Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Öyle sözler vardır ki, ne söyleyenin ne de dinleyenin farkında olduğu türden bir “gafletle” söylenmiştir. Onun için “nerede ne söylendiği” kadar, “nasıl söylendiği”, söylenenlerin “neleri çağrıştırdığı”, “nelere sebep olduğu”nun hesabı verilebilecekse söz söylenmeli. Yâni söylenen söze hâkim olunabilecekse, sonuçlarına katlanılabilecekse söz ağızdan çıkmalı. Söz ancak söyleyen kişi, söylendiği zaman ve söylendiği zeminle anlam ve kıymet kazanır. Yoksa gerçekliğini kaybeder.
Bazen de öyle “beylik” laflar edilir ki, sadece lafın çıktığı ağız için narsistçe bir haz ve kıymet taşır. Kuru hamaset, içi doldurulamazsa böylesine “muhtevasına hakim olunamayan” sözler ettirir sahibine.
Trabzon için söylenen “4 bin yıllık mirasa sahip” sözü de böylesine bir sözdür. Veya “Trabzon 4 bin yıllık tarih ve kültür şehridir!” Trabzon için büyük iddia ! İspatlanamadığı takdirde ironiye dönüşecek, şehrin tarihsel gerçekliğine gölge düşürecek türden bir iddia ! Hangi tarih? Hangi kültür? Hangi şehir? Aslında, bir yıl öncesinin Trabzon’unu bile hatırlayamayan “akl-ı evvel”lerin 4 bin yıllık Trabzon mirasından sözetmelerine şaşırmamak lâzım.
Şablonlara hapsedilmemesi, sloganlara kurban edilmemesi gereken bir medeniyet şehrinin tarihselliği bu hamasî cümleyle öğünmeye kadar indirgenebiliyor. İddia, onu ortaya koyanca gerekçelendirilebiliyorsa tutarlılık ve ciddiyet taşır. Aksi halde gülüp geçilir.
Bugün “ne idüğü belirsiz” iddiaların pusu kurduğu bir şehir haline getirilen Trabzon’da bu cümlenin nelere gebe olduğunu düşünebiliyor muyuz?
İddiayı ortaya atanlar değil, olur olmaz her yerde kullanmayı “maharet” ve “marifet” bilenler, güya şehrinin nasıl muhteşem bir “arka plâna” sahip olduğunu ifade için bu cümleyi kullanırlar. Trabzon’un tarihsel gerçekliği maalesef bu tür ‘hamaset’ler üzerine bina edilmeye çalışılır. Bir “doğru”nun kullananların elinde nasıl “muhteşem bir yanlış”a dönüştüğünü bu cümleden okuyabiliriz.
Sözkonusu cümle ilk olarak, Trabzon’la ilgili en ciddi eserlerden birisini yazan J.Ph. Fallmerayer’in 1827 yılında Münih’te basılan “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde geçer. Fallmerayer, Trabzon’un Atina ve Finike kentlerinden de eski olduğuna, antik tarihte 4 tane Trabzon isminde şehrin kurulmuş olduğuna fakat 3 Trabzon şehrinin ortadan kalktığına vurgu yaparak “Yalnız bu kardeş devletler (şehirler) dünya yüzünden hepsi tekrar silinmiş oldukları halde, esas ana şehir 4.500 yıl şark’ı sarsan tekmil hücumlara rağmen, ta bugüne kadar mevcudiyetini ve ismini muhafaza etmiştir.” der ve “…Trabzon’un M.Ö. 2000 sene evvel kurulmuş olduğunu iddia edersek, hiçbir kimse bizi, hayali ve pek az tarihi imkanı olan bir iddiaya kalkıştık diye mes’ul edemez..” şeklinde devam eder.
Konumuz Trabzon’un kadîm tarihi değil. “4 bin veya 4 bin 500 yıllık tarih” iddia ve vurgusunun bugünkü anlamı üzerinde durmak istiyoruz.
Şüphesiz coğrafya ve tarih olarak şehrimizin kadîm bir geçmişe sahip olduğunun ciddi bilim adamlarınca dile getirilmesi önemli. Bu konuda tek kaynağımız da Alman bilim adamı Fallmerayer. Ancak bu iddiayı veya tesbiti bugünün Trabzon’una taşıyabilmek, şehrin önem ve değerini “4 bin yıllık geçmiş”le izaha kalkmak insanı sadece tebessüm ettirir.
Sokrat’ın “kendini bil!” demesiyle, sıradan insanın “kendini bil!” demesi arasındaki muhteva ve gerçeklik farkı gibi, bir doğrunun farklı ağızlarda, farklı yerlerde dile getirilmesindeki mahiyet farkını düşünebiliyor musunuz ?
İddianın Fallmerayer’ce dile getirilmesi önemli ve ciddi. Trabzon’un bugünkü stratejik önemine de işaret eder. Ancak; böyle bir tesbiti veya iddiayı bugün “tekrar” edebilmek, dile taşıyabilmek, arkasını doldurabilmek için medeniyet iddiasını ısrarla “sürdürebilen” bir şehir gerek.
4 bin yıllık birikimi taşıyacak, onu günümüzün rafine malzemesi haline getirebilecek bir sorumluluğa talip bir şehir var mı? Bir şehrin tarihine ilişkin iddialar, tesbitler, vurgular bilinçsizce kurgulanmış ve ayağa düşürülmüş bir seviyeye indirgenmemeli.
Bugünün Trabzon’u bırakın 4 bin yıl önceyi, 40 yıl öncenin Trabzon’undan neler taşıyor? Hangi tarihselliği, hangi mirası, hangi kültürü koruyabilmiştir ki, 4 bin yıllık mirastan sözediyoruz?
4 bin yılı taşımanın ağırlığını düşünebiliyor musunuz? Soru bile ürpertici ! Peki bu 4 bin yılın birikmiş enerjisi bugün nereye akıyor, akıtılıyor? “Trabzon’un 4 bin yıllık tarihi”nin hemen yanıbaşında sorulması gereken temel soru da budur sanıyorum.
Varolan tarih, kültür ve sanatını koruyamamış bir şehrin tarihinin 4 bin yıl önceye dayanması ne anlam ifade edebilir ki? Sözümüz; şehrinin kadîm tarihinden bahsederken, onu ‘kendi sorumluluklarından kaçmanın mazereti ve mahareti’ yapmayacaklaradır. Ne kadar geriye giderse ‘narsisizm’i o kadar kabaranlar muhatabımız değil.
Kökünün nereye uzandığıyla değil, o köklerin bugün hangi dallarca varlığını sürdürdüğüdür önemli olan. Mezarlıklarla veya ocaktaki küllerle varlık ifade etmek, yeni zamanlarda varlık gösterememiş, ortaya çıkamamış bir şehrin, kendini yeniden üretememiş bir şehrin kendinden kaçışı olur.
Üstad Necip Fazıl’ın “En ulvi tecrit ve manalandırmara çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur!” dediği türden bir gerçeklik kaymasını yaşıyoruz. Yâni doğru bir söze yanlış, süflî bir maksatlandırmanın musallat olması ve gerçekliğinin kaybolması…
Hz. Peygamberin “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır!” hadisinde kemâl ifadesini bulan “sözün değeri ve sorumluluğu”, en çok da medeniyet şehirlerinde yaşayan ve bu yaşamanın “ne anlama geldiğini bilenler”ce, kullanıldığı yere göre içinde büyük sorumlulukları da beraberinde taşıyor.
Şehrimiz için “kendi gitti adı kaldı yâdigâr” deyip dövünmemek için “neyi, nerede, nasıl ve niçin” söylediğimizin farkında, idrakinde olmalıyız !
Başlığımızdaki sözün orijini Fallmerayer’e ait. Sözümüzü gene Fallmerayer’le bitirelim:
“…Trabzon eski dünyanın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir…”
Yâni, Trabzon tarihi, kültürü halâ taze, halâ bâkir. Bu bâkir şehir itina ile korunmalı. Ağızlarda “tarih, tarih, kültür, kültür…” nakaratlarıyla sakız haline getirilmemeli.
Trabzon bugün, her zamankinden daha çok kaleme ve dile gelmeli ancak !!! Ancak; sözü söz olmaktan ‘mükellefiyet’e dönüştürmek kaydıyla !
(Günebakış, 3 Mart 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Öyle sözler vardır ki, ne söyleyenin ne de dinleyenin farkında olduğu türden bir “gafletle” söylenmiştir. Onun için “nerede ne söylendiği” kadar, “nasıl söylendiği”, söylenenlerin “neleri çağrıştırdığı”, “nelere sebep olduğu”nun hesabı verilebilecekse söz söylenmeli. Yâni söylenen söze hâkim olunabilecekse, sonuçlarına katlanılabilecekse söz ağızdan çıkmalı. Söz ancak söyleyen kişi, söylendiği zaman ve söylendiği zeminle anlam ve kıymet kazanır. Yoksa gerçekliğini kaybeder.
Bazen de öyle “beylik” laflar edilir ki, sadece lafın çıktığı ağız için narsistçe bir haz ve kıymet taşır. Kuru hamaset, içi doldurulamazsa böylesine “muhtevasına hakim olunamayan” sözler ettirir sahibine.
Trabzon için söylenen “4 bin yıllık mirasa sahip” sözü de böylesine bir sözdür. Veya “Trabzon 4 bin yıllık tarih ve kültür şehridir!” Trabzon için büyük iddia ! İspatlanamadığı takdirde ironiye dönüşecek, şehrin tarihsel gerçekliğine gölge düşürecek türden bir iddia ! Hangi tarih? Hangi kültür? Hangi şehir? Aslında, bir yıl öncesinin Trabzon’unu bile hatırlayamayan “akl-ı evvel”lerin 4 bin yıllık Trabzon mirasından sözetmelerine şaşırmamak lâzım.
Şablonlara hapsedilmemesi, sloganlara kurban edilmemesi gereken bir medeniyet şehrinin tarihselliği bu hamasî cümleyle öğünmeye kadar indirgenebiliyor. İddia, onu ortaya koyanca gerekçelendirilebiliyorsa tutarlılık ve ciddiyet taşır. Aksi halde gülüp geçilir.
Bugün “ne idüğü belirsiz” iddiaların pusu kurduğu bir şehir haline getirilen Trabzon’da bu cümlenin nelere gebe olduğunu düşünebiliyor muyuz?
İddiayı ortaya atanlar değil, olur olmaz her yerde kullanmayı “maharet” ve “marifet” bilenler, güya şehrinin nasıl muhteşem bir “arka plâna” sahip olduğunu ifade için bu cümleyi kullanırlar. Trabzon’un tarihsel gerçekliği maalesef bu tür ‘hamaset’ler üzerine bina edilmeye çalışılır. Bir “doğru”nun kullananların elinde nasıl “muhteşem bir yanlış”a dönüştüğünü bu cümleden okuyabiliriz.
Sözkonusu cümle ilk olarak, Trabzon’la ilgili en ciddi eserlerden birisini yazan J.Ph. Fallmerayer’in 1827 yılında Münih’te basılan “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde geçer. Fallmerayer, Trabzon’un Atina ve Finike kentlerinden de eski olduğuna, antik tarihte 4 tane Trabzon isminde şehrin kurulmuş olduğuna fakat 3 Trabzon şehrinin ortadan kalktığına vurgu yaparak “Yalnız bu kardeş devletler (şehirler) dünya yüzünden hepsi tekrar silinmiş oldukları halde, esas ana şehir 4.500 yıl şark’ı sarsan tekmil hücumlara rağmen, ta bugüne kadar mevcudiyetini ve ismini muhafaza etmiştir.” der ve “…Trabzon’un M.Ö. 2000 sene evvel kurulmuş olduğunu iddia edersek, hiçbir kimse bizi, hayali ve pek az tarihi imkanı olan bir iddiaya kalkıştık diye mes’ul edemez..” şeklinde devam eder.
Konumuz Trabzon’un kadîm tarihi değil. “4 bin veya 4 bin 500 yıllık tarih” iddia ve vurgusunun bugünkü anlamı üzerinde durmak istiyoruz.
Şüphesiz coğrafya ve tarih olarak şehrimizin kadîm bir geçmişe sahip olduğunun ciddi bilim adamlarınca dile getirilmesi önemli. Bu konuda tek kaynağımız da Alman bilim adamı Fallmerayer. Ancak bu iddiayı veya tesbiti bugünün Trabzon’una taşıyabilmek, şehrin önem ve değerini “4 bin yıllık geçmiş”le izaha kalkmak insanı sadece tebessüm ettirir.
Sokrat’ın “kendini bil!” demesiyle, sıradan insanın “kendini bil!” demesi arasındaki muhteva ve gerçeklik farkı gibi, bir doğrunun farklı ağızlarda, farklı yerlerde dile getirilmesindeki mahiyet farkını düşünebiliyor musunuz ?
İddianın Fallmerayer’ce dile getirilmesi önemli ve ciddi. Trabzon’un bugünkü stratejik önemine de işaret eder. Ancak; böyle bir tesbiti veya iddiayı bugün “tekrar” edebilmek, dile taşıyabilmek, arkasını doldurabilmek için medeniyet iddiasını ısrarla “sürdürebilen” bir şehir gerek.
4 bin yıllık birikimi taşıyacak, onu günümüzün rafine malzemesi haline getirebilecek bir sorumluluğa talip bir şehir var mı? Bir şehrin tarihine ilişkin iddialar, tesbitler, vurgular bilinçsizce kurgulanmış ve ayağa düşürülmüş bir seviyeye indirgenmemeli.
Bugünün Trabzon’u bırakın 4 bin yıl önceyi, 40 yıl öncenin Trabzon’undan neler taşıyor? Hangi tarihselliği, hangi mirası, hangi kültürü koruyabilmiştir ki, 4 bin yıllık mirastan sözediyoruz?
4 bin yılı taşımanın ağırlığını düşünebiliyor musunuz? Soru bile ürpertici ! Peki bu 4 bin yılın birikmiş enerjisi bugün nereye akıyor, akıtılıyor? “Trabzon’un 4 bin yıllık tarihi”nin hemen yanıbaşında sorulması gereken temel soru da budur sanıyorum.
Varolan tarih, kültür ve sanatını koruyamamış bir şehrin tarihinin 4 bin yıl önceye dayanması ne anlam ifade edebilir ki? Sözümüz; şehrinin kadîm tarihinden bahsederken, onu ‘kendi sorumluluklarından kaçmanın mazereti ve mahareti’ yapmayacaklaradır. Ne kadar geriye giderse ‘narsisizm’i o kadar kabaranlar muhatabımız değil.
Kökünün nereye uzandığıyla değil, o köklerin bugün hangi dallarca varlığını sürdürdüğüdür önemli olan. Mezarlıklarla veya ocaktaki küllerle varlık ifade etmek, yeni zamanlarda varlık gösterememiş, ortaya çıkamamış bir şehrin, kendini yeniden üretememiş bir şehrin kendinden kaçışı olur.
Üstad Necip Fazıl’ın “En ulvi tecrit ve manalandırmara çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur!” dediği türden bir gerçeklik kaymasını yaşıyoruz. Yâni doğru bir söze yanlış, süflî bir maksatlandırmanın musallat olması ve gerçekliğinin kaybolması…
Hz. Peygamberin “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır!” hadisinde kemâl ifadesini bulan “sözün değeri ve sorumluluğu”, en çok da medeniyet şehirlerinde yaşayan ve bu yaşamanın “ne anlama geldiğini bilenler”ce, kullanıldığı yere göre içinde büyük sorumlulukları da beraberinde taşıyor.
Şehrimiz için “kendi gitti adı kaldı yâdigâr” deyip dövünmemek için “neyi, nerede, nasıl ve niçin” söylediğimizin farkında, idrakinde olmalıyız !
Başlığımızdaki sözün orijini Fallmerayer’e ait. Sözümüzü gene Fallmerayer’le bitirelim:
“…Trabzon eski dünyanın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir…”
Yâni, Trabzon tarihi, kültürü halâ taze, halâ bâkir. Bu bâkir şehir itina ile korunmalı. Ağızlarda “tarih, tarih, kültür, kültür…” nakaratlarıyla sakız haline getirilmemeli.
Trabzon bugün, her zamankinden daha çok kaleme ve dile gelmeli ancak !!! Ancak; sözü söz olmaktan ‘mükellefiyet’e dönüştürmek kaydıyla !
(Günebakış, 3 Mart 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder