Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Bir şehrin ölümü ve ceset haline gelmesi nasıl bir şeydir? Bunu tasavvur etmek bile insanı ürpertiyor. İnsanın ölümü ve ceset haline gelmesi ne ise, şehrin ölümü ile birlikte ceset haline gelmesi de öyle bir şey. Her ikisinin ortak tarafı, onlara hayatiyet veren ruhlarının kendilerini terketmesi… Ruh, insanı ve şehri terk edince ortada sadece ceset kalıyor… İnsan ve ceset… Şehir ve ceset… Korkunç…
Şehir ve içinde yaşayanların “ceset” haline gelmeleri, yâni helâk olmaları Ad, Semud, Ress, Sodom, Gomore, Sebe gibi topluluk ve şehirler örneğinde Kur’an’da “ibret” olarak anlatılır. Daha sonra Pompei’nin hikâyesi de bütün dehşetiyle önümüzdedir.
Şehirsiz insan neyse, insansız şehir de o. O kadar anlamsız. Divan edebiyatında şehrin insan vücuduna benzetilmesi ve merkezinin “kalp” olması da bu yüzden olsa gerektir… Şehrin ölümü bazan daha da ürpertici. Çünkü, üzerindekilerle yaşıyorken, zaman içinde ölen ve ceset haline gelen şehirden daha ürpertici ne olabilir ? Bugünün antik şehirleri böyle bir duygu verir insana.
Başlık, İtalyan şair ve yazar Giovanni Papini’ye ait. 1920’li yıllarda yazdığı “Gog” isimli meşhur eseri yıllar önce Türkçeye çevrildiğinde müthiş ilgi uyandırmıştı. “Şehir Cesetleri” de Gog’daki bir bölümün başlığı.
Ürpertici, kasvet verici bir başlık “şehir cesetleri”. Ruhun bedenden ayrılmasıyla bedenin hayatiyetini kaybetmesi, ceset haline gelmesi… Şehrin mekânları, bir vücudun çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş organları… Canlı bir organizma olan şehrin ceset haline gelmesindeki korkunçluğu düşünebiliyor musunuz?
Papini Şehir cesetleri’ne “Ölü şehirleri gezip görmek düşüncesiyle eski dünyada yaptığım seyahatin sonlarına yaklaşmıştım. Bir harabeler ve mezarlıklar yolu takip etmiştim. Canlı insanların yaşadıkları, canlı şehirlerde duracak yerde ölülerle dolu ölü şehirleri gezdim.” diyerek başlıyor.
Yarının ruhsuz, biçimsiz şehirlerinde üst üste istiflenmiş insan topluluklarını düşünen Papini, ‘eski insan kovanlarının taş iskeletleri’ olan “Şehir Cesetleri”ne hayranlık duyuyor.
Çok fazla yoruma girmeden sözü Papini’ye bırakalım. Papini, üzerinde artık hiçbir hayat izi kalmamış antik şehirleri anlatıyor:
“Ölü şehirler! Hepsini gördüğümü iddia edemem ama en ünlülerini gezdim. Bu eski insan kovanlarının taş iskeletleri, beni, yarının leşlerinin üst üset yığıldıkları bayağı şehirlerden daha çok çekiyor. Kırık sütunlar artık hiçbir şeyi taşımıyor. Gök anıtların temellerini yeniden fethediyor. Güneş mahzenlere ve lahitlere girmiş. Evler yıkılmış duvarlardan ibaret. Araları açılmış taşlarla dolu sokakların üstünden dünyanın güçlüleri, evlerinin veya vilayetlerinin efendileri değil, ölüm aşıkları ve işçiler geçiyor. Eskiden eğlenilen, sevişilen odalara şimdi yağmurlar yağıyor. Tiyatro amfilerinde kertenkelelerle akrepler güneşleniyor. Kralların büyük salonlarına baykuşlar yuva yapmış.”
“Bu geçmiş debdebelerin yıkıntıları, otlarla sarılı duvarcıklar haline gelmiş zevk ve gurur başkentlerinin kalıntıları belki başkalarında hayret uyandırır ama bende değil. Tahrip ve aşağılama duygum bu harabeler arasında mükemmel bir şekilde tatmin ediliyor. Bazen mağrur bir sevinç duyuyorum, bu çözülme içinde bir ben yaşıyorum; bazen de alçalmanın şehvetini tadıyorum. Bizim şehirlerimiz de bunlara benzeyecek, gururumuz aynı sonla bitecek. Şu veya bu şekilde alışılmış olandan farklı düşünüyorum: Palmir, Londra’dan daha heyecan verici. “
“Yer altından çıkarılmış veya terk edilmiş şehirler, yaşayanlarla ölçülemeyecek kadar güzeldir. Çünkü hayalgücü onları yeniden inşa eder, eksiklerini tamamlar ve daha mükemmel, daha muazzam bir bütün elde eder. Benim için yarım ya da yok olmak üzere olandan daha harikulâde bir şey yoktur. Ve ölmesi gerektiğini bilen için ölüm korkusundan daha güçlü bir iksir olamaz.”
“Paestum’e gittiğim gün havada fırtına vardı. Eski Yunan’ın bütün hayatını ve parlaklığını görebilmem için asırların kemirmesine rağmen yine de canlı, bal rengi, muazzam sütunlu Neptun anıtını güneşin bir anlık lütfuyla seyretmek yetti. Ölmüş bir Tanrının bu kocaman ölü evi, yeşillikler, çiçek açmış çiriş otları, kapkara dağlar arasında homurdayan deniz ve tabiattan daha canlı ve parlak görünüyordu gözüme. Orada, yanıbaşımda çok güzel, esmer bir genç kız vardı. Başındaki kırmızı örtü ve gece meleği gözleriyle anıtın duvarında, ölümün kendisi gibi duruyordu.”
Papini’nin “Şehir Cesetleri”nden kesitler bunlar…
Papini’yi okuyunca Üstad Necip Fazıl’ın “Bir şehir ki orada insan hayat üstü leş!” mısraını hatırlıyorum. Papini’nin “yarının şehri” dediği bugünkü modern şehirlerimizde insanlar gerçekten üst üste yığılmış, giderek cesede dönüşme yolunda… Gene Üstad bir mısrasında “Siz hayat süren leşler” derken de bu gerçeğe mi işaret ediyor acaba?
İnsan leş, şehir de ceset haline gelmeden, helâk olmadan yâni mahvolmadan ‘nerede yaşadığı’nı, neye memur ve mecbur olduğunu hatırlamalı !
Şehrimizin bugününü ve yarınını bir de bu şekilde düşünmeye ne dersiniz?
(Günebakış, 5 Mayıs 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Bir şehrin ölümü ve ceset haline gelmesi nasıl bir şeydir? Bunu tasavvur etmek bile insanı ürpertiyor. İnsanın ölümü ve ceset haline gelmesi ne ise, şehrin ölümü ile birlikte ceset haline gelmesi de öyle bir şey. Her ikisinin ortak tarafı, onlara hayatiyet veren ruhlarının kendilerini terketmesi… Ruh, insanı ve şehri terk edince ortada sadece ceset kalıyor… İnsan ve ceset… Şehir ve ceset… Korkunç…
Şehir ve içinde yaşayanların “ceset” haline gelmeleri, yâni helâk olmaları Ad, Semud, Ress, Sodom, Gomore, Sebe gibi topluluk ve şehirler örneğinde Kur’an’da “ibret” olarak anlatılır. Daha sonra Pompei’nin hikâyesi de bütün dehşetiyle önümüzdedir.
Şehirsiz insan neyse, insansız şehir de o. O kadar anlamsız. Divan edebiyatında şehrin insan vücuduna benzetilmesi ve merkezinin “kalp” olması da bu yüzden olsa gerektir… Şehrin ölümü bazan daha da ürpertici. Çünkü, üzerindekilerle yaşıyorken, zaman içinde ölen ve ceset haline gelen şehirden daha ürpertici ne olabilir ? Bugünün antik şehirleri böyle bir duygu verir insana.
Başlık, İtalyan şair ve yazar Giovanni Papini’ye ait. 1920’li yıllarda yazdığı “Gog” isimli meşhur eseri yıllar önce Türkçeye çevrildiğinde müthiş ilgi uyandırmıştı. “Şehir Cesetleri” de Gog’daki bir bölümün başlığı.
Ürpertici, kasvet verici bir başlık “şehir cesetleri”. Ruhun bedenden ayrılmasıyla bedenin hayatiyetini kaybetmesi, ceset haline gelmesi… Şehrin mekânları, bir vücudun çürümüş veya çürümeye yüz tutmuş organları… Canlı bir organizma olan şehrin ceset haline gelmesindeki korkunçluğu düşünebiliyor musunuz?
Papini Şehir cesetleri’ne “Ölü şehirleri gezip görmek düşüncesiyle eski dünyada yaptığım seyahatin sonlarına yaklaşmıştım. Bir harabeler ve mezarlıklar yolu takip etmiştim. Canlı insanların yaşadıkları, canlı şehirlerde duracak yerde ölülerle dolu ölü şehirleri gezdim.” diyerek başlıyor.
Yarının ruhsuz, biçimsiz şehirlerinde üst üste istiflenmiş insan topluluklarını düşünen Papini, ‘eski insan kovanlarının taş iskeletleri’ olan “Şehir Cesetleri”ne hayranlık duyuyor.
Çok fazla yoruma girmeden sözü Papini’ye bırakalım. Papini, üzerinde artık hiçbir hayat izi kalmamış antik şehirleri anlatıyor:
“Ölü şehirler! Hepsini gördüğümü iddia edemem ama en ünlülerini gezdim. Bu eski insan kovanlarının taş iskeletleri, beni, yarının leşlerinin üst üset yığıldıkları bayağı şehirlerden daha çok çekiyor. Kırık sütunlar artık hiçbir şeyi taşımıyor. Gök anıtların temellerini yeniden fethediyor. Güneş mahzenlere ve lahitlere girmiş. Evler yıkılmış duvarlardan ibaret. Araları açılmış taşlarla dolu sokakların üstünden dünyanın güçlüleri, evlerinin veya vilayetlerinin efendileri değil, ölüm aşıkları ve işçiler geçiyor. Eskiden eğlenilen, sevişilen odalara şimdi yağmurlar yağıyor. Tiyatro amfilerinde kertenkelelerle akrepler güneşleniyor. Kralların büyük salonlarına baykuşlar yuva yapmış.”
“Bu geçmiş debdebelerin yıkıntıları, otlarla sarılı duvarcıklar haline gelmiş zevk ve gurur başkentlerinin kalıntıları belki başkalarında hayret uyandırır ama bende değil. Tahrip ve aşağılama duygum bu harabeler arasında mükemmel bir şekilde tatmin ediliyor. Bazen mağrur bir sevinç duyuyorum, bu çözülme içinde bir ben yaşıyorum; bazen de alçalmanın şehvetini tadıyorum. Bizim şehirlerimiz de bunlara benzeyecek, gururumuz aynı sonla bitecek. Şu veya bu şekilde alışılmış olandan farklı düşünüyorum: Palmir, Londra’dan daha heyecan verici. “
“Yer altından çıkarılmış veya terk edilmiş şehirler, yaşayanlarla ölçülemeyecek kadar güzeldir. Çünkü hayalgücü onları yeniden inşa eder, eksiklerini tamamlar ve daha mükemmel, daha muazzam bir bütün elde eder. Benim için yarım ya da yok olmak üzere olandan daha harikulâde bir şey yoktur. Ve ölmesi gerektiğini bilen için ölüm korkusundan daha güçlü bir iksir olamaz.”
“Paestum’e gittiğim gün havada fırtına vardı. Eski Yunan’ın bütün hayatını ve parlaklığını görebilmem için asırların kemirmesine rağmen yine de canlı, bal rengi, muazzam sütunlu Neptun anıtını güneşin bir anlık lütfuyla seyretmek yetti. Ölmüş bir Tanrının bu kocaman ölü evi, yeşillikler, çiçek açmış çiriş otları, kapkara dağlar arasında homurdayan deniz ve tabiattan daha canlı ve parlak görünüyordu gözüme. Orada, yanıbaşımda çok güzel, esmer bir genç kız vardı. Başındaki kırmızı örtü ve gece meleği gözleriyle anıtın duvarında, ölümün kendisi gibi duruyordu.”
Papini’nin “Şehir Cesetleri”nden kesitler bunlar…
Papini’yi okuyunca Üstad Necip Fazıl’ın “Bir şehir ki orada insan hayat üstü leş!” mısraını hatırlıyorum. Papini’nin “yarının şehri” dediği bugünkü modern şehirlerimizde insanlar gerçekten üst üste yığılmış, giderek cesede dönüşme yolunda… Gene Üstad bir mısrasında “Siz hayat süren leşler” derken de bu gerçeğe mi işaret ediyor acaba?
İnsan leş, şehir de ceset haline gelmeden, helâk olmadan yâni mahvolmadan ‘nerede yaşadığı’nı, neye memur ve mecbur olduğunu hatırlamalı !
Şehrimizin bugününü ve yarınını bir de bu şekilde düşünmeye ne dersiniz?
(Günebakış, 5 Mayıs 2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder