Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Nietzche, Devlet için “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı yer” demiş. Bu sözü modern zamanların şehirlerine uyarladığımızda, şehri “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı ve buna hayat dediği yer” diye tanımlayabiliriz … Nietzche’nin bu sözün öncesinde “herkesin ağı içtiği yer” diye bir ifadesi de var.
Modern zamanların şehirlerindeki bu “kıyım”, modernizmin bütünüyle egemen olduğu coğrafyalarla sınırlı kalmayıp, tüm dünyaya sirayet ettiği ve insanların şehirde “niçin bulundukları”nın cevabını “ağu”, yâni zehir içip canlarına kıyarak verdikleri bir “cinnet hali”ne dönüşmüş durumda.
Nietzche günümüzden yüz yıl önce devleti “herkesin zehir içtiği yer” diye tanımlaması, devletin baskıcı karakterinden dolayıydı. Modern zamanların şehirleri de bu anlamda, insanı baskı altına alan, kasvete boğan atmosferiyle insanların ağır ağır zehir içerek canlarına kıydıkları yer olarak karşımıza çıkıyor. Sadece mekan ve yapılar olarak değil, şehirdeki insan ilişkileri de insanı kaosa gömüyor.
Batıda sanayi devrimiyle birlikte, şehir anlayışında da önemli değişiklerin meydana gelmesiyle, yaşama biçimi insana göre değil de kütlesel üretime göre şekillenmeye başladı. Büyük fabrikaların yakınlarına doğru ‘sığıntı’ olarak yürüyen şehir insanı yok saydı. Önce üretimin bir parçası haline gelen insan, sonra da şehrin basit bir nesnesi haline geldi. İnsanın canına kıyması da burada başladı. Devletin ‘kuşatıcı kıyımı’, yerini ‘şehrin kuşatıcı kıyımı’ na bıraktı.
Ülkemize baktığımızda; “yaşanmaya değer hayat”ın tecelligâhı olan dünün medeniyet şehirlerinde bugün o hayattan hiçbir iz kalmayışın hüznü yaşanıyor. Çünkü insan günümüzün şehirlerinde ‘anestezi hali’nde yaşıyor. Ne olduğunun, nerede olduğunun farkında değil. Hüzne yer yok. Hüzne ihtiyaç yok ! Hüzne yer olması için “neleri kaybettiği”nden haberdar olması gerek.
Ülkemiz de Tanzimat ve meşrutiyet yabancılaşmalarını devam eden cumhuriyetle birlikte bu ‘kuşatıcı kıyım’ dan önemli ölçüde nasibini aldı. Tarihî şehirlerimizden ruh çekilip ortada sadece maddesi kaldı. Onlara hayat veren ‘yaşama biçim’i yerini batının üretim-tüketim ilişkileriyle değiştirdi. Şehir de insanlar da ne olduğunu bilmedikleri, anlayamadıkları bir “şok”a girmişlerdi. Bu şoklama giderek doğal bir durum halini aldı. Şehir de insan da muhtevasıyla değil gövdesiyle, iskeletiyle ‘varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde karar kıldılar.
İnsanın da bu şehirde ağır ağır kendi canına kıymaktan zevk aldığı bir yol açılmış oldu.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever, şehrin mimari olarak kendine yabancılaşmasının ve insanı boğmasının nesnel yüzüne şöyle işaret ediyor:
“Ülkemizde, asır başında varolan Osmanlı mahalle, yol, konut dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük bulvarlara sahip olmadıkları için imaredilmemiş addedildi ve bu şehirlerin ‘mamur’, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topoğrafyaya uyarak vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı…” Cansever, şehrin maddi katliamına haklı olarak feryad ediyor. İnsanın yok sayılıp, cetvel-pergelle çizilen bu şehir insan ruhunu sıkmaya, boğmaya başladı. Halen de sıkmaya, boğmaya devam ediyor…
Böylece, önce şehir kendi canına kıyıyor, sonra da insan…
S.Zweig da Nietzche’yi yorumlarcasına 1925’lerde “Kültürlerin özellikleri buharlaşıp giden o güzel kokular gibi yitiriliyor, renkleri hızla dökülüyor ve çatlaklarla kaplı cilasının altından modern dünyanın mekanik çalışan, çelik rengindeki pistonları görünüyor.” diyor.
Modernliğin mekanik hayatla özdeşleştiği bir dünyada insana düşen ağır ağır kendi canına kıymak oluyor.
Şüphesiz, medeniyet idraki olanların modern zamanların şehrine dair söyleyecek sözleri vardır.
(Günebakış, 12 Mayıs 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Nietzche, Devlet için “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı yer” demiş. Bu sözü modern zamanların şehirlerine uyarladığımızda, şehri “herkesin ağır ağır kendi canına kıydığı ve buna hayat dediği yer” diye tanımlayabiliriz … Nietzche’nin bu sözün öncesinde “herkesin ağı içtiği yer” diye bir ifadesi de var.
Modern zamanların şehirlerindeki bu “kıyım”, modernizmin bütünüyle egemen olduğu coğrafyalarla sınırlı kalmayıp, tüm dünyaya sirayet ettiği ve insanların şehirde “niçin bulundukları”nın cevabını “ağu”, yâni zehir içip canlarına kıyarak verdikleri bir “cinnet hali”ne dönüşmüş durumda.
Nietzche günümüzden yüz yıl önce devleti “herkesin zehir içtiği yer” diye tanımlaması, devletin baskıcı karakterinden dolayıydı. Modern zamanların şehirleri de bu anlamda, insanı baskı altına alan, kasvete boğan atmosferiyle insanların ağır ağır zehir içerek canlarına kıydıkları yer olarak karşımıza çıkıyor. Sadece mekan ve yapılar olarak değil, şehirdeki insan ilişkileri de insanı kaosa gömüyor.
Batıda sanayi devrimiyle birlikte, şehir anlayışında da önemli değişiklerin meydana gelmesiyle, yaşama biçimi insana göre değil de kütlesel üretime göre şekillenmeye başladı. Büyük fabrikaların yakınlarına doğru ‘sığıntı’ olarak yürüyen şehir insanı yok saydı. Önce üretimin bir parçası haline gelen insan, sonra da şehrin basit bir nesnesi haline geldi. İnsanın canına kıyması da burada başladı. Devletin ‘kuşatıcı kıyımı’, yerini ‘şehrin kuşatıcı kıyımı’ na bıraktı.
Ülkemize baktığımızda; “yaşanmaya değer hayat”ın tecelligâhı olan dünün medeniyet şehirlerinde bugün o hayattan hiçbir iz kalmayışın hüznü yaşanıyor. Çünkü insan günümüzün şehirlerinde ‘anestezi hali’nde yaşıyor. Ne olduğunun, nerede olduğunun farkında değil. Hüzne yer yok. Hüzne ihtiyaç yok ! Hüzne yer olması için “neleri kaybettiği”nden haberdar olması gerek.
Ülkemiz de Tanzimat ve meşrutiyet yabancılaşmalarını devam eden cumhuriyetle birlikte bu ‘kuşatıcı kıyım’ dan önemli ölçüde nasibini aldı. Tarihî şehirlerimizden ruh çekilip ortada sadece maddesi kaldı. Onlara hayat veren ‘yaşama biçim’i yerini batının üretim-tüketim ilişkileriyle değiştirdi. Şehir de insanlar da ne olduğunu bilmedikleri, anlayamadıkları bir “şok”a girmişlerdi. Bu şoklama giderek doğal bir durum halini aldı. Şehir de insan da muhtevasıyla değil gövdesiyle, iskeletiyle ‘varolmanın dayanılmaz hafifliği’nde karar kıldılar.
İnsanın da bu şehirde ağır ağır kendi canına kıymaktan zevk aldığı bir yol açılmış oldu.
Muhakkik Mimar Turgut Cansever, şehrin mimari olarak kendine yabancılaşmasının ve insanı boğmasının nesnel yüzüne şöyle işaret ediyor:
“Ülkemizde, asır başında varolan Osmanlı mahalle, yol, konut dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük bulvarlara sahip olmadıkları için imaredilmemiş addedildi ve bu şehirlerin ‘mamur’, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topoğrafyaya uyarak vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı…” Cansever, şehrin maddi katliamına haklı olarak feryad ediyor. İnsanın yok sayılıp, cetvel-pergelle çizilen bu şehir insan ruhunu sıkmaya, boğmaya başladı. Halen de sıkmaya, boğmaya devam ediyor…
Böylece, önce şehir kendi canına kıyıyor, sonra da insan…
S.Zweig da Nietzche’yi yorumlarcasına 1925’lerde “Kültürlerin özellikleri buharlaşıp giden o güzel kokular gibi yitiriliyor, renkleri hızla dökülüyor ve çatlaklarla kaplı cilasının altından modern dünyanın mekanik çalışan, çelik rengindeki pistonları görünüyor.” diyor.
Modernliğin mekanik hayatla özdeşleştiği bir dünyada insana düşen ağır ağır kendi canına kıymak oluyor.
Şüphesiz, medeniyet idraki olanların modern zamanların şehrine dair söyleyecek sözleri vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder