27 Aralık 2011 Salı

ŞEHRE DOĞRU YOLCULUK...

Yahya Düzenli

duzenliyahya@gmail.com


Yolculuğa çıkın, yürümeyi biliyorsanız.

Yürürken karşınıza çıkan şehri görebiliyorsanız yolculuğa çıkın.

Şehirde yürüyün, şehri kaybetmeyecekseniz…

Şehre bakın, şehri görebilecekseniz.

Yoksa siz boş yere yorulursunuz, şehir de varlığınızın farkında olmaz.

Kendinizi tanıdıkça şehri, şehri tanıdıkça kendinizi tanıyacaksınız.

Şehrinize doğru hiç yolculuğa çıktınız mı? Şöyle de soralım: Şehrinizde hiç yolculuğa çıktınız mı?

Bu iki yolculuk, yolculuğa çıkana göre şehirden uzaklaşma ve şehre yakınlaşma gibi iki aykırı yürüyüşü ve bakışı yansıtır.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehriniz sizden ayrılmış, siz şehrinize uzak düşmüşsünüz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizin farkında değilsiniz, şehirde sadece bir ‘obje’siniz.

Şehrinize doğru yola çıkıyorsanız; şehrinizi tanıyor, şehrinize dönüyorsunuz.

Şehrinizde yolculuğa çıkıyorsanız; şehrinizde her an yenilenen ruhunu görüyorsunuz.

Şehri görmek ile şehri görememek arasındaki fark bir varlık ve yokluk farkıdır.

İnsanın şehre/şehrine aidiyetini kaybettiği modern zamanlarda kimliği belirsiz bir yolcu gibi yaşadığı hayatta kendi şehrine bakarken ve şehirde yürürken görmeyi ve yürümeyi unuttuğunu söyleyebiliriz.

Modern zamanlar, insanı ve şehri aslî bağlamından/mihverinden koparıp hayat dışı obje/nesneler haline getirince, insan şehrin yerlisi mi yoksa yolcusu mu olduğunu bile anlayamıyor.

Yukarıdaki cümleleri kurmamıza sebep: Batı edebiyatının büyük kalemlerinden Stefan Zweig’in Hermann Hesse’ye yolladığı bir mektuptaki satırlardır. Şöyle yazıyor Zweig: “Peki, ya bu yolculuklar? Yolculuk etmesini unuttunuz mu yoksa? Ben unutmadım, gerçekten, ruhum öylesine huzursuz ki, her an bir yerlere gidebiliriz. Yaşlanmaktan korkuyorum, günün birinde yorulacağımdan, tembelleşeceğimden ve yolculuk edemeyeceğimden çok korkuyorum.”

Zweig’in “bu şehir insana hemen yakınlık gösteriyor” dediği şehirlere de, “birçok kent tabutu andırıyor” dediği tarihî şehirlere de, “Üst üste yığılmış kutulara benzeyen evler…” dediği modern şehirlere de bir fikir ve edebiyat adamının görebileceği gözle bakabilmek, şehri yaşanılır kılmanın en önemli tarafı…

Zweig’in 1902 ile 1940 yılları arası gezdiği şehirlerdeki gözlemlerini anlattığı denemelerinden oluşan “Yolculuklar Kitabı”ndan, ‘bir şehre nasıl bakmamız ve neleri görmemiz gerektiği’ne dair notlar aktaralım:

“… Brugge, bu ruhsal ve simgesel kişiliği, modern yaşamın göze batıcı, rahatsız edici her türlü aksesuarından uzak oluşuyla sanatçıları her zamanki gibi kendine çekmeye devam ediyor... Ressamlar için kentte sayısız duygu ve renk dolu motif var… Brugge her zaman şair ve yazarları da çeken bir kent olmuştur.

…Ölümün hüznünü, daha doğrusu ölmenin verdiği acıyı Brugge kadar içinde böylesine güçlü muhafaza eden başka bir kent daha tanımıyorum… Burada yaşam ümidini yitirmişler, geleceği göremeyenler, geçmişlerini de artık umursamayanlar kendi hallerinde yaşıyorlar… Çekiciliğini hiç yitirmeyen Brugge, insanı hem hüzünlendirdi hem de kendisine saygı duydurdu. Bu kentte üzerinde büyük bir geçmişin gölgesini hisseden kişi, değişkenliğin ve kısa ömürlülüğün ne olduğunu fark ediyor.

…Bazı kentler vardır ki, oraya ilk kez gittiğinizde her şey anında tanıdık gelir. Yaşamınızda hiç adım atmamış olduğunuz sokaklarında yürürken anıları size seslenir, sizi selamlar. Kentin yüzünü –kentler de insanlar gibidir, hüzünlü ve yaşlı, keyifli ve genç, ince uzun boylu ve yumuşak, öfkeli ve bitkin-, sanki başka bir yerde görmüş gibisinizdir. Gittiğiniz kentlerden birini andırıyordur, tanıyorsunuzdur onu bir tablodan,
bir kitaptan, bir şarkıdan, düşlerinizin birinden… İşte Sevilla da böyle bir kent. Şirin bir yer, insana hemen yakınlık gösteriyor.

Ne de olağanüstü rahatlatıcı bir manzara; sürekli tekrarlanan güzellik, değerini hiç yitirmiyor. İnsana gözdağı verir gibi üzerinizde yükselen kapıların birinin altından geçtiğinizde o yine karşınızda: Sakin, huzur içinde geniş, yeşil bir alan orada öylece duruyor.

Zweig, gezdiği şehirler arasında eğer o yıllarda hâlâ canlılığını koruyan Osmanlı’nın medeniyet şehirleri İstanbul, Bursa, Konya, Amasya ve Trabzon’u görüp yazsaydı eminiz ki yukarıdaki notlarından çok farklı bir ruh ve muhtevayı bize aktarırdı. Nereden mi biliyoruz? Aynı yıllarda Osmanlı coğrafyasında seyahat edenlerin yayınladıkları notlar, seyahatnameler bizi bu tespite götürüyor.

Yaşadığımız şehri bu gözle görebilmek için “şehirli” ve “şehirle” olmanın gerekliliğine vurgu yapalım.

Trabzon Trabzon olalı, başta Evliya Çelebi ve Mehmet Aşkî olmak üzere bazı fikir, sanat ve edebiyat adamı hariç tutulmak kaydıyla kendisine yukarıdaki gözle bakılmamıştır. Maalesef bu gözle “bakılması gerektiği” zamanları hızla geçen, bugün ise kentsel dönüşüm adına tahrip edilen coğrafyasıyla giderek ‘yaşanamaz bir şehir’ haline gelen şehrimize bakarak “bu şehir bize yakınlık gösteriyor” diyeceğimiz yerde, “bu şehir bizi tabutluğa davet ediyor” demeye mahkûm edildik. Geçmişi ne olursa olsun, böyle bir şehrin bugünü ve yarınında şehir adına tabutluklarda yaşamanın dışında bir yol görünmüyor.

Şehre doğru yolcu iseniz siz şehirli değilsiniz.

Şehirde yolcu iseniz şehirli olup olmamanız şehre bakışınıza bağlıdır.

Biz, her şeye rağmen şehrimize yabancı bir yolcu gibi bakmamayı ‘şehirli’ olmanın olmazsa olmaz şartı görüyoruz. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktur.

(Günebakış, 28 Aralık 2011)


20 Aralık 2011 Salı

ŞEHRE TÜKÜR VE GERİ DÖN !

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Filozof Nietzche en önemli eseri olan “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te ‘geçip gitmek üzerine’ başlığıyla Zerdüşt’ün dilinden şunları söyler:

“Burası büyük kent; burada bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyi yitirebilirsin.. “Neden geçmek istedin bu çamurun içinden? Ayaklarına acısana! Daha iyisi kentin kapısına tükür ve geri dön! ...Burada büyük düşünceler canlı canlı haşlanır ve küçük parçalar halinde pişirilir.

Burada bütün büyük duygular çürür; burada ancak bir deri bir kemik kalmış duygucukların kemiklerini takırdatmalarına izin vardır! Şimdiden burnuna gelmiyor mu ruhun mezbahalarından ve umuma açık mutfaklardan yükselen kokular? Kentin her yanında boğazlanmış ruhun buharları yok mu?

Ruhların kirli ve buruşuk paçavralar gibi asılı olduğunu görmüyor musun? Buz kesmişler ve sıcağı damıtılmış sularda arıyorlar; sıcaktan bunalmışlar ve donmuş ruhlarla serinlemeye çalışıyorlar; hepsi de artık ölümcül hasta ve kalabalıkların bağımlısı olmuşlar. Burası her türlü şehvetin ve günahın yuvası; ama burada erdemli olanlar da var…

İçinde aydınlık, kuvvetli ve iyi ne varsa hepsi adına tükür bu kente ve geri dön! Tükür bastırılmış ruhların, zayıf göğüslerin, kısılmış gözlerin ve yapış yapış olmuş parmakların kentine! Çürümüş, adı kötüye çıkmış, şehvet düşkünü, karanlık, gevşek her yanlarını urlar kaplamış, hainlik adına ne varsa tümünün aynı kazanda kaynadığı; bu büyük kente tükür ve geri dön! “

Devam eder Nietzche: “Böyle dedi Zerdüşt; ve büyük kente baktı, içini çekti ve uzun süre sustu. Sonunda ise şöyle konuştu: …Bu büyük kent de tiksindiriyor beni. Burada da, orada da ne düzeltilebilecek bir şey var ne de kötüleştirilebilecek bir şey… Vay haline bu büyük kentin!- ve isterdim ki, onun içinde yanacağı alev sütununu şimdiden görebileyim! … Büyük kentin yanından geçip gitti…”

Bir şehrin insan ruhunu yutan mezbahaya dönüşmesini tahayyül edebiliyor musunuz? Ruhun mezbahası olur mu? Düşünceye konu olabiliyorsa demek ki oluyor!

İnsanın şehre olan öfkesini böylesine büyük bir nefrete dönüştüren sebep nedir? Veya yaşadığı şehrin insan ruhunu her an ‘kesime hazır’ hale getirmesinin sebebi nedir? İnsanın da teslimiyet içinde “şehir mezbahası”nda her an sırasının geleceği endişesini bile kaybetmiş biçimde boyun eğişi nasıl izah edilebilir? Bu sorulara cevap olabilecek felsefî bir koridor açmadan, yukarıdaki cümleye küçük bir yorum koridoru açarak devam edelim…

İnsan şuuraltını ne kadar kontrol altına alsa, ne kadar terapiye tabi tutsa, bazan kontrolden çıkarak dışavuruyor ve çılgınca konuşmaya başlıyor. Ne kadar bastırırsanız bastırın, şuuraltı ‘stok’ları insanın ‘iç gerçekliği’ni oluşturuyor. İslâm büyüklerinin ele aldıkları, çözümledikleri insanın hakikati ise “şuuraltı refleksleri”yle değil, “nefs veya ruh”un belirleyiciliğiyle gerçek
yatağına oturur…

Bu konuda özel bir bahis açmadan insanın şehirde kesim sırasını bekleyen bir yaratığa dönüşmesine vurgu yapalım…

Şehir-insan ilişkilerinde şehrin büyük bir “mezbaha”ya, insanın da ruhunun kesimini bekleyen bir yaratığa dönüşmesi, insanı dehşete düşürüyor… Ancak modern zaman şehirlerine “ruh mezbahaları” demek çok da abartılı değil… Şehir insan ruhunu kemirmenin, öğütmenin ötesinde onu parçalıyor, kesiyor, yok ediyor.

Aslında şehir de insan da ruhunu kaybedince mezbahaya dönüşüyor. Şehir bu yok edişin, insan da tedricen yok edilişin farkında olamıyor. Şehirden tüten eğer “boğazlanmış ruhun buğuları” ise, orada insan yaşamıyor. Nietzche, herhalde kendi oluşturduğu ‘üstün insan’a nispetle sıradan insanların şehirde boğazlanmayı bekleyen mezbaha hammaddeleri olduğuna vurgu yapıyor. Öyle de olsa, insan kendi gerçeğini kaybetmenin verdiği ‘başkalaşma’yla insan görünümlü bir nesne olarak biyolojik gerçekliğiyle varlık iddiasında bulunuyor.

Nietzche, şehrin insanı boğazlayan mezbaha karakterine isyan ederken duyduğu kokuyu diğer insanların duymamasına da isyan ediyor. Nasıl olur da, şehir ruhları boğazlarken bu açık katliama ses çıkaramıyoruz?

Nietzche’nin metaforundan yola çıkarak ve onun taşıdığı öfke ve nefreti bir kenara bırakarak yaşadığımız şehre bakalım… Ruhların hayata mı mezbahaya mı daha yatkın olduklarını bir düşünelim… Buradaki şehrin mezbahacı karakteri “ruh katliamcısı” olması…
Öyle ya… Ruhunu kaybeden bir şehir, insan ruhunu katleden bir mezbahaya dönüşecek… Bir de şehirde hâlâ erdemli olanları düşünelim… Erdemli yâni, hâlâ ahlâklı kalabilenleri…

Dehşet olan şu: İnsanın şehirde ‘mezbahalık ruh’ taşımaya şartlandırılması… Daha da vahimi, iliklerimize işleyerek ruhumuzu yavaş yavaş, hissettirmeksizin mezbahalık kıvama getiren modern zaman şehirleri yeni bir Sodom ve Gomore olmasın sakın?

(Günebakış, 21 Aralık 2011)







12 Aralık 2011 Pazartesi

MODERN ZAMAN ŞEHRİNDE ÇEKİLEN AZAP...

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modernizmin geçtiğimiz yüzyıl ve yaşadığımız çağda insan ve eşyayı görülmemiş bir hız ve tahribatla öğütüp, yeni bir formla postmodernizm veya başka isimler altında yeniden ortaya çıktığını görünce hatırımıza Giovanni Papini geldi.

Bir yazımızda kendisinden alıntı yaptığımız 20. yüzyılın önemli İtalyan yazarı Giovanni Papini’nin, meşhur eseri “Gog”da yer alan 20 Ekim tarihli Milano günlüğünde “İtalya’nın Çirkinleşmesi” başlığıyla anlattığı İtalya’ya ait gözlem, tespit ve fikirlerinin yerine, yaşadığımız şehri koyduğumuzda şehirlerimizin nasıl bir “modernist yıkım” altında olduklarını daha iyi anlarız.

Modernizmin azaba dönüştürdüğü insanın ‘kısa metrajlı’ hayatı, modern zaman şehirlerinde sürekli kurulup-bozulan bir kurgudan ibaret… İnsan sadece hareket eden bir obje...

Papini’nin kahramanı Gog’un ağzından okumaya başlayalım:

“…’nın şanlı ve hülyalı manzaralarını yeniden görmek istedim. Üç buçuk ay süren dolaşmalardan sonra bu memleket hesabına olduğu kadar kendi hesabıma da üzüntü duydum.

“…’ı ilk olarak elli yıl önce görmüştüm. Modern uygarlık denilen şey onu daha o zamanlar bozmaya başlamıştı. Onunla beraber insan insanların güzel vatanı yine de orasıydı. Hâlâ bozulmamış, XIV’ncü veya XV’nci asır dekorları içinde XIX’ncu asır mutlu havasının teneffüs edildiği yerler vardı… Fakirdi, fakat hiçbir bankanın veremeyeceği servetlere henüz sahiptiler:
Aşk, samimiyet, neş’e. (Şehr)’ in bazı ilçeleri pisti, ama bu antik ve sıhhatli, tabii ve gerçek bir pislikti, tabiatın güzelliğini bozmuyor, havanın temizliğini kirletmiyordu. (Şehir) de konfor yoktu ilkeldi, ama yollarının sakinliği, meydanlarının geniş havası, küçük şehirlerin huzuru, mütevazı ve hareketli bir hayatın sessizliği, âdetlerinin sevimli sadeliği, kibarların babacan halleri ile halktan olduklarını gösteren tebessümleri ve halkın kibarlığı ile gezegenleri memnun ediyordu.

… Elveda, sevimli ve eski şehir…! Elveda, … Daracık, yayalar için yapılmış sokaklar gürültülü otomobiller, dayanılmaz motorlu bisikletlerle doldu... Kamçı şaklamaları çınlayan yerlerde şimdi demir hırıltıları, otomobil ulumaları ve egzoz patlamaları, motor homurtuları, klâkson çığlıkları,
gramofonların, hoparlörlerin kulakların zarlarını patlatan kakafonileri duyuluyor.

Bugün… sokakları bütün Avrupa’nın en gürültülü, en tehlikelilerindendir.(şehirli)ler, sanki gürültünün, hareketin, süratin, lüksün, gururun, hayatın bir ifadesiymiş gibi davranıyorlar. Bir bina veya heykel seyretmek için, bir meydanda durmak imkânsızdır. Gürültüden insanın beyni durur, kendisi de her an çiğnenebilir. Daha da fenası makineler (şehirli)lerin kendi karakterlerini de değiştirmiştir. Herkes acele ediyor, herkesin sesi kabadır, suratları asık veya hakaret doludur.

Gürültü ile beraber kokular da çoğaldı. Yalnız şehirlerin kalabalık caddelerinde değil, deniz kenarlarındaki bulvarlarda, ortaçağdan kalma küçük şehirlerde, hatta parklarda, yeşil vadilerde, köy yollarında bile rüzgârın getirdiği güzel kokulara benzin, mazot, yanmış yağ ve buna benzer leş gibi şeyler karışıp onları yok ediyor… işte böyle oldu. Bugün daha zengin, daha hareketli, daha modern görünüyor. Gerçekte eskisinden daha fakir ve daha çirkindir.

Modern evler kişilikleri olmayan, iğrenç, kocaman kışlalardır. Gökdelenlere ulaşamıyorlar, fakat bahçeli, çardaklı, şüphesiz en son su tesisleri olmayan ama güneş ve yeşillik içindeki eski mütevazı evleri aratıyorlar.

… son yıllarda yapılmış şeylerin hemen hepsi daha iddialıdır, fakat anlatılamayacak kadar çirkindir. Şehirlerde gölgeli bahçeleri, yerlerine nefret verici hücrelerinde aptal, küçük emlak sahiplerinin oturacakları betonarma kışlalar yapılsın diye acımadan kaldırıyorlar.

… Ben modernliğin bütün makineleri ile hâkim olduğu bir memleketten geliyorum ve
gelişme denilen şeyin düşmanı değilim …(Şehir) günden güne daha da gürültülü, daha bayağı, daha çirkin, daha pis kokulu olmaktadır, yani daha az güzel, daha az oturulacak bir yer haline gelmektedir.
Elli yıl sonra da, ‘Avrupa’nın bahçesi’nin haşmeti ve güzellikleri, bu çılgın asrın yarattığı barbar uygarlığın kötü bir kopyası altında ezilmiş, boğulmuş olacaktır.”

Papini’den alıntımız bu kadar.

Modern zamanların yok ediciliğinden, kötülüklerinden bahseder ve başımıza gelen her şeyin sebebi ve suçlusu olarak görürken; bütün bunların “insan eliyle” gerçekleştirildiğini, ‘modern zaman sendromu’ndan kurtulup bütün bu ‘musibetler’in özellikle de “şehir katliâm”larının
yöneticiler eliyle gerçekleştiğini düşündüğümüzde; şehir yöneticiliğinin nasıl bir vicdanî sorumluluk ve vebal istediğini anlarız.

Yaşadığımız şehri “yaşanılır” hale getirmek şehir yöneticilerinin mutlak görevi olduğu gibi, Papini’nin anlattığı gibi; modern zaman malzemeleri ve araçlarıyla insanlara hayatı zehir etmek de herhalde onların görev alanında olsa gerek…

Papini, 90 yıl önce gözlemleyip yazdıklarıyla bugünü görseydi, 1920’lerde yazdığı şu cümleyi herhalde tekrar ederdi: “İnsanlar sağır kalpleri yüzünden yüzyıldan yüzyıla daha çok azap çekilen bir cehennemde hâlâ inleyip duruyorlar.”

Hızla böyle bir akıbete doğru gidiyoruz. Giderken de ne yapacağımızı şaşırmış bir durumda savruluyoruz. Savrulurken de yol aldığımızı zannediyoruz.

Şehirde çektiğimiz azaptan kurtulmak istiyorsak öncelikle “azap çektiğimiz”in farkında olmamız gerek.

(Günebakış, 14 Aralık 2011)



7 Aralık 2011 Çarşamba

ŞEHİR ÂH ŞEHİR...

Yahya DÜZENLİ

duzenliyahya@gmail.com

Şehir hasreti, hem içinde yaşarken hem de ondan uzakta iken duyulan insanî bir gerçeklik olarak her an yaşayabileceğimiz bir duygudur. Bir şehre hasretin, o şehrin tarihine, coğrafyasına, mekânlarına duyulan bir iştiyak olduğu kadar, insanlarıyla ‘yaşanmaya değer’ olduğunu bilenler, ancak “daüssıla”nın ne olduğunu hissederler. Onun içindir ki eskiler “şerefül mekân bil mekîn” (Bir mekânın şerefi o mekândaki insanlarladır) demişlerdir.

Üstad Necip Fazıl’ın 1943’de “Hasan Ağanın Cevabı” başlığıyla yazdığı bir yazı var ki, insanın (eski deyimle) dâüssıla, yâni hastalık haline gelen sıla hasretinin, memleket hasretinin ne olduğunu, nasıl yakıcı bir şey olduğunu anlatır. Eski Yunanca’dan Fransızcaya geçen ve günümüz türkçesine yerleşen “nostalji” daüssılâ’nın yerine kullanılıyor.

Şehir hasretinin ne olduğunu, ne olması gerektiğini, hasretin sonunda “vuslat” (kavuşma)ın olmaması da bir ayrı hüzün… Karadenizli yaşlı bir kadına “Aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversun alamasun aşk olur!” cevabını vermiş.

Üstad’ın bir köy ve Hasan Ağa misaliyle hikâyeleştirerek anlattığı hikaye, şehrimizi ve şehrimizin insanlarını, mekânlarını ve şehrimizde meftûnu olduğumuz her ne varsa onları düşünerek ve Üstad’ın “Ata Senfoni” kitabına “dünyanın en güzel hikayesini anlatacağım” diyerek yazdığı bu hikâyeyi 1943’deki şekliyle gibi buraya alıyorum.

Vaktiyle Anadolu’nun bir tarafında, Hasan Ağa isimli ihtiyar bir köylünün bir memura verdiği cevabı duymuştum. Şimdi hemen kaydetmeliyim ki, bütün ömrümde ve bütün edebiyat plânında ben, bu söz kadar içine mâna, ruh, renk, manzara ve eda sığdırabilmiş bir cümleye rastgelmedim.

Memur, Hasan Ağanın köyüne, arada bir hükümet hesabına at satın almaya gidermiş… Atlarıyle meşhur bir köy… Eskidenberi tanıdığı Hasan Ağayı ve Hasan Ağanın köyünü, memur, nihayet 1914 Dünya Harbinden sonra, yine bir satın alma vesilesiyle ziyaret etmiş…

Artık ne köy, o eski köy; ne de Hasan Ağa, o eski Hasan Ağa… Her şey o, fakat o değil… Köy harap, çehreler yabancı, Hasan Ağa iki büklüm… Her şey yerli yerinde, fakat her şeyde bir şey eksik… O eksik olan şey müthiş; o şey hayat…

- Hasan Ağa, filân nerede?

- Öldü!

- Ya falana ne oldu?

- Göçtü gitti!

- Nerede bütün o iyi adamlar?

- Hiçbirisi kalmadı!

- Şu adam kimin nesi?

- Bir yabancı!.

- Atlar ne âlemde, o atlar?

- Hepsi kırıldı gitti.

- O meşhur Ceylân?

- Bir sabah ahırında ölü bulduk!

- Ya Sülün, bakla kırı tay?

- Nazara uğradı!

- Ne diyorsun Hasan Ağa, dorular, yağızlar, allar?..

- Hepsi, hepsi mahvoldu!

- Desene ki köyünüzde, iyi atlarıyle meşhur köyünüzde ne adam kaldı, ne at!..

Tam o anda Hasan Ağa yosunlu gözlerini memurun gözlerine dikip tane tane şu cevabı vermiş:

- Senin anlayacağın, Bey, iyi adamlar, iyi atlara bindileeer, gittiler…

Tekrar edeyim ki, Hasan Ağanın cevabındaki plâstika zenginliği, remz güzelliği, şiir kesafeti, hüzün ve meraret ifadesi, hassasiyet cevheri, misilsiz bir örnek canlandırıyor. Nur ve hayatiyeti uçmuş bir varlık plânında, iyi adamların iyi atlara binip dasitanî bir hicret halinde çekilişi. Hasan Ağanın cevabında, sanki bütün asrımızı kucaklayan bir ölçüdür:

- Senin anlayacağın, Bey, iyi adamlar, iyi atlara bindileeer, gittiler!..

İnsanı derin bir melâle, hüzne davet eden bu müthiş hikâyeyi şehrimize ayna tutarak biz de “iyi insanlar iyi atlara bindileeer, gittiler!” mi diyeceğiz?

Şu kadar ki; büyük ölçüde şehrimizde yapılan “hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını” ifade ederek Üstad’ı tekrarlayalım: Her şey yerli yerinde, fakat her şeyde bir şey eksik… O eksik olan şey müthiş; o şey hayat…”

Böyle bir akıbetten ürküyoruz. Üstad’ın “Ata Senfoni”nin sonundaki temennisine kulak veriyoruz:

“Bizse, Hasan Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikri, bedii, içtimai, idari hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan» ları görünce narayı basmak :

«— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»

Şehrimiz bu insanları davet edebiliyor mu?

Bu şehir ve bu insanı görebiliyor muyuz?


(Günebakış, 7 Aralık 2011