28 Şubat 2011 Pazartesi

"ŞEHİR HEP PEŞİNDEN GELECEK..."

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

İnsanın kendini “ait hissettiği” şehirden uzakta olması, onun aidiyet hissini azaltır mı yoksa daha mı yoğunlaştırır? Bu soruya verilecek cevap şehrinize ‘ait olma’nızın sebebiyle ilgilidir. Şehir sizin için ontolojik bir anlam ifade ediyorsa aidiyet hissiniz yoğunlaşır. Şehir sadece bir ‘barınma’ mekânı ise orada bulunmanızın sadece ‘biyolojik’ bir nedeni vardır. Maksadımız; ‘şehir idraki’ taşıyanlara “niçin bu şehirde oldukları”na ilişkin soru tekrarıdır. Aynı zamanda da “şehir idraki” diye bir derdi olmayanları böyle bir idrake davet etmektir.

Heidegger’in varlığa ilişkin ifadelerinden birisi “biz bir yerde var oluyoruz, varlığımız orada anlam kazanıyor”dur. Varlığın anlam kazanma yatağı olarak şehrinizi görüyorsanız eğer, şehir sizin için aynı zamanda ‘aidiyet yatağı’dır.

Şehir ve aidiyet’i birbirinden kopmaz iki kelime-kavram olarak aynîleştirebiliyorsak ‘varlığın anlam kazandığı’ bir yoğunlukta şehrimize bağlanırız.

Böyle bir şehir, Kavafis’in “Şehir” şiirinde içselleştirdiği yerdir. Kavafis ünlü “Şehir” şiirinde “bu şehir hep peşinden gelecek, takip edecek durmadan seni” diyor. Peki öyle mi? Şehrimiz gittiğimiz yere geliyor mu? Bizi durmadan takip ediyor mu? Şehrin bizi takip etmesi ve onu gittiğimiz yere taşımamız; “şehir idraki”nin kısır maddi öğelere indirgemeyeceği, büyük âriflerin insanı “ulu şehr”e benzettikleri gibi bir ‘idrak’i gerektirir!

Bir divan şairinin ‘aşk’ için söylediği “Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrak gerek!” Biz bu mısrayı “Sırr-ı şehr anlamaya haylice idrak gerek!” diye değiştirerek ‘şehir idraki’nin nasıl bir derinlik istediğine işaret etmiş olalım. Kavafis’in mısralarında bağlamı farklı olsa da bu türden bir şehir hasreti, şehir hüznü okunuyor.

İşte şiirin tamamı:

'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. “

“Bir başka şehir beklememek” için varlığımızı anlamlandıran ve varlığımızla anlamlandırdığımız şehri kalabalıkların fiziksel ihtiyaçlarının giderildiği ‘eşyalar deposu’ olarak görmemek gerekiyor.

“Dönüp dolaşıp bu şehre gelecek” isek sonunda, bu şehre ait olduğumuzu gittiğimiz her yerde göstermemiz gerekiyor. Ancak, kendi “algı”larımızdaki şehri değil, şehrin ‘kendisi’ni taşıyabiliyorsak…

“Yeni bir şehir arıyor”sanız eğer, şehir sizi kabul etmiyordur, siz kendinizi şehre ait hissetmiyorsunuzdur.

“Yeni bir şehir aramıyor” iseniz, şehirde “olduğunuz”u hissetmek ve bu hissedişi anlamlı kılacak varlık göstermek zorundasınız.

Hangi şehre kendinizi “ait” hissedersiniz? Aidiyet yatağınızı bulamadığınız zaman Yunus Emre’nin söylediği gibi “Var imdi gez şârdan şâra.” Bulduğunuzda da gene Yunus gibi “Ballar balını buldum” dediğiniz şehre aitsiniz, şehir de size ait!

Bir antropolog (Marcel Mauss) Avustralya yerlilerinin yaşadıkları evleri ayrıntısıyla anlattıktan sonra “buradaki her şey sanki sizinle konuşmaktadır.” der. Bir antropologun kendine yabancı bir şehirde gördüğünü siz şehrinizde görebiliyor ve şehrinizle böylesine organik bir ilişki içine girebiliyorsanız siz şehrin, şehir de sizin peşinizdedir.

Bir büyük ârifin söylediğini şehrimize bakarak söyleyelim:

“Zaman seninle müzeyyen olsun!”

İşte şehir bu, şehir idraki bu, niçin şehirde olduğumuzun cevabı bu.

(Günebakış, 2 Mart 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder