28 Mart 2011 Pazartesi

ŞEHRİN RUHU VE MEKÂNLAR..

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehre ruh veren, o şehrin kurucuları kadar, o şehrin sakinleri kadar, o şehrin tarihî süreçte yaşadığı olaylar kadar, o şehrin coğrafyası kadar, o şehrin bütününe serpilmiş medeniyet ta-sarımının şehre yayılmış mekânlarıdır da. Tarihî geleneğimizde şehir mekânları sadece yapı-lardan ibaret değildir. Yâni mekânlar mekanik araçlar değildir. İnsanı kendisine çeken, her biri şehri tek başına taşıyan, şehrin ‘bütünü’nü yansıtan şehrin ‘hafıza kutuları’dır. Tarihî şehirle-rimizden bugün yaşayanlarda varlığını mahzûn bir biçimde sürdüren mekânlar, görkemli za-manlardaki sakinlerini kaybetseler de “bir zamanlar” taşıdıkları “ruh”u muhataplarına telkin ederler, yansıtırlar.

Bir medeniyetin idrakten inşaya, tasavvurdan tasarıma geçtiğini en doğru ve mükemmel bi-çimde bu mekânlara bakarak görebiliyoruz. Eğer bir “dünya görüşü ve medeniyet” idrakiniz varsa, kendi medeniyetinizin yapılarında-mekânlarında yaşayan “ruh”u görebilirsiniz. Şehir mekânları, ruhsuz bir iskelet gibi ‘artık bu insan değil’ diyemeyeceğiniz bir ‘ruh’ taşır.

Yaşadığımız şehrin bugününde adeta bir “yabancı” gibi varlığını sürdüren tarihî mekânların-daki ‘muhteşem hüzün’ü görebilmek-okuyabilmek için onların ruhuna yabancılaşmamış bir ‘idrak’i taşımak da gerekiyor. Yoksa, bir turistin, haricî bir nesneye bakan basit ilgileri çerçe-vesinde mekâna takılıp kalırsınız.

Bu söylediklerimiz, kimliğini-kişiliğini bulamamış modern zamanların kaotik-arabesk şehirle-rindeki mekânları da kapsıyor.

Modern zamanların şehir yöneticilerinin tarihî mekânlara sadece turist bakışlarına arzetmek, onların ilgisini çekmek kaygısıyla ‘restorasyon mantığı’yla yaklaşmaları, onların taşıdığı ‘zamanüstü ruh’ u anlamamaktır. Bir şehir yöneticisinde her şeyden önce varolması gereken “şehir ve medeniyet idraki” ile bu idrakin modern zamanlarda ‘sürdürülebilir’liğini ortaya koyacak şehir-mekân idraki ne yazık ki yok. Böyle bir idrak olmayınca da şehir; tarihî geçmişi sadece nostaljiden-hatıradan ibaret, artık bugüne taşınamayacak, varoluş şartları kaybolmuş bir arkeolojik malzeme olarak algılanır.

Sözün burasında muhakkik mimar Turgut Cansever önemli bir ayrıntıya işaret ediyor: “…1924’te, Le Corbusier Balkanlardaki Osmanlı şehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u geziyor. Bu-radan hareket ederek, müthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, yaptığı tespitler Le Corbusier’nin mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planla-rına ‘şehir planı’ denirken, Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değil miş de(?) sonra mamur olacakmış gibi…” Cansever, Ernst Diez’in Osmanlı şehri ile ilgili düşünce-lerine de temas ediyor: “Diez diyor ki: Bir üslup, insanlık tarihi boyunca yalnızca 3-5 asırda bir vücut bulan bir kültür olayıdır… “ Sonra da “Üslubun özellikleri de çok önemli. Çünkü bir üs-lup, bütün bir kültürün ortak değerler sisteminin biçim dünyasına yansıması suretiyle oluşu-yor…” diyor.

Cansever, Osmanlı şehrine batılı şehir tarihçilerinin sadece ‘iktisadi işleyiş ve sosyal ilişkiler’ açısından baktıklarına işaret ederek “Şehir, bir ön iradenin ürünüdür” diyor.

“Osmanlı Şehri”nden kastımız, şehrimizin de içerisinde bulunduğu kuşatıcı bir medeniyet dünyasının oluşturduğu-dokuduğu şehirlerdir. “Tarihî şehir” denildiğinde, şehirde son kalıntı-larıyla müze malzemesi olarak duran mekânları anlayan zihinler ne şehrini ne kendini anlaya-bilecek idrakten yoksun olanlardır.

Şehirlerimizin/şehrimizin ‘kentsel dönüşüm’ adına coğrafyasının parçalandığı modern zaman-larda şehirlerin nasıl tahrip edildiğini görüyoruz. Adeta, gözümüzün önümüzde işkence edile-rek öldürülen bir canlıyı seyreder gibi çaresizlik içinde şehrimizin ‘kentsel dönüşümü’ne se-yirci kalıyoruz. Yâni şehrin öldürülmesine… Sonra da kendi ölümümüze…

Şehrin mekânlarıyla arasında ‘doku uyuşmazlığı’ olmaz, olmamalı ! Dün yoktu ama bugün??? Bugün şehirlerimizde ‘bütüncül’ bir ruh yok ki, bu ruhu taşıyacak dokuya sahip mekânlar ol-sun.

Şehir, mekânların toplamından öte bir şeydir !
Şehir, ‘kentsel dönüşüm’ şehvetiyle yapılan katliamların meşrulaştırıldığı arena değildir!

“Kentsel dönüşüm” cinnet ve şehvetiyle şehrimizin dokusunu bir an önce değiştirmeyi kendi-sine ‘özel görev’ edinen Şehir yöneticileri nasıl bir veballe karşı karşıya olduklarının farkında mıdırlar? Pek sanmıyoruz.

Şehrin ‘kendilerine emanet edildiği’ni her fırsatta dile getirenlerin ‘emanet’in anlamına vakıf olduklarını söylemek mümkün mü?

“Şehrin ruhu”nun “mekanların ruhu”ndan okunduğu bir şehir potansiyelini halâ taşıyan şeh-rimizde şehrin yok edicisi olmak istemeyenler, şehrin yöneticisi olmak için nasıl bir irfan-idrak ve vicdana sahip olmalılar, hiç düşünüyorlar mı?

(Günebakış, 30 Mart 2011)

21 Mart 2011 Pazartesi

ŞEHRİN HAFIZA DEFTERİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kadîm şehirler tarihî süreçte kaçınılmaz olarak önemli dönüşümler geçirse de bu şehirlerin ruhu, hafızası, varlıklarını bazı sokaklarda, bazı mekânlarda, bazı şehir mobilyalarında devam ettirirler. Artık zamanını kaybetmiş, sahipsiz kalmış öksüz bir çocuk gibi yaşasa da, sessiz ama bir o kadar güngörmüş bu sokaklar-mekânlar o şehrin tarihî aynasıdır, tarihe açılan kapısıdır. Aynı zamanda hayata açılan kapısı…

Kendisini modern zamanlara taşıyabilen kadîm şehirlerimizin hemen hepsinde bu tür tarihî sokaklar-mekanlar varlıklarını sürdürmektedirler. Bu mekânlar adeta şehrin “gen örneği”dir. İstanbul’da, Bursa’da, Konya’da, Amasya’da, Manisa’da, Erzurum’da vs. şehrin ‘tarihî gen’lerini yaşatan örnek mekânları-sokakları-mahal’leri görmek mümkün…

Trabzon da, muhteşem ve zor coğrafyasının verdiği avantajla bu tür ‘gen örnekleri’ni bugüne taşıyabilmiş ender şehirlerden birisidir. Bütün tahribat ve yıkımlara rağmen direnen coğrafyası bugünlere kadar gelmiş fakat artık yorgun düşmüştür. Bu konuda Çömlekçi önemli bir ‘gen örneği’dir. Trabzon’un tarih-i kadîminden bugüne kadar şehrin hafızasını taşıyan önemli bir mahalle, önemli bir mekândır. “Çömlekçi Yokuşu” kavramı, kısa mesafeli bir yokuşun ötesinde bir anlam taşır. Burada kimlerin hatıraları yok ki? Hangi sanatçının, hangi mütefekkirin, hangi şairin, gezginin hatıraları yok ki? Yaşlı-genç-çocuk herkesin Çömlekçi’ye dair hatıraları vardır. “Çömlekçi Yokuşu” adeta Trabzon’un hafıza defteridir.

Şehirler modern zamanlarda kendisini “yenilenmiş yüz”leriyle gösterebilmeli! Doğru. Ancak bu yenilenmiş yüzlerini onun tabii organizmasından kesip koparmak ve yerine protez bir organ koymak o bünyeye sokulmuş bir yok edicidir. Devamla vücudun diğer organlarını da çürütecek bir etkiye sebep olacaktır.

Çömlekçi yenilenmeli! Şehirde bugünkü haliyle eskimiş, arkaik bir mekân görüntüsü vermesi hoş değil. Coğrafî varlığı, dokusu, şehrin tarihî siluetiyle uyumu korunarak dönüştürülebilmeli! Ancak, “dönüşüm” denen o uğursuz kelime adına işlenen cinayetleri gördükçe insanın şimdiden şehre ‘elveda’ demesi kaçınılmaz. Kanaatim odur ki; yenileme adına yapılacak her şey artık “eski Çömlekçi”den izler, hatıralar taşımayacaktır.

“Değişim talebi” diye bir kavram var. Çömlekçi bugünkü yorgun haliyle ‘şifa arayan’ bir organ gibi bu talebini bize iletiyor. İletiyor da, bu talebi karşılayacak idrak ve inşaya sahip şehir yöneticisi var mı ki bu talebi karşılayabilsin?
Çömlekçi’yi yok etmek, hatıraları, şehri, insanı yok etmekle eş anlamlıdır. Ruhuna ve maddesine sadık kalarak yeniden inşa etmek ise onu ‘ihya etmek’tir. ‘Çömlekçi’ isminin bile Trabzon için nasıl ‘yaşayan’ özel bir mekân ismi olduğunu söylemeye gerek var mı? Onun için endişe ediyoruz. Endişemiz Çömlekçi’nin kurtarılması adına yok edilmesi! Çömlekçi’nin yıkımı Trabzon’un yıkımıdır. Veya şöyle de söyleyebiliriz: Çömlekçi’nin ihyası Trabzon’un ihyasının ilk adımı olmalıdır. “Yıkım”la “ihya” bu anlamda karmaşık duygulara sevk ediyor bizi. Endişemiz: Çömlekçi’nin ihya değil imha edileceği yönündedir!
Bugünkü kaosu, çirkinleştirilmiş, bakımsız, kontrolsüz ve denetimsiz bırakılan haliyle sanki kasten bu hale düşürüldü diye düşünüyoruz. “Artık dönüştürmekten başka çare kalmadı!” denilerek bu tarihî mekânda yeni projeler uygulansın diye bu hale getirilmiş olmasın? TOKİ’nin himayesinde gerçekleşecek “Çömlekçi Kentsel Dönüşüm Projesi”nden endişe etmekte haklı olduğumuzu belirtmeye gerek var mı?

Endişemiz odur ki; Çömlekçi’ye “kentsel dönüşüm” adına girecek ilk kazma, ilk iş makinesi adeta insan vücuduna aniden saplanan hançer gibi olacaktır! Korkarız ki; bir operatör mahareti ve duyarlılığıyla değil nobran bir modernist yaklaşımla Çömlekçi bir daha onarılamayacak bir şekilde tahrip edilecek. Şehirlerimiz bu endişelerimizi haklı çıkaracak uygulamalarla dolu.

Şehirlerin bir köşesinde garip, sakin ve fakat vakur bir biçimde varlığını sürdüren, adeta modern zaman mekanlarına karşı şehri savunan Trabzon’daki Çömlekci gibi mekânların “artık şehre yakışmıyor” kompleksiyle ‘kentsel dönüşüm’ adına yok edilmesi karşısında herkes sessiz. Hatta bu tahribatlara aldırmıyor. Karşı çıkanlar ise marjinal tepkiler olarak görülüyor.

Bizim derdimiz; çömlekçi gibi mekânların pejmürde durumunu korumak değil, coğrafyayı tahrip etmeden, coğrafyanın yapısına müdahale etmeden, örselemeden bugüne taşıyabilmek. Uygulanacak projeden kullanılacak malzemeye kadar müzelik ve sadece ‘görüntü’den ibaret değil, bugünkü canlılığını yarına taşıyabilecek ‘yaşayan’ bir Çömlekçi ortaya çıkarabilmek. Yani Çömlekçi’yi ‘kendi kalarak yenileyebilmek’... Bu da işlerin en zoru veya en kolayı…

İşin faili olan Trabzon Belediye Başkanı “TOKİ ile görüştüğü”nü ve “Çömlekçi’de kentsel dönüşüm projesi konusunda Trabzon halkına söz verdiği”ni ve “bu sözünü yerine getireceği”ni, “görev süresinin sonuna kadar mutlaka Çömlekçi’de yıkımların başlayacağı”nı söylüyor. Kongre merkezi, beş yıldızlı otel, iş ofisleri ve konutlardan ibaret projenin orijinal bir tarafının olmayacağı gayet açık.

Belediye Başkanı nasıl bir “şehir sorumluluğu” taşıması gerektiğinin farkında mıdır, bilmiyorum. Bildiğim ve gördüğüm tek şey; şehir idrak ve ihyası konusunda “dünya görüşü”ne sahip bir şehir yöneticisine henüz rastlamadığımızdır. İsterdik ki Trabzon bu konuda adım atsın, çığır açsın. Canlı bir organizma gibi şehir “nasıl” kendini yeniler ortaya koysun. Ancak bu konuda da “eyvah!” diyeceğimizden şüpheniz olmasın!

Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan “urbiside: şehir soykırımı”, 2000’li yıllarda tüm hızıyla devam ediyor. Şehri ‘dönüştürme’ adına!

Rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever bu konuya dikkat çekiyor: “Ülkemizde asır başında var olan Osmanlı mahalle, yol, konut dokuları, maalesef yanlış bir değerlendirme sonucunda yetersiz, büyük bulvarlara sahip olmadıkları için imar edilmemiş addedildi ve bu şehirlerin “mamur”, imar edilmiş hale getirilmesi için yeni şehir planları yapıldı. İmar planı adı verilen bu planlar ile ilk aşamada şehirdeki topografyaya uyarak vücuda getirilen yol şebekeleri cetvel ile çizilip, bulvar özentilerine dönüştürüldü. Bu arada tarihi mimarlık mirasının emsalsiz güzellikteki evler yıkılıp yolun iki yanına apartmanların inşasını emreden planlar uygulandı...”

Cansever önce “imar planlar” sonra “ıslah planları”na dikkat çekerek şehirlerimizin nasıl dokularının tahrip edildiği ve insanlarımızın nasıl gayr-i insanî bir çevreye ve mekânlara mahkûm edildiklerine işaret ediyor. 2000’li yıllarda da bu katliam ve mahkûmiyet “kentsel dönüşüm” adı altında yapılıyor.

Bilmek gerekir ki; şehir sadece ekonomi-politikten ibaret değil. Hatta şehir için en son düşünülecek şey ekonomi-politik. Şehri böyle görmek ve her şeyi ekonomi-politiğe göre tasarlamak şehri ‘yaşanılır’ olmaktan çıkarmaktır.

Kimileri için sıradan bir mahalle ismi veya yokuş olsa da Çömlekçi bir mahalleden, bir yokuştan öte bir manâya sahip… Şehirle bütünleşmiş bir sembol… Bu sembol yok edilmemeli, kentsel dönüşüme kurban edilmemeli!

Kentsel dönüşüm adına, doğduğumuz, yaşadığımız kente “ait” olmaktan şüpheye düşeceğiz. Kısa insan ömründe belli bir zaman sonra, sadece şehrin mekânlarına bakıp ‘acaba bu şehre mi aidim?’ diye dehşetle soracağız.

(Günebakış, 23 Mart 2011)

14 Mart 2011 Pazartesi

TOKİ'NİN "YAPMAYA MUKTEDİRKEN YAPAMADIKLARI"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehir ve TOKİ bahsimize geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Turgut Cansever’in “tarihi yapı stoku” olarak adlandırdığı birikimimize bugün ortaya koyduğu ve koyacaklarıyla pozitif katkıda bulunabilecekken TOKİ’nin böyle bir tarihî fırsatı ıskaladığına şahit oluyoruz. TOKİ’nin yaptıklarını (Hasan Sabbah’ın sahte cennetleri gibi) “cennet tasarımı” marifetiyle sunması bize “Kral Çıplak” hikayesini hatırlattı. Hikayeyi bir de biz anlatalım:

“Bir zamanlar ülkenin birinde, kral muhteşem görünmek ihtirasıyla günün her saati değişik ve yeni elbiseler giymeye bayılırmış. Bütün servetini bu uğurda harcamaktan kaçınmazmış. Giydiği elbiseleri göstermek adına türlü törenler, açılışlar, etkinlikler yaptırırmış. Kralın yaşadığı şehre her gün çok sayıda yabancı gelirmiş. Günlerden bir gün kendilerini ‘dünyanın en güzel elbiselerini diken’ terziler olarak tanıtan iki dolandırıcı gelmiş şehre. Bu dolandırıcılar, diktikleri elbiselerin sadece renk ve desenleriyle benzersiz güzellikte olmakla kalmayıp, bu elbiselerin ‘aptal olanlarca, bakmaya ehil olmayanlarca görülemeyeceği’ni de söylemişler. Kral bunu duyunca ‘Bu elbiseler muhteşem olmalı” diye düşünmüş ve ‘Bu elbiselerden giyersem, krallığımdaki görevlilerin hangisinin işine layık olup olmadığını anlarım. Hemen bana bu elbiselerden yapın!” demiş. Yüklü bir para alan iki dolandırıcı dokuma tezgahlarını kurmuşlar, hemen işe başlamışlar. Fakat tezgahlarında dokudukları hiçbir şey yok. Dokur gibi yapıyorlar, dokudukları kumaşları diker gibi yapıyorlar. Günlerce dokur ve diker gibi yapmışlar, boş dokuma tezgahlarında, masa başlarında çalışır gibi yapıp durmuşlar. Kral, “bakalım ne yaptılar, muhteşem elbiseleri diktiler mi?” der. İki dolandırıcının “aptalların dikilen elbiseleri göremeyecekleri” sözüne inandığı için, bir terslik olur düşüncesiyle yaşlı yardımcısını iki dolandırıcı terzinin yanına göndermiş.

Dokunan kumaşın ve hazırlanan elbiselerin muhteşem güzelliği bütün şehir halkı tarafından konuşulur olmuş. Herkes sevmediği kişilerin ne kadar aptal ve değersiz olduğunu görmek için can atıyormuş. Kralın yaşlı yardımcısı iki dolandırıcının boş tezgahların başında oturup habire çalışır gibi yaptıkları kumaşların dokunduğu, kralın elbiselerinin dikildiği salona girmiş. Bir de ne görsün? “Aman Allah’ım!” demiş. “Hiçbir şey yok ortada”. Ama kimseye de bir şey söyleyememiş. İki dolandırıcı yaşlı Kral yardımcısına boş tezgahları göstererek “böyle güzel renkleri, muhteşem desenleri, motifleri olan elbiseleri daha önce görüp görmediği”ni sormuşlar. Zavallı Kral yardımcısı, gözlerini ne kadar oğuştursa, ne kadar dikkat kesilse hiçbir şey görememiş. Kendi kendisine “Yoksa ben de bir aptal mıyım?” demiş. “Bunu kimse bilmemeli. Elbiseleri göremediğimi kimseye, hele de Krala söylemeyeyim, olur şey değil” demiş. Dolandırıcı terzilerden biri “Gördükleriniz hakkında hiçbir şey söylemediniz efendim” demiş. Kral yardımcısı bu kez gözlüklerini takmış ve “muhteşem, mükemmel, harika elbiseler! Hele de şu desenler yok mu, fevkalâde! ” diye cevap vermiş. “Kralımıza da elbiseleri beğendiğimi, muhteşemliğini söyleyeceğim!” demiş.

Dolandırıcılar, diktiklerini söyledikleri elbiselerin özellikleri hakkında Kral yardımcısına bilgiler vermişler. İyice dinlemiş. Kral’ın yanına dönmüş ve ayrıntılı bir şekilde gördüklerini, daha doğrusu gördüğünü zannettiklerini anlatmış.

İki dolandırıcı terzi biraz daha para, biraz daha kaliteli sırma, sim, ek malzeme, vs. istemişler. Eskisi gibi boş tezgahlarda çalışır gibi yapmaya devam etmişler.

Kral bir süre sonra çalışmaları kontrol için bir müfettiş göndermiş. Müfettiş de Kral Yardımcısı gibi bakmış, bakmış ama boş tezgahlardan başka bir şey göremediği için şaşırmış. Dolandırıcı terziler “Ne muhteşem güzellikte kumaş ve elbiseler değil mi?” diyerek olmayan elbiseleri göstermişler. Yaptıkları işi öğünerek, abartarak anlatmışlar. Müfettiş “Allah Allah. Ben de aptal mıyım yoksa?” diye krize girmiş. “Anlaşılan görevime layık değilim. Çok garip ama bunu belli etmemeliyim!” O da başlamış görmediği kumaşlara, elbiselere övgüler yağdırmaya.. Kral’ın yanına döndüğünde “Haşmetmaap! Harika desenlerle süslü muhteşem elbiseler dikmişler.” Demiş.

Kral gönderdiği her iki kişinin bu övgüleri karşısında bir de kendisi elbiseleri görmek istemiş. Onları da yanına alıp, en yetkin adamlarından oluşan bir heyetle elbiselerin dikildiği salona girmişler. Ortada iki boş tezgah ve iki dolandırıcıdan başka kimse yok tabii. Ama dolandırıcılar harıl harıl çalışmaya devam ediyor gibi yapıyorlar. Daha önce gönderdiği Kral yardımcısı ve müfettiş dolandırıcı terzilere yaklaşır ve “Gerçekten de paha biçilmez elbiseler bunlar!” derler. “Kral hazretleri de görmek istemez mi bu güzellikleri? Şu desenler, şu motifler ne muhteşem”. Ve boş tezgahları göstermişler. Heyettekiler tezgahlarda işlenen kumaşları, elbiselere gördüklerini zannediyorlar tabii.

Kral “bu ne demek” diye düşünmüş. “Ben hiçbir şey görmüyorum! Aman Allah’ım yoksa ben de bir aptal mıyım? Kral olmaya layık değil miyim? Bu korkunç bir şey. “ Ama bunu ifade edememiş ve “Oooo, ne muhteşem elbiseler, gördüğüm ve giyeceğim en muhteşem elbiseler bunlar” demiş. Hiçbir şey görmediğini belli etmek istemeyen Kral ve yanındakiler bakmışlar ama ne bir şey görebilmişler, ne de anlayabilmişler. Kral’a bu muhteşem kumaştan dikilecek elbiseyi önümüzdeki büyük ulusal bayramdaki törende giymeyi tavsiye etmişler. “Muhteşem, olağanüstü, müthiş!” sözleri şehirde dillerde dolaşıyor herkes Kralın muhteşem elbiselerinden söz ediyormuş. Kral bu iki dolandırıcı terziye bir de ulusal şövalye nişanı ve ‘devlet üstün hizmet madalyası’ vermiş.

Ulusal bayram gününden bir gün önce iki dolandırıcı sabaha kadar uyumamış ve boş tezgahlarda gene çalışır gibi yaparak Kralın yeni elbiselerini yetiştirmek için sabahlamışlar. Tezgahlardan kumaş çekip, olmayan makaslarla, kesip biçip olmayan iğne ve ipliklerle diker gibi yapmışlar ve sonunda “Nihayet Kralımızın muhteşem elbiseleri hazır!” demişler.

Gün gelmiş. Törenden birkaç saat önce Kral sarayın ileri gelenlerini toplayıp terzilerin yanına gelmiş. Dolandırıcılar olmayan elbiseleri gösterip “hepsi de örümcek ağı kadar hafif ama muhteşem. İnsanın üzerinde hiçbir şey olmadığı intibaını veriyor ama bu elbiselerin üstünlüğü de burada zaten” demişler. Saray ileri gelenleri “evet doğru” diyerek tasdik etmişler ama bir şey görememişler. Kral’a “Majesteleri! Üzerinizdeki elbiseleri çıkarıp bizim diktiğimiz tören elbiselerini giyer misiniz? Size şu büyük ayna karşısında diktiğimiz elbiseleri göstermek istiyoruz” demişler. Kral soyunmuş ve dolandırıcılar diktikleri elbiseleri teker teker itina ile giydirir gibi yapmışlar, Kral aynaya bakıp bir sağa bir sola dönmüş. Yanındakiler ve terziler “harikasınız, çok yakıştı” demişler. Kral şaşkın şaşkın “Demek ki muhteşem, herkes öyle gördüğüne göre. Ben mi göremiyorum yoksa giydiğim elbiseleri? Aptal olmayayım sakın!”demiş kendi kendine. Derken yaveri “Majesteleri Ulusal bayram töreni hazır, demiş. Kral bir kez daha aynaya bakmış. Aslında hiçbir şey görmediklerini belli etmeyen Kralın yanındakilerle birlikte bütün bir şehir halkı da “Kralın yeni elbiseleri ne kadar muhteşem, ne kadar güzel, çok da yakışmış“ nidaları ile hayran hayran, çırılçıplak olan Kralın geçişini izlemişler.

Geldik hikâyemizin sonuna:

İşin burasında, kalabalıklar arasından küçük bir çocuk Kral’ı görünce çağlık çığlığa bağırmış: “Aman Allah’ın Kral çıplak!” Bu çığlığı duyan tüm şehir halkı silkinmiş, kendine gelmiş ve Kral’ın yanındakilerle birlikte “Duydunuz mu şu masum çocuğun çığlığını? Kralın üzerinde gerçekten hiçbir şey yok, kral çırılçıplak! ” demişler.

Hikayemiz bu kadar. Ancak derler ki hikayenin devamında, çocuğun ve halkın “Kral çıplak!” çığlıkları üzerine Kralın içine bir kurt düşmüş. O da halkın gördüğünü görüyor, kendisinin çıplak olduğunu biliyormuş ama “bir şey yokmuş gibi davranmaktan başka çare yok” diye düşünmüş. Olaydan sonra yanındaki bazı sadık hizmetkarları Kralın üzerinde muhteşem elbiseler varmış gibi davranmaya devam etmişler…

Kimbilir…. Belki “Kral Çıplak!” hikayesini bilenler, tekrar okuyanlar, masumiyetini kaybetmeyenler çıkar da bir gün TOKİ’nin şehirlerimizde yaptıklarının “hakikati”ni görürler, kavrarlar ve “Şehir mahvoluyor!” diye çığlık koparırlar.

Bu arada şehrimizin de TOKİ’den nasibini aldığını söylemeye gerek var mı?

Şehir estetiği bugünkü TOKİ’ye bırakılamayacak kadar idrak derinliği isteyen bir iştir!
Şehir imar ve inşası TOKİ’ye bırakılamayacak kadar insanî ve tezyinî bir iştir!
Velhasıl, şehir idraki bugünkü TOKİ’nin kavramaya mecali olmayacak kadar ağır bir “idrak” ister!

Yazımızın sonunda TOKİ yöneticilerine büyük Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in bazı kılavuz kitaplarının isimlerini verelim. Belki okurlar da nasiplenirler. “Ev ve Şehir”, “Osmanlı Şehri”, “Kubbeyi Yere Koymamak”, “İslam’da Şehir ve Mimari”, “İstanbul’u Anlamak”, “Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler” … Sadece bu 6 kılavuz kitabı okuyup içselleştirmek bile “şehir-insan ve medeniyet idraki” için yeterli.

Sözü, muhakkik mimarımız Rahmetli Turgut Cansever’in çığlığıyla bitirelim:

“Ayran budalası aydınlar Paris’te iki kenarı altı katlı binalarla dolu geniş caddeleri görüyor ve şaşkınlık içerisinde Türkiye’ye gelerek insan ölçeğindeki dünyanın güzelliğini bir kenara bırakıp hayran olduklarının eşini burada yapmaya kalkıyorlar. Hükmedici kudretin her şeyi çözeceğini zanneden Osmanlı’nın 19. asırdaki hakim sınıfı, bu aptalca şehir şekillendirme tavrını ülkemize getirmeyi marifet sanıyor. Modern metropolün en iyi çözümünü birbirinden kopuk şehir birimlerinden oluşması olarak hesaplıyoruz…”

Şehrimizin hafızası, hatırası ile birlikte hayatiyetini de yok edenlere ithaf olunur!

Ülkemizin tarihsel bir aktör olarak yeniden bölgesinde kendisini gösterdiği bir dönem aralanırken, TOKİ’nin de en azından bundan sonra yapacakları için “Şehir-İnsan ve Medeniyet” ekseninde kendisini yeniden sorgulaması gerekmez mi?

TOKİ yönetici ve uygulayıcıları “tarih ve medeniyet saygısı” ve sorumluluğu taşıyorlarsa, muhakkik-mimar Turgut Cansever’in sadece yukarıda sıraladığımız 6 kitabını özümsemesi yeterli ! Çünkü bu kitaplar ‘yol haritası’ niteliğinde.

TOKİ’den beklediğimiz: Bundan sonra yapacaklarıyla ülkemizin, insanımızın yüzünü ağartmalı! Bizi de eleştirilerimizden dolayı mahcup etmesi! Bugün tarihî şehirlerimizde kimsesiz bir biçimde yaşamaya devam eden mimari eserlerimize, mekânlarımıza, eski evlerimize nasıl ‘hayranlık’la bakıyorsak, yarınki nesiller de bugün TOKİ’nin yaptıklarına ‘hiddet’le değil ‘hayranlık’la baksınlar ve sonraki nesillere örnek göstersinler !

Tarih TOKİ’yi “şehir canisi” değil “şehir bânisi” olarak kaydetmeli diye düşünüyorum! Şiddetli eleştirilerimizin kaynağı ve sebebi de budur!

(Günebakış, 16 Mart 2011)

7 Mart 2011 Pazartesi

TOKİ'NİN "ŞEHİR VE MEDENİYET İDRAKİ" VAR MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Romalıların günlük dualar kitabında “Media vita in morte sumus” diye bir cümleleri olduğu söylenir. Yâni “Ölüler diri olduklarını zannederler.” Kimi kurumlar vardır ki, icraatlarıyla bir şehre hayat verdiklerini zannederler ancak hakikatte o şehrin tedricen ölümüne sebep olduklarını asla düşünmezler, düşünemezler. Çünkü “ne yaptıkları” kadar “neye sebep oldukları”nın idrakinde değillerdir!

Ülkemizde bu kurumlardan en önemlisi, şehirlerimizin dokusunu değiştirmekte giderek derinleşen TOKİ. İşi “toplu konut üretmek”. Üretiyor da. Ancak ürettikleri konutların ülkemizin gelecek nesillerinin “yaşama” ihtiyaçlarını karşılamayı aşmış bir sorumluluk bilinciyle üretilmediği ortada. Çünkü böyle bir sorumluluk ancak medeniyet idrakiyle yerine getirilebilir.

Şehir idraki, şehir kimliği, insan ve şehir, şehir ve medeniyet, şehir ve estetik… gibi temel meselelerde bir arpa boyu yol alamamış, böyle bir derdi olmayan bir kurumdan ürettiklerinin insanları gruplar halinde kutulara/koğuşlara istiflemesinden başka bir şey beklenebilir mi?

TOKİ, potansiyel olarak ülkemizin gelecek yüzyılına kapı aralayacak araç ve donanımlara sahipken, bunu gerçekleştirecek “idrak”ten maalesef uzak görünüyor! İnşa ettiği ve edeceği yapılarla “şehir ve yapı”, “insan ve yapı”, “şehir ve insan” ilişkilerinde tarihsel bir dönüşüme sebep olabilecekken maalesef yaptıklarının sıradan müteahhitlerin, yap-satçıların ürettiklerinden farkı yok!

TOKİ, şehirlerimizi tarih-kültür-mimari ve estetiğin hakîm olduğu ‘yaşanabilir’ toplu konut örnekleriyle donatması mümkünken; rant ve kâr iştahından başka bir kaygı taşımayan müteahhitleri de bir daha bu çirkinlikleri yapamayacak hale getirme kudretine sahipken, ne yazık ki şehre dair ‘fikir, idrak ve irfan’ yoksunluğu yüzünden bu temel işlevlerini yerine getiremiyor.

Yeni bir cumhuriyet ideolojisi için cumhuriyetin ilk yıllarındaki “şehir jenosit”lerini tersine çevirecek, yeni bir şehir tasarımı için yol açma imkan ve idraki, yeni bir yapı felsefesi geliştirmesi pekalâ mümkünken; insana ve şehre ait yeni, orijinal, tarihsel, kültürel, estetik ve mimarî temellerinden kopmadan, “yaşanmaya değer” mekânlar üretemeyen, tam aksine mekanlara insanları adeta mahkum eden TOKİ’nin vebali büyük!

Biraz da komplocu düşünürsek; modern zamanların müthiş bir şekilde yalnız bıraktığı insanı kendi içine hapseden, ruhsuz mekanlarda izole eden yeni bir “yalnızlaştırma” projesi veya ideolojisi mi yayılıyor şehirlerimizde?

Ortada (Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle) “felix culpa: mesut suç! Mutlu cinayet!” türünden bir katliam var! Evet katliam… Devlet eliyle yapılan bir katliam! Kelimenin Latin harfleriyle doğru yazılımı: “katl-i âm” yâni umumi katl. Genel yok etme! Tamamını ortadan kaldırma! Ne derseniz deyin. Kelimenin aslındaki çağrışım müthiş ve sarsıcı!

Söylediklerimizin yazımızın başlığıyla ne alâkası var? Doğrudan alakası var! Çünkü geçtiğimiz günlerde Başbakan İstanbul’da TOKİ’nin 2011 Kurultayı’nda konuşurken şunları söylüyor: “TOKİ, kurulduğu 1984’ten 2002’ye kadarki 19 yıllık sürede sadece 43 bin konut üretti. 8 yıllık Ak Parti iktidarında ise TOKİ 483 bin konut üretti. Cumhuriyetin 100. yılı olan 2023’e kadar 500 bin konut daha üreteceğiz.” TOKİ’nin marifetlerine devam etmiş Başbakan: “Yâni TOKİ 100 bin nüfuslu 20 şehir inşa etti. Bu da bir Bursa inşa etmek demektir.” Birkaç gün sonra da Erzincan’da “Toplu Açılış ve TOKİ anahtar teslim Töreni’nde de Fatih Sultan Mehmed’in meşhur sözünü, “Bizim icraatımızın ulaştığı yere onların hayalleri bile ulaşamaz!” tekrarlamış. Söz doğru, ancak tahsis edildiği “yer”e oturduğu pek söylenemez! Biz, bu tarihî cümleyi şöyle yorumlayalım: “TOKİ’nin şehirlerimizde yaptığı gayr-i insanî konutlara müteahhitlerin hayalleri bile erişemez.”

Bu bilgiler Başbakan’a TOKİ tarafından verilmiş. TOKİ’nin internet sitesinde ayrıntılarıyla sergileniyor. Gecekonduların şehirlerimizden nasıl temizlendiği, nasıl ucuz konutlar üretildiği, nasıl kentsel dönüşümler yapıldığı vs. vs. hararetle tekrarlanıyor.

TOKİ, şehirlere “hayat verdiğini zannederken onları tedrîcen öldürdüğünün farkında değil.” Bu dünya “şehir-mekân ve insan”la tezyîn edilmiş, yaşanılır kılınmak için varolmuştur. ‘Yaşama’ sadece biyolojik bir ihtiyaç değildir. Fakat biyolojik ve metabolitik düzeye indirgendiği için insanın içerisinde yaşadığı şehir ve mekânlar da sadece bu ihtiyaçlara göre inşa ediliyor. Onun için de TOKİ elindeki tüm araç ve aygıtlarla şehirlere bir terminatör gibi dalıyor. Şehirler de bütün sakinleri ve yöneticileriyle ‘celladına hayran, onu alkışlayan bir eda’ ile önünde boyun kırıyor ve kaçınılmaz olarak ‘sana teslimim, bana ne yaparsan yap” diyor. TOKİ de “genel anestezi” halini yaşayan şehir ve halkının gözleri önünde istediğini yapıyor. Fransız şair Blaise Cendrars’ın deyimiyle “mantar kent”ler kurmaya, “kentleri mantarlaştırmaya” devam ediyor.

TOKİ’nin tek mazeret ve mahareti “şehirleri gecekondu alanlarından temizlemek” ve “hızlı konut üretimi” olabilir mi? Yanlış mı düşünüyoruz? Veya marjinal tepki mi veriyoruz? Her şeyden önce “TOKİ’nin şehirleri istila eden gecekondu alanlarını temizlemesini de mi görmüyorsunuz?” denilebilir. Bizim söylemek istediğimiz; temizlediği çirkinliklerin yerine diktiği yeni beton ormanlarının nizamî bir garnizondan farkı olmayışı. Hiçbir tarihsel, kültürel, mimarî bir temel ve tarzının olmayışı.

TOKİ’nin yaptığı konutlar insanî olmaktan uzak, adeta bir yapay bir “ur” gibi şehirlere saplanıyor. Ne hazindir ki şehir “urlaşmış organ”ını öğünerek sağlık âlameti olarak sergiliyor. Fetih’le işgal arasındaki “hayat” ve “memat” farkını anlayamayanlar, neye sebep olması gerekirken neye alet olduklarını anlayabilirler mi? Anlarlar anlarlar da iş işten geçmiş olur.

Türkiye belki de yüz yılda bir yakalanabilecek bir “şehir dönüşümü” fırsatını TOKİ eliyle kaçırıyor. Niçin? Çünkü modern zaman şehirlerini dönüştürecek bir “zihniyet” olmadığı için. Arka plânımızda ve önümüzde müthiş ve münbit bir şehir mimari ve medeniyet kültürü ve inşası olmasına rağmen, bunu güncellemeye ilişkin idrakin bulunmaması ortaya maalesef artık dünyanın da terk etmeye başladığı, miadı dolmuş TOKİ’nin yaptıklarını çıkarıyor.

Yazımın bu bölümünü Muhakkik Mimar rahmetli Turgut Cansever’in HABITAT II’ye sunduğu “Şehir ve konut üzerine düşünceler” başlıklı raporundan önemli bir paragraf alıntısıyla bitirelim:

“… her çocuğun gözlerini, güzel, bozulmamış, kirlenmemiş, güzelleştirilmiş bir çevrede dünyaya açmaya ve her insanın ister köyde, ister kentte otursun; çevresinin oluşumuna katılmaya ve onu güzelleştirmeye, dolayısıyla çevrenin oluşumunun ve yönetiminin sorumluluğunu da üstlenerek yücelmeye hakkı teslim edilerek ülke yerleşme sistemi oluşturulmalıdır!” Cansever model de sunuyor: “Yeni şehirler kurulurken ‘galaxie’ ‘yıldız kümesi’ şeklinde bir yerleşme düzenine ihtiyaç vardır. Böylece yatırım ve işletme süreçlerine uygun iktisadi büyüklüklerde ve tasarruf ilkesi içinde kurulan ihtisas şehirlerinden oluşan metropollerin vücuda getirilmesi zarureti ortaya çıkar. …”

Hiç kimsenin ve hiçbir kurumun gelecek nesilleri “keşke yaşamasaydım” pişmanlığına, bizleri de “keşke görmeseydim” bedbinliğine mahkûm etme hakkı olmamalı! İnsanlar kendilerine dayatılan ve hayatları daraltılan mekânlara mahkûm edilmemeli!

Bir şehri ‘yıkmak’ ne kadar kolaysa, inşa etmek de o kadar zor ve iddialı bir iştir.

(Günebakış, 9 Mart 2011)