25 Mayıs 2010 Salı

ÜÇ PROF. VE ÜSTAD NECİP FAZIL'I 'ANMA' BİÇİMLERİ ÜZERİNE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bugün Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 106. Vefatının (25 Mayıs) ise 27. yıldönümü. Bugünlerde, kimi toplantılarda Üstad’ın kendi deyimiyle “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalar”la veya içinde kendisi, manası, kavgası, davası olmayan anmalarla gündeme getirilen Üstad’a karşı güya “vefa borcu”nu yerine getirme biçimindeki işgüzarlıklar, muhataplarını Üstad’dan daha bir uzaklaştırıyor.

Vefatından sonra Üstad’ı mayıs aylarının bir gününe ve kendi “algıları”na “hapseden”lerin anlayamadıkları odur ki; O’nu sadece mayıs ayının bir gününde hatırlayıp, bütün bir zaman dilimine “hasredeme”mek, hurufîlik veya “nekrofili” türünden bir hastalıktır.

Üstad yaşarken “en ulvi tecrit ve manalandırmalara en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur” ölçüsünü koyarken, hem eserlerine, hem de vefatından sonra kendisine yönelen anlayışlara işaret ediyor ve uyarıda bulunuyordu.

O’nun şiirini anlatırken “hecenin şairi”, “şiirinde mistik unsurlar taşıyan”, “metafizik duyarlılıkla yüklü” teşhisleriyle, her şiir için yapılabilecek bayağılaştırılmış genellemelerle, güya şiir tahlili yapan kimi akademisyenlerin ne Üstad’ı ne de şiirinden nasipsiz olduklarını söylemeye gerek var ! Bir de isimlerinin önünde “Edebiyat Prof.” Etiketiyle boy gösterirlerse!

Şiirinin ilk dönemlerini (R.Özdenören’den mülhem olarak) “dindışı” olarak niteleyen, müthiş bir ‘ben’ merkezli olduğuna vurgu yapan, ne “din”den, ne “ben”den haberi ve nasibi olmayan edebiyat adamları’ndan tutunuz da O’nu bayağılaştırılmış esprilerle anlatmaya yeltenen “hatırasever”ler, bu yıl da Üstad vesilesiyle “kendilerini” pazarlama alanı-mekanı bulabiliyorlar.

Üstad’la ilgili ‘mülkiyetçi’ bir tutum içerisinde değiliz. Tam aksine; onu anlayan herkesin onu sahiplenmesi gerektiğini, ona sarılması gerektiğini idrak edenlerdeniz.

Amacımız bu tip malûmatfuruşluklara, idrakleri iltihaplı olanlara muhatap olup cevap yetiştirmek değil. Bu idraksizlikler için üstad dünyada iken teşhisini koymuştu: “Bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor, ya da kusturuyor…” Coşturma ile kusturma arasında sıkışan kafalar bir türlü Üstad’ın kapsama alanına giremiyor. Çünkü idrakleri iltihaplı, virüslü… Sanki Nietzche: “Bu kulaklara göre ağız değilim ben !” sözünü bunlar için söylemiş.

Bu ve benzeri gözlemlerim, geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapılan bir paneli ‘dinleme azabı’ndan sonra daha da pekişti. Panelin konuşmacıları Prof. Dr. Ramazan KAPLAN, Prof. Dr. İbrahim KAVAS, Prof. Dr. Turan KOÇ ve Selma GÜNAYDIN. Günaydın hariç, üç bilim adamı (!)nın kesiştiği ortak nokta; Üstad’dan zerre kadar pay sahibi olamamak. Üstad’ın şiirini anlatırken kendi bilinçaltlarındaki yaraları deşifre eden bu üç silâhşora şifa diliyor ve Üstad’ın diliyle sesleniyoruz: “Dilimizden ve dinimizden anlamayan, bir sensin!.. İnsan, hayvan, nebat, cemât, bütün kadrosiyle bütün kainat bu manalardan az veya çok, bir anlayış hissesine sahip… Bu hissenin sıfıra indiği, insan şeklinde…… sen!”

Üstad’ın şiirindeki “metafizik unsur”lar, geleneksel-modern şiir ve şiirinin oluşumu üzerine ifrazatlarını döken bu 3 silahşora gene Üstad’ın dilinden seslenelim:

“Bir ruh hastası, hastalığı ilerleyip de korku ve nefs murakabesi duygusunu kaybeder etmez şiirde yenilik adına konuşur. Nizam, âhenk, şekil, fikir, unsur, muhteva gibi bütün insanî kıymet ölçülerine eskilik ve bulanıklık atfeder.

Edep ya hu!

Biz, birkaç paragrafla “anladığımız Üstad”dan kesitler verelim:

· Kendisinin sık kullandığı üç kavram olan “İman+Fikir+Aksiyon” O’nun hayatını hiçbir izaha gerek bırakmayacak şekilde anlatabilecek kavramlardır.

· İsmiyle bütünleşen Büyük Doğu’nun “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi!” olduğunu anlamayanlar O’nu anlayamaz !

· “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikayelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında birtakım müştemilatdan başka bir şey değil... “ dediği İdeolocya Örgüsü’nün bütünleştirilmiş bir “Medeniyet Tasarımı” olduğunu anlamayanlar onu anlayamazlar!

· O’nun şiirini değerlendirirken, ‘şiir ötesi mana’yı, mükellefiyet idrakini, ‘ben’in ne olduğunu anlamama idraksizliğini de kendisi söylesin: “…Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim Kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki; o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız, sefil bir sınıfın destanı… Halbuki o, belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin çilekeş (entelektüel)in şiiri. Yirminci asır (entelektüel)ine bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri… Bu kadarını bile anlayan yok…. İnsan, çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?...”

· O’nun hayatı ve mücadelesinin yokolma, köklerinden koparılma ve yok edişe karşı varolma mücadelesi olduğunu anlamayanlar, O’nun “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım.” Mısraını da, Sakarya Türküsü, Muhasebe, vs.vs. şiirlerini de anlayamazlar.

· “Bir kuş bir kuş öldürse sanki ben ölüyorum !” “Ben sırtında taşıyan işlenmedik günahı !” mısralarını anlayamayanlar, herşeyi üzerine çeken bir ruh, varlık ve duruşun da ne olduğunu anlayamazlar!
· Onun meselesi vardı, derdi vardı. Onun için yaşadı, onun için yaşamayı ihtar etti !

· O’nun önemsediklerini önemsemiyorsanız O’nu anlayamazsınız.


· Pazarlıksızdı, uçların adamıydı ancak söyledikleri hayatın doğrudan doğruya merkezindeydi, merkezindendi !


· O; bir ömür kanıksanmışlıkları yıkmanın kavgasını verdi.


· “Lafımın dostusunuz çilemin yabancısı!” ihtarına muhataplar onu anlayanlardır !
Son sözü gene O söylesin: “Önümüzde küfürden bir buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle buzdağını erittik. Şimdi geç geçebilirsen çamurdan!”

O’nun “İdeal Büyük Doğu”sunu “Reel Büyük Doğu”ya dönüştürecek idrak sahipleridir muhatapları !

Doğduğu günde, vefat ettiği günde O’na selâm olsun !






18 Mayıs 2010 Salı

ÜSTAD NECİP FAZIL TRABZON'DA...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bu yıl Üstad Necip Fazıl’ın doğumunun 106. vefatının 27. yılı. (26 Mayıs 1904-25 Mayıs 1983). Büyük şair-mütefekkirlerin yaşamayı tercih ettikleri veya bir süre bulundukları, gözlemledikleri şehri “idrak”te muhataplarını nasıl bir derinlik ve yüksekliğe davet ettiklerini Üstad’ın muhtelif eserlerinde görüyoruz.

Çok ilginçtir, Üstad’ın Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini tanıdığı ve 1934 yılında “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diye tarih düşürdüğü ve bunun ‘derin izahını’ yaptığı Çile isimli şiirinde “Ensemin örsünde bir demir balyoz; Kapandım yatağa son çare diye. Bir kanlı şafakta bana çil horoz, Yepyeni bir dünya etti hediye.” diyerek aslî yatağına kavuştuğu “Büyük Kapı”yı buluşu, Trabzon’a banka memuru olarak 1933’ün baharında gidip, sonbaharında döndüğünden birkaç ay sonra, yâni 1934’ün başındadır.

1934. Bu tarih aynı zamanda Üstad’ın ‘büyük nefs muhasebesi” yaşadığı tarihlerden birisidir.

Üstad’ın, vefatından 9 ay önce 1982 Ağustosunda bulunduğu ruh halini “Kafa Kağıdı”nda anlatırken “Allahın ancak bu kadarını yazmama izin verdiği ve daha nicelerini kulu ile kendi arasında bıraktığı bu haller, bende 1934, derken 1944 ve peşinden 1952,57 ve 61 buhranlarından sonra en şiddetlisi ve devamlısıdır….” dediği hallerden büyüğünü Trabzon’dan İstanbul’a dönüştü yaşamıştır.

Üstad “Bu Yağmur” isimli şiirini ve kendi tabiriyle “hafakanlar içerisinde yazdığı” “Deniz” isimli hikâyesini Trabzon’da yazmıştır.

Bâbıâli’de “Bu Yağmur” başlığı altında şunları yazar Üstad:

[Artık "Genç Şair" devresinin son yılını yaşayan kahramanımız, ancak birkaç ay katlanabileceği
Trabzon'da... Onu "Yeşil Yurt" isimli bir otele indirdiler. (Son konferanslarından birini vermek için Trabzon'a giden kahramanımız, bu oteli, odasını, hattâ dökük beyaz boyalı karyolasını yerinde bulmuş ve 40 yıllık bu hatıralar eşyası karşısında çarpılıp kalmıştır)... Büyük bir taş merdiven; lokanta hizmetinde, at koşturacak kadar kocaman bir salon ve deniz ve park tarafında karşılıklı yatak odaları... Onunki, otele girer girmez, solda, park tarafındaki ilk oda... Ah, bu odada geçirdiği aylar!..

Birkaç gün hasta yattı. Otel penceresine bitişik gibi duran, henüz ilkbaharın giydiremediği bir ağaç, bir ağaç iskeleti... Her istikamette dalları ve dallarının üstünde daha küçük, derken küçük üstünden en küçük dallariyle, bu ağaç, ateşi 39'u aşan ona şöyle diyor:

- Bak, ben tek ve sabit bir gövde üzerinde sayısız bir dağılışın ve bu dağılışı merkezinde düğümleyen "tek" ve "bir"in ne ihtişamlı mimarîsini heykelleştiriyorum! Bak ve düşün!..

Deniz tarafından gelen şimal rüzgârının çıldırttığı bu dallar, her yöne doğru gidip gelir ve fezadaki istikamet ihtimallerinin, yahut ihtimâl istikametlerinin ayrı ayrı kapısını çalarak ıstırap dolu eller gibi bir yalvarış senfonisi bestelerken, o, yatağında ve beyin kıvranmaları içinde...

O günlerde ona müthiş tesir eden bir hadise olmuştur:

Ahmed Hâşim'in ölümü...

Birkaç gün gecikmeyle gelen İstanbul gazetelerinden hasta yatarken öğrendiği bu haber, tesirini Genç Şair'in en zaif ve hassas ânında onu kalbinden bıçaklarcasına göstermiş ve günlerce peşini bırakmamıştır.

….Trabzon'da bir hal, ebedî bir yağmur... Yağmur değil, pudra gibi ipince bir çiseleme... Vicdan kıvranışı, ter döküşü gibi bir şey... Bir gün, on gün değil, hep böyle, gece ve gündüz böyle...
……….

Bu yağmur, bu Trabzonlu yağmur onu adetâ hasta etti, cebine birtakım sinir ilâçları yerleştirmesine yol açtı veona "acaba kalb hastası mı oluyorum?" gibilerden bir korku aşıladı.

İyi havalarda oturduğu parka gelen askerlik arkadaşı bir maliye müfettişi ve yanındaki vergi
müdürü onu teselli ediyorlar:

- Yok canım, otuzundan önce umumiyetle kalb hastalığı olmaz.

Orada "Bu Yağmur" şiirini yazdı. “

Üstad, Trabzon’da iken Ankara’dan Yaşar Nabi, Nahit Sırrı ile birlikte çıkaracakları “Varlık” dergisi için bir yazı ister. Üstad da “Bu Yağmur” şiiri ile “Deniz” isimli hikâyesini gönderir.
Üstad’ın Trabzon’da yaşadığı “hal”lere teselli olan At merakı da var. Onu şöyle anlatıyor:

“Genç Şair'in Trabzon tesellileri arasında, at, o güzel hayvan... Bir askerî dişçi doktor, ona nefis arap atını, istediği kadar binsin ve hattâ terbiyesini sağlasın diye emanet etmiştir. O da, Londra malı çizmeleri ayaklarında, uzun ve yırtmaçlı at ceketi sırtında, (monokl)ü gözünde ve bej rengi (pötisüet) eldivenleri ellerinde ata binmeye bayılıyor. Sahil boyunca ilerleyip Soğuksu denilen tepeciğe çıkmak ve alaca karanlıkta yine sahil yoliyle dönmek en büyük zevki...

Denize bakarak düşündüğü oluyor:

- Ufkunda hiçbir kara parçası olmayan deniz... Enginlere doğru her şeyi küçültüp mesafe mefhumunu bir daire içinde sıkıştıran, ölçü dışı bırakan cüssesiyle ne muazzam bir varlık!.. Ve başını kayalara çarpıp uzaklıklardan ağlayan sesiyle... Ve üstünde, uçsuz bucaksız bir çölü aşmaya bakan karıncalara benzer gemiler... Hele isli ve puslu Karadeniz... Birden tiyatroda bir fon perdesi düşmüş gibi meydana çıkıveren bir gemi; sonra, yine bir fon perdesi kalkmışcasına kayboluş... O, nerededir; dünya ile ulaşımı olan bir yerde mi, yoksa, dünyadan kopmuş ve bir sal gibi bu noktada durmuş bir adada mı?..”

…………
Şehir adamıyken şehirden kaçıyor, “uzlet - yalnızlık" adamı değilken uzleti arıyordu.”

Üstadın, çok uzun olmayan bir süre kaldığı Trabzon’da yaşadığı “hal”ler ve şahit olduklarının ayrıntılarına girmiyoruz.

Trabzon’daki günlerini yazmaya devam ediyor Üstad:

"Kıldan ince" ve "nefesten yumuşak" bir yağmur altında oteline giderken mırıldanıyor:

- "Horaçyo, bana bir şey söyle!"... "Ne söyleyeyim efendimiz?"... "Ben burada daha fazla yapamayacağım, Horaçyo!"... "Nerede yapılabilir ki, efendimiz?"...

Ve bankadan kovulmasını gerektirecek bir lisanla istediği izinin cevabını beklemeden, tiyatro perdesinde ve sisler içinde bir vapur resmine benzeyen gemiye atlayıp İstanbul'a kapağı attı..”

Ve Üstad’ın 1934’te “Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin..” dediği Abdulhakîm Arvasî Hz. lerini tanıyışı ve bir daha ayrılmayışı…

Üstad’ın doğum ve vefat yıldönümünde Trabzon’la ilgili ifadelerinden bir kısmını şehrimize taşıyalım istedik. Yıllar sonra 1967 ve 1969 yılında büyük alâka uyandıran konferansları için gittiği Trabzon için “yeni inşalarla zenginleşmiş fakat ana çizgileri bakımından şekil değiştirmemiş buldum… Trabzon’da geçirdiğim bütün bir yaz mevsimi boyunca gökten pudra gibi dökülen sinsi bir yağmur, bu yağmur altında çektiğim çılgınlık buhranları ve yazdığım ‘Bu Yağmur’ şiiri” diyor. Üstad 1969 Ağustos’unda Trabzon’da “Özlediğimiz Neslin Vasıfları” konferansını verir. Umulur ki Trabzon, bu vasıflara sahip olanlara yatak olur.

Şehrimiz böyle bir şair-tefekkür adamını kısa bir süre de olsa misafir ettiği için bahtiyardır. Ve de O’na “Bu Yağmur” şiiri ile iki hikâyesini yazdırdığı için ne kadar övünse azdır!

Şehir övünecekse bunlarla övünmeli! O’nun işaret ettiklerini göremediği için dövünmeli !
(Günebakış, 19 Mayıs 2010)

11 Mayıs 2010 Salı

ŞEHİR BİR "KIYIM MEKANI" MIDIR?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Nietzche, Devlet için “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı yer” demiş. Bu sözü modern zamanların şehirlerine uyarladığımızda, şehri “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı ve buna hayat dediği yer” diye tanımlayabiliriz … Nietzche’nin bu sözün öncesinde “herkesin ağı içtiği yer” diye bir ifadesi de var.

Modern zamanların şehirlerindeki bu “kıyım”, modernizmin bütünüyle egemen olduğu coğrafyalarla sınırlı kalmayıp, tüm dünyaya sirayet ettiği ve insanların şehirde “niçin bulundukları”nın cevabını “ağu”, yâni zehir içip canlarına kıyarak verdikleri bir “cinnet hali”ne dönüşmüş durumda.

Nietzche günümüzden yüz yıl önce devleti “herkesin zehir içtiği yer” diye tanımlaması, devletin baskıcı karakterinden dolayıydı. Modern zamanların şehirleri de bu anlamda, insanı baskı altına alan, kasvete boğan atmosferiyle insanların ağır ağır zehir içerek canlarına kıydıkları yer olarak karşımıza çıkıyor. Sadece mekan ve yapılar olarak değil, şehirdeki insan ilişkileri de insanı kaosa gömüyor.

Batıda sanayi devrimiyle birlikte, şehir anlayışında da önemli değişiklerin meydana gelmesiyle, yaşama biçimi insana göre değil de kütlesel üretime göre şekillenmeye başladı. Büyük fabrikaların yakınlarına doğru ‘sığıntı’ olarak yürüyen şehir insanı yok saydı. Önce üretimin bir parçası haline gelen insan, sonra da şehrin basit bir nesnesi haline geldi. İnsanın canına kıyması da burada başladı. Devletin ‘kuşatıcı kıyımı’, yerini ‘şehrin kuşatıcı kıyımı’ na bıraktı.

Ülkemize baktığımızda; “yaşanmaya değer hayat”ın tecelligâhı olan dünün medeniyet şehirlerinde bugün o hayattan hiçbir iz kalmayışın hüznü yaşanıyor. Çünkü insan günümüzün şehirlerinde ‘anestezi hali’nde yaşıyor. Ne olduğunun, nerede olduğunun farkında değil. Hüzne yer yok. Hüzne ihtiyaç yok ! Hüzne yer olması için “neleri kaybettiği”nden haberdar olması gerek.

Ülkemiz de Tanzimat ve meşrutiyet yabancılaşmalarını devam eden cumhuriyetle birlikte bu ‘kuşatıcı kıyım’ dan önemli ölçüde nasibini aldı. Tarihî şehirlerimizden ruh çekilip ortada sadece maddesi kaldı. Onlara hayat veren ‘yaşama biçim’i yerini batının üretim-tüketim ilişkileriyle değiştirdi. Şehir de insanlar da ne olduğunu bilmedikleri, anlayamadıkları bir “şok”a girmişlerdi. Bu şoklama giderek doğal bir durum halini aldı. Şehir de insan da muhtevasıyla değil gövdesiyle, iskeletiyle ‘varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde karar kıldılar.

İnsanın da bu şehirde ağır ağır kendi canına kıymaktan zevk aldığı bir yol açılmış oldu.

Muhakkik Mimar Turgut Cansever, şehrin mimari olarak kendine yabancılaşmasının ve insanı boğmasının nesnel yüzüne şöyle işaret ediyor:

“Ülkemizde, asır başında varolan Osmanlı mahalle, yol, konut dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük bulvarlara sahip olmadıkları için imaredilmemiş addedildi ve bu şehirlerin ‘mamur’, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topoğrafyaya uyarak vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı…” Cansever, şehrin maddi katliamına haklı olarak feryad ediyor. İnsanın yok sayılıp, cetvel-pergelle çizilen bu şehir insan ruhunu sıkmaya, boğmaya başladı. Halen de sıkmaya, boğmaya devam ediyor…

Böylece, önce şehir kendi canına kıyıyor, sonra da insan…

S.Zweig da Nietzche’yi yorumlarcasına 1925’lerde “Kültürlerin özellikleri buharlaşıp giden o güzel kokular gibi yitiriliyor, renkleri hızla dökülüyor ve çatlaklarla kaplı cilasının altından modern dünyanın mekanik çalışan, çelik rengindeki pistonları görünüyor.” diyor.

Modernliğin mekanik hayatla özdeşleştiği bir dünyada insana düşen ağır ağır kendi canına kıymak oluyor.

Şüphesiz, medeniyet idraki olanların modern zamanların şehrine dair söyleyecek sözleri vardır.
(Günebakış, 12 Mayıs 2010)

4 Mayıs 2010 Salı

"ŞEHİR CESETLERİ"



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin ölümü ve ceset haline gelmesi nasıl bir şeydir? Bunu tasavvur etmek bile insanı ürpertiyor. İnsanın ölümü ve ceset haline gelmesi ne ise, şehrin ölümü ile birlikte ceset haline gelmesi de öyle bir şey. Her ikisinin ortak tarafı, onlara hayatiyet veren ruhlarının kendilerini terketmesi… Ruh, insanı ve şehri terk edince ortada sadece ceset kalıyor… İnsan ve ceset… Şehir ve ceset… Korkunç…

Şehir ve içinde yaşayanların “ceset” haline gelmeleri, yâni helâk olmaları Ad, Semud, Ress, Sodom, Gomore, Sebe gibi topluluk ve şehirler örneğinde Kur’an’da “ibret” olarak anlatılır. Daha sonra Pompei’nin hikâyesi de bütün dehşetiyle önümüzdedir.

Şehirsiz insan neyse, insansız şehir de o. O kadar anlamsız. Divan edebiyatında şehrin insan vücuduna benzetilmesi ve merkezinin “kalp” olması da bu yüzden olsa gerektir… Şehrin ölümü bazan daha da ürpertici. Çünkü, üzerindekilerle yaşıyorken, zaman içinde ölen ve ceset haline gelen şehirden daha ürpertici ne olabilir ? Bugünün antik şehirleri böyle bir duygu verir insana.

Başlık, İtalyan şair ve yazar Giovanni Papini’ye ait. 1920’li yıllarda yazdığı “Gog” isimli meşhur eseri yıllar önce Türkçeye çevrildiğinde müthiş ilgi uyandırmıştı. “Şehir Cesetleri” de Gog’daki bir bölümün başlığı.

Ürpertici, kasvet verici bir başlık “şehir cesetleri”. Ruhun bedenden ayrılmasıyla bedenin hayatiyetini kaybetmesi, ceset haline gelmesi… Şehrin mekânları, bir vücudun çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş organları… Canlı bir organizma olan şehrin ceset haline gelmesindeki korkunçluğu düşünebiliyor musunuz?

Papini Şehir cesetleri’ne “Ölü şehirleri gezip görmek düşüncesiyle eski dünyada yaptığım seyahatin sonlarına yaklaşmıştım. Bir harabeler ve mezarlıklar yolu takip etmiştim. Canlı insanların yaşadıkları, canlı şehirlerde duracak yerde ölülerle dolu ölü şehirleri gezdim.” diyerek başlıyor.

Yarının ruhsuz, biçimsiz şehirlerinde üst üste istiflenmiş insan topluluklarını düşünen Papini, ‘eski insan kovanlarının taş iskeletleri’ olan “Şehir Cesetleri”ne hayranlık duyuyor.

Çok fazla yoruma girmeden sözü Papini’ye bırakalım. Papini, üzerinde artık hiçbir hayat izi kalmamış antik şehirleri anlatıyor:

“Ölü şehirler! Hepsini gördüğümü iddia edemem ama en ünlülerini gezdim. Bu eski insan kovanlarının taş iskeletleri, beni, yarının leşlerinin üst üset yığıldıkları bayağı şehirlerden daha çok çekiyor. Kırık sütunlar artık hiçbir şeyi taşımıyor. Gök anıtların temellerini yeniden fethediyor. Güneş mahzenlere ve lahitlere girmiş. Evler yıkılmış duvarlardan ibaret. Araları açılmış taşlarla dolu sokakların üstünden dünyanın güçlüleri, evlerinin veya vilayetlerinin efendileri değil, ölüm aşıkları ve işçiler geçiyor. Eskiden eğlenilen, sevişilen odalara şimdi yağmurlar yağıyor. Tiyatro amfilerinde kertenkelelerle akrepler güneşleniyor. Kralların büyük salonlarına baykuşlar yuva yapmış.”

“Bu geçmiş debdebelerin yıkıntıları, otlarla sarılı duvarcıklar haline gelmiş zevk ve gurur başkentlerinin kalıntıları belki başkalarında hayret uyandırır ama bende değil. Tahrip ve aşağılama duygum bu harabeler arasında mükemmel bir şekilde tatmin ediliyor. Bazen mağrur bir sevinç duyuyorum, bu çözülme içinde bir ben yaşıyorum; bazen de alçalmanın şehvetini tadıyorum. Bizim şehirlerimiz de bunlara benzeyecek, gururumuz aynı sonla bitecek. Şu veya bu şekilde alışılmış olandan farklı düşünüyorum: Palmir, Londra’dan daha heyecan verici. “

“Yer altından çıkarılmış veya terk edilmiş şehirler, yaşayanlarla ölçülemeyecek kadar güzeldir. Çünkü hayalgücü onları yeniden inşa eder, eksiklerini tamamlar ve daha mükemmel, daha muazzam bir bütün elde eder. Benim için yarım ya da yok olmak üzere olandan daha harikulâde bir şey yoktur. Ve ölmesi gerektiğini bilen için ölüm korkusundan daha güçlü bir iksir olamaz.”

“Paestum’e gittiğim gün havada fırtına vardı. Eski Yunan’ın bütün hayatını ve parlaklığını görebilmem için asırların kemirmesine rağmen yine de canlı, bal rengi, muazzam sütunlu Neptun anıtını güneşin bir anlık lütfuyla seyretmek yetti. Ölmüş bir Tanrının bu kocaman ölü evi, yeşillikler, çiçek açmış çiriş otları, kapkara dağlar arasında homurdayan deniz ve tabiattan daha canlı ve parlak görünüyordu gözüme. Orada, yanıbaşımda çok güzel, esmer bir genç kız vardı. Başındaki kırmızı örtü ve gece meleği gözleriyle anıtın duvarında, ölümün kendisi gibi duruyordu.”

Papini’nin “Şehir Cesetleri”nden kesitler bunlar…

Papini’yi okuyunca Üstad Necip Fazıl’ın “Bir şehir ki orada insan hayat üstü leş!” mısraını hatırlıyorum. Papini’nin “yarının şehri” dediği bugünkü modern şehirlerimizde insanlar gerçekten üst üste yığılmış, giderek cesede dönüşme yolunda… Gene Üstad bir mısrasında “Siz hayat süren leşler” derken de bu gerçeğe mi işaret ediyor acaba?

İnsan leş, şehir de ceset haline gelmeden, helâk olmadan yâni mahvolmadan ‘nerede yaşadığı’nı, neye memur ve mecbur olduğunu hatırlamalı !

Şehrimizin bugününü ve yarınını bir de bu şekilde düşünmeye ne dersiniz?

(Günebakış, 5 Mayıs 2010)