, hocamız bir Alman mimar. Hamburg’un planlamasının sorumlusu Prof. Oelsner, “Bana söyler misiniz, Türk halkı ne yapmalıdır?” diye sordu. Kırk elli talebe, on beş dakika kadar, şunu yapmalı, bunu yapmalı diyerek Oelsner’in sorusunu cevaplandırmaya çalıştık. Sonunda “Ben vereyim cevabı” dedi ve ekledi: “Dua etmelidir!” Herkes gülmeye başlayınca, “Alay etmiyorum, ciddi söylüyorum” dedi. “Ben size bir şey daha söyleyeceğim, onu da bilemeyeceksiniz tahmin ederim” dedi: “Türk halkı ne için dua etmelidir?” Birçok şeyler söyledik, gene “Bilemediniz” dedi, “Belediyenin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir! Eğer bu imar planları tatbik edilirse, bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır” dedi. Adeta kehanetti bu. “

Kehanet hakikat oldu. Süreç hızla devam ediyor.

Şehrimizden ve kendimizden o kadar uzaklaşmışız ki, yabancı bir mimarın gördüklerini biz ‘kendi gözümüz’le göremiyoruz.

“Yeniden yapılanma”, “Şehir planlaması” ve “kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen yıkımların katliama dönüştüğünü söylemeye gerek var mı? ‘Bütün mekânların insan için olduğu’ gerçeği unutuldu. İnsanı basit bir ‘materyal’ haline getiren bu zihniyetin gelecek nesillere bırakacağı sadece ‘beton bloklar’ olacaktır.

Ne tutarlı bir dünya görüşü,
Ne şehir ruhu ve kültürü,
Ne de şehir mekânlarına ilişkin estetik idraki olmayanlardan ne beklenir ki?

“Çirkinliğin ihtişamı” altında yaşamaktan vahşice haz duyanlara ne anlatılabilir? Neler söylenebilir ki?

Kim mi bunlar?

Şehri emanet ettiklerimiz !

Şehri emanet edecek ‘emin’lerin önemini idrak, şehri idrakin temel şartıdır.

Cansever’le başladık, Ahmet Haşim’in cumhuriyetin ilk yıllarında, 1928’lerde şehir mimarisinden yola çıkarak çizdiği tabloyla bitirelim:

“Mimari eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikîyi dinlememek suretiyle bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Âciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil halini alınca, bütün bir şehrin manevî sıhhatini, nesillerce, bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için geçmiş san’atkârların eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz. “

Ahmet Haşim’i bugün okuduğumuzda “muhayyile yok ki acz’den”, “ruh yok ki fakirliğinden” bahsedilsin diyesimiz geliyor !

Bu dehşet sözler, şehircilerimizde, yerel yöneticilerimizde, ilgili bilim adamlarımızda, mimarlarımızda, plancılarımızda karşılığını bulabilir mi dersiniz?

Şehrimizin sürekli bakılabilecek bir yüzü olabilmesi için idraklerimizin de iltihaplanmaması gerekiyor.
(Günebakış, 24 Mart 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder