18 Temmuz 2011 Pazartesi

RUHU KOVULMUŞ "KÂBUS ŞEHRİ"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kimine kâbuslar yaşatan şehirler kimileri için huzur şehridir. Bunu belirleyen o şehre verilen “değer” ve şehrin ‘mânâsı’dır. Mekke, Medine, Kudüs, Buhara, Semerkand, Bağdat, Şam, İs-tanbul bizim gözümüzde neyse; Roma, Paris, Londra, vs. Batılıların gözünde o…

Üstad Necip Fazıl 1924 yılında 20 yaşında iken yüksek tahsil için gittiği Paris’te geçirdiği günle-rini de anlattığı “O ve Ben”de “Kâbus Şehri” başlığı altında Paris günlerinin onu nasıl etkilediği-ni anlatırken, “Kâbus şehrini bendeki tesiri bakımından kendi aynamda manâlandırırken…” diye başlar ve şöyle devam eder: “İhtilâç (kıvranma), râşe (titreme), takallüs (büzülme), hafa-kan üfleyici ve semanın bütün yıldızlarını maskeleyen ışıkları ve canavar dizisi halinde binalariyle, bir şeyi, büyük bir şeyi peçeleyici kâbus şehri…”

Duyan, hisseden bir idrakin şehrin manâ ve muhtevasını bir anda kuşatıcı bu tesbitler, insanın şehirle, şehrin de insanla olan yakınlık ve uzaklığını yakıcı bir biçimde ifade ediyor. İnsanın imar ve inşa ettiği modern şehrin, insanı nasıl imha ve iptal ettiğinin farkına vardığımızda ürperiyo-ruz.

Bugün, kendi tarih ve medeniyetinden, kültür, mimari ve sanatından haberdar olanlar hariç, istisnasız tüm şehir yöneticilerinin “aç bir insanın eksiksiz donatılmış bir ziyafet sofrası önünde ağzının sularının akması” gibi aptal bir hayranlık ve kompleksle özendikleri, önünde ezildikleri batı şehirleri, özellikle de Paris’in, bir mütefekkirdeki, hem de 20 yaşındaki bir üniversite tale-besi iken yansıması işte budur.

Devam ediyor Üstad: “Kadını, kumarı, içkisi; (bohem) hayatı, şüpheci felsefesi, sar’a nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün düğümlenen meseleleriyle Paris… Susa-dıkça gaz içmenin ve gaz içtikçe susamanın ve pırıltılı kadehler içinde ebedî bir su hasreti çek-menin hali… Her türlü madde âlayişi ve nefsânî saadet cümbüşü içinde, hissi iptal edilmiş ruhun ilk bakışta ağrı ve sızı göstermeyen kıvranışlarına yataklık, hüsran beldesi…”

Modern zaman şehirlerinin tamamını saran bu hal, ülkemizin tüm metropollerinde giderek yaygınlaşan, özenilen bir kaotik hayat haline geliyor.

Böyle bir modern zaman şehrinde “hissi iptal edilmiş ruh” artık hiçbir insanî acı ve sevinç duy-muyor…

Üstad’ı okumaya devam ediyoruz: “Burhan Toprak’la bir gün (Sen) nehrinin bir köprüsü üzerin-den geçerken, kendisine şu sözü söylediğimi hatırlıyorum:

- Bir gün gelecek; bu makine dünyasının son buhranı kertesinde beklenen fikir kahramanı zuhur edecek ve kollarını açarak insanlığa seslenecek: ‘Ne yaptınız, mukaddes emaneti, ne yaptınız?’

Paris, remzleştirdiği bütün Batı mâmuresiyle beraber, perdenin önünde aldatıcı nakışlar olarak öyle (plâstik) hârikası ki, sadece perde gerisindeki karanlık ve haraplıktan haber vermeye me-mur ve dertli başını taştan taşa vura vura, bunalımdan bunalıma kıyamete kadar köşe kapma-ca oynamaya mecbur… İşte Batı! “

Şehir, hız, ışık ve renk kaosu içinde neleri kaybetmekte olduğumuzu bizden kaçırıyor. Şehir bir frankeştayn gibi kurucusuna saldırıyor, onu öldürmek için kovalıyor. İnsanın kaçma imkânlarını bile yok ediyor. Çünkü şehirde her şey insanın içinden çıkmasına müsaade etmeyici bir ‘lâbi-rent’ şeklinde inşa edilmiş. Bu lâbirentte insan yön duygusunu kaybetmiş, gideceği istikameti şehrin ‘canavarlaşmış beton kütleleri’ belirlemiş durumda. Bunlardan kaçması da imkânsız. Geriye dönse gene şehir lâbirentinin başka bir karanlık koridorunda panik halinde sağa-sola koşacak. Sonuçta şehir lâbirentine teslim olmaya mahkûm insanoğlu.

Kurgu bir şehirden mi bahsediyoruz?

Hayır! Kaskatı bir modern zaman şehrini resmediyoruz. Daha doğrusu Üstad’ın birkaç parag-rafla şeklini ve ruhunu verdiği ‘modern zaman urları’na dönüşmüş şehirleri kopyalamaya çalı-şan şehir yöneticilerine bu şehirlerin hakikatinden kesitler sunmaya çalışıyoruz.

Evet, insan vücudundaki “ur”lar şeklinde bir şehir tavassur edebiliyor musunuz? Aramanıza gerek yok. Büyük metropollere, yaşadığınız şehre bakmanız yeter! Beton urlar arasında, bu gözle biraz dolaşın yeter!

Batının sembol şehri (Paris) batılıların gözünde “Paradisius mundi Parasius, mundi rosa, balsamum orbis.” Yâni, “Yeryüzü cenneti Paris, dünyanın gülü, evrenin pelesengi” olsa da Üstad’ın “kâbus şehri” dediği, “ur”laşmış bir şehirdir.

Kendi tarihselliği içerisinde “şehrini yeniden üretemeyen”ler şehirlerini “ur”laştırmaktan başka yol bulamıyorlar!

“Çevre ve Şehir Bakanlığı” kurmakla şehirlerimiz “kâbus”tan kurtulmuyor. Tam aksine şehirle-rimizi yeni kâbuslar bekliyor. Şehir yöneticilerimizin “kentsel dönüşüm” ve “marka şehir” cin-netleri devam ettiği sürece kâbuslarımız da devam edecek.

Şehirlerimizi bekleyen en büyük tehlike, daha doğrusu şehirlerimizin yaşadığı büyük çöküşü Üstad Necip Fazıl “Vecdini kaybetmiş büyük şehirlerin boğucu kâbusu…” diye tanımlıyor.

Büyük Velî Hacı Bayram’ın ise “mil çekilmiş gözleri sebebiyle şehir nedir bilmeyen”ler diye nite-lediklerine söyleyecek sözümüz yok.

Sözümüz; şehrimizde doğanlardan çok, şehrimizle dolanlara, şehrimizle donananlara, şehrimi-zin ‘kâbus’unu hissedenlere…

Kendi dünya görüşünü kaybetmiş, medeniyetine yabancılaşmış, şehir zevk ve idraki dumura uğramış şehir yöneticilerinin yapabileceği kötülüğe eş bir kötülük düşünemiyorum.

İman, ruh, vicdan, estetik, kaygı, hüzün, sevinç, gelenek şehirlerin bağrından kovulup mağara-lara çekildiğinde, bu kederli ve yalnız ülkenin/şehrin kıyameti gelmiş demektir.

Ey şehrin insanı, bir damla kandaki bütün endişeyi hayatın kütüğünden silmiş kişi… o zaman ne yapacaksın?

Şehrimizin akıbeti hayrola…

(Günebakış, 20 Temmuz 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder