Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Bugün Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 106. Vefatının (25 Mayıs) ise 27. yıldönümü. Bugünlerde, kimi toplantılarda Üstad’ın kendi deyimiyle “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”la veya içinde kendisi, manası, kavgası, davası olmayan anmalarla gündeme getirilen Üstad’a karşı güya “vefa borcu”nu yerine getirme biçimindeki işgüzarlıklar, muhataplarını Üstad’dan daha bir uzaklaştırıyor.
Vefatından sonra Üstad’ı mayıs aylarının bir gününe ve kendi “algıları”na “hapseden”lerin anlayamadıkları odur ki; O’nu sadece mayıs ayının bir gününde hatırlayıp, bütün bir zaman dilimine “hasredeme”mek, hurufîlik veya “nekrofili” türünden bir hastalıktır.
Üstad yaşarken “en ulvi tecrit ve manalandırmalara en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur” ölçüsünü koyarken, hem eserlerine, hem de vefatından sonra kendisine yönelen anlayışlara işaret ediyor ve uyarıda bulunuyordu.
O’nun şiirini anlatırken “hecenin şairi”, “şiirinde mistik unsurlar taşıyan”, “metafizik duyarlılıkla yüklü” teşhisleriyle, her şiir için yapılabilecek bayağılaştırılmış genellemelerle, güya şiir tahlili yapan kimi akademisyenlerin ne Üstad’ı ne de şiirinden nasipsiz olduklarını söylemeye gerek var ! Bir de isimlerinin önünde “Edebiyat Prof.” Etiketiyle boy gösterirlerse!
Şiirinin ilk dönemlerini (R.Özdenören’den mülhem olarak) “dindışı” olarak niteleyen, müthiş bir ‘ben’ merkezli olduğuna vurgu yapan, ne “din”den, ne “ben”den haberi ve nasibi olmayan edebiyat adamları’ndan tutunuz da O’nu bayağılaştırılmış esprilerle anlatmaya yeltenen “hatırasever”ler, bu yıl da Üstad vesilesiyle “kendilerini” pazarlama alanı-mekanı bulabiliyorlar.
Üstad’la ilgili ‘mülkiyetçi’ bir tutum içerisinde değiliz. Tam aksine; onu anlayan herkesin onu sahiplenmesi gerektiğini, ona sarılması gerektiğini idrak edenlerdeniz.
Amacımız bu tip malûmatfuruşluklara, idrakleri iltihaplı olanlara muhatap olup cevap yetiştirmek değil. Bu idraksizlikler için üstad dünyada iken teşhisini koymuştu: “Bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor…” Coşturma ile kusturma arasında sıkışan kafalar bir türlü Üstad’ın kapsama alanına giremiyor. Çünkü idrakleri iltihaplı, virüslü… Sanki Nietzche: “Bu kulaklara göre ağız değilim ben !” sözünü bunlar için söylemiş.
Bu ve benzeri gözlemlerim, geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapılan bir paneli ‘dinleme azabı’ndan sonra daha da pekişti. Panelin konuşmacıları Prof. Dr. Ramazan KAPLAN, Prof. Dr. İbrahim KAVAS, Prof. Dr. Turan KOÇ ve Selma GÜNAYDIN. Günaydın hariç, üç bilim adamı (!)nın kesiştiği ortak nokta; Üstad’dan zerre kadar pay sahibi olamamak. Üstad’ın şiirini anlatırken kendi bilinçaltlarındaki yaraları deşifre eden bu üç silâhşora şifa diliyor ve Üstad’ın diliyle sesleniyoruz: “Dilimizden ve dinimizden anlamayan, bir sensin!.. İnsan, hayvan, nebat, cemât, bütün kadrosiyle bütün kainat bu manalardan az veya çok, bir anlayış hissesine sahip… Bu hissenin sıfıra indiği, insan şeklinde…… sen!”
Üstad’ın şiirindeki “metafizik unsur”lar, geleneksel-modern şiir ve şiirinin oluşumu üzerine ifrazatlarını döken bu 3 silahşora gene Üstad’ın dilinden seslenelim:
“Bir ruh hastası, hastalığı ilerleyip de korku ve nefs murakabesi duygusunu kaybeder etmez şiirde yenilik adına konuşur. Nizam, âhenk, şekil, fikir, unsur, muhteva gibi bütün insanî kıymet ölçülerine eskilik ve bulanıklık atfeder.
Edep ya hu!
Biz, birkaç paragrafla “anladığımız Üstad”dan kesitler verelim:
· Kendisinin sık kullandığı üç kavram olan “İman+Fikir+Aksiyon” O’nun hayatını hiçbir izaha gerek bırakmayacak şekilde anlatabilecek kavramlardır.
· İsmiyle bütünleşen Büyük Doğu’nun “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi!” olduğunu anlamayanlar O’nu anlayamaz !
· “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikayelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında birtakım müştemilatdan başka bir şey değil... “ dediği İdeolocya Örgüsü’nün bütünleştirilmiş bir “Medeniyet Tasarımı” olduğunu anlamayanlar onu anlayamazlar!
· O’nun şiirini değerlendirirken, ‘şiir ötesi mana’yı, mükellefiyet idrakini, ‘ben’in ne olduğunu anlamama idraksizliğini de kendisi söylesin: “…Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim Kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki; o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız, sefil bir sınıfın destanı… Halbuki o, belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin çilekeş (entelektüel)in şiiri. Yirminci asır (entelektüel)ine bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri… Bu kadarını bile anlayan yok…. İnsan, çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?...”
· O’nun hayatı ve mücadelesinin yokolma, köklerinden koparılma ve yok edişe karşı varolma mücadelesi olduğunu anlamayanlar, O’nun “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.” Mısraını da, Sakarya Türküsü, Muhasebe, vs.vs. şiirlerini de anlayamazlar.
· “Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben ölüyorum !” “Ben sırtında taşıyan işlenmedik günahı !” mısralarını anlayamayanlar, herşeyi üzerine çeken bir ruh, varlık ve duruşun da ne olduğunu anlayamazlar!
· Onun meselesi vardı, derdi vardı. Onun için yaşadı, onun için yaşamayı ihtar etti !
· O’nun önemsediklerini önemsemiyorsanız O’nu anlayamazsınız.
duzenliyahya@gmail.com
Bugün Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 106. Vefatının (25 Mayıs) ise 27. yıldönümü. Bugünlerde, kimi toplantılarda Üstad’ın kendi deyimiyle “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”la veya içinde kendisi, manası, kavgası, davası olmayan anmalarla gündeme getirilen Üstad’a karşı güya “vefa borcu”nu yerine getirme biçimindeki işgüzarlıklar, muhataplarını Üstad’dan daha bir uzaklaştırıyor.
Vefatından sonra Üstad’ı mayıs aylarının bir gününe ve kendi “algıları”na “hapseden”lerin anlayamadıkları odur ki; O’nu sadece mayıs ayının bir gününde hatırlayıp, bütün bir zaman dilimine “hasredeme”mek, hurufîlik veya “nekrofili” türünden bir hastalıktır.
Üstad yaşarken “en ulvi tecrit ve manalandırmalara en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur” ölçüsünü koyarken, hem eserlerine, hem de vefatından sonra kendisine yönelen anlayışlara işaret ediyor ve uyarıda bulunuyordu.
O’nun şiirini anlatırken “hecenin şairi”, “şiirinde mistik unsurlar taşıyan”, “metafizik duyarlılıkla yüklü” teşhisleriyle, her şiir için yapılabilecek bayağılaştırılmış genellemelerle, güya şiir tahlili yapan kimi akademisyenlerin ne Üstad’ı ne de şiirinden nasipsiz olduklarını söylemeye gerek var ! Bir de isimlerinin önünde “Edebiyat Prof.” Etiketiyle boy gösterirlerse!
Şiirinin ilk dönemlerini (R.Özdenören’den mülhem olarak) “dindışı” olarak niteleyen, müthiş bir ‘ben’ merkezli olduğuna vurgu yapan, ne “din”den, ne “ben”den haberi ve nasibi olmayan edebiyat adamları’ndan tutunuz da O’nu bayağılaştırılmış esprilerle anlatmaya yeltenen “hatırasever”ler, bu yıl da Üstad vesilesiyle “kendilerini” pazarlama alanı-mekanı bulabiliyorlar.
Üstad’la ilgili ‘mülkiyetçi’ bir tutum içerisinde değiliz. Tam aksine; onu anlayan herkesin onu sahiplenmesi gerektiğini, ona sarılması gerektiğini idrak edenlerdeniz.
Amacımız bu tip malûmatfuruşluklara, idrakleri iltihaplı olanlara muhatap olup cevap yetiştirmek değil. Bu idraksizlikler için üstad dünyada iken teşhisini koymuştu: “Bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor…” Coşturma ile kusturma arasında sıkışan kafalar bir türlü Üstad’ın kapsama alanına giremiyor. Çünkü idrakleri iltihaplı, virüslü… Sanki Nietzche: “Bu kulaklara göre ağız değilim ben !” sözünü bunlar için söylemiş.
Bu ve benzeri gözlemlerim, geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapılan bir paneli ‘dinleme azabı’ndan sonra daha da pekişti. Panelin konuşmacıları Prof. Dr. Ramazan KAPLAN, Prof. Dr. İbrahim KAVAS, Prof. Dr. Turan KOÇ ve Selma GÜNAYDIN. Günaydın hariç, üç bilim adamı (!)nın kesiştiği ortak nokta; Üstad’dan zerre kadar pay sahibi olamamak. Üstad’ın şiirini anlatırken kendi bilinçaltlarındaki yaraları deşifre eden bu üç silâhşora şifa diliyor ve Üstad’ın diliyle sesleniyoruz: “Dilimizden ve dinimizden anlamayan, bir sensin!.. İnsan, hayvan, nebat, cemât, bütün kadrosiyle bütün kainat bu manalardan az veya çok, bir anlayış hissesine sahip… Bu hissenin sıfıra indiği, insan şeklinde…… sen!”
Üstad’ın şiirindeki “metafizik unsur”lar, geleneksel-modern şiir ve şiirinin oluşumu üzerine ifrazatlarını döken bu 3 silahşora gene Üstad’ın dilinden seslenelim:
“Bir ruh hastası, hastalığı ilerleyip de korku ve nefs murakabesi duygusunu kaybeder etmez şiirde yenilik adına konuşur. Nizam, âhenk, şekil, fikir, unsur, muhteva gibi bütün insanî kıymet ölçülerine eskilik ve bulanıklık atfeder.
Edep ya hu!
Biz, birkaç paragrafla “anladığımız Üstad”dan kesitler verelim:
· Kendisinin sık kullandığı üç kavram olan “İman+Fikir+Aksiyon” O’nun hayatını hiçbir izaha gerek bırakmayacak şekilde anlatabilecek kavramlardır.
· İsmiyle bütünleşen Büyük Doğu’nun “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi!” olduğunu anlamayanlar O’nu anlayamaz !
· “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikayelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında birtakım müştemilatdan başka bir şey değil... “ dediği İdeolocya Örgüsü’nün bütünleştirilmiş bir “Medeniyet Tasarımı” olduğunu anlamayanlar onu anlayamazlar!
· O’nun şiirini değerlendirirken, ‘şiir ötesi mana’yı, mükellefiyet idrakini, ‘ben’in ne olduğunu anlamama idraksizliğini de kendisi söylesin: “…Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim Kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki; o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız, sefil bir sınıfın destanı… Halbuki o, belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin çilekeş (entelektüel)in şiiri. Yirminci asır (entelektüel)ine bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri… Bu kadarını bile anlayan yok…. İnsan, çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?...”
· O’nun hayatı ve mücadelesinin yokolma, köklerinden koparılma ve yok edişe karşı varolma mücadelesi olduğunu anlamayanlar, O’nun “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.” Mısraını da, Sakarya Türküsü, Muhasebe, vs.vs. şiirlerini de anlayamazlar.
· “Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben ölüyorum !” “Ben sırtında taşıyan işlenmedik günahı !” mısralarını anlayamayanlar, herşeyi üzerine çeken bir ruh, varlık ve duruşun da ne olduğunu anlayamazlar!
· Onun meselesi vardı, derdi vardı. Onun için yaşadı, onun için yaşamayı ihtar etti !
· O’nun önemsediklerini önemsemiyorsanız O’nu anlayamazsınız.
· Pazarlıksızdı, uçların adamıydı ancak söyledikleri hayatın doğrudan doğruya merkezindeydi, merkezindendi !
· O; bir ömür kanıksanmışlıkları yıkmanın kavgasını verdi.
· “Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı!” ihtarına muhataplar onu anlayanlardır !
Son sözü gene O söylesin: “Önümüzde küfürden bir buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle buzdağını erittik. Şimdi geç geçebilirsen çamurdan!”
O’nun “İdeal Büyük Doğu”sunu “Reel Büyük Doğu”ya dönüştürecek idrak sahipleridir muhatapları !
Doğduğu günde, vefat ettiği günde O’na selâm olsun !