28 Mayıs 2012 Pazartesi

"STADYUM AYİNİ"NDEN VAZGEÇEMEYEN ŞEHİR...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlarda tarihî medeniyet şehirlerine musallat, özel “imal ve icad edilmiş” uğraşların başında futbol geliyor. Konuyu Trabzon’la kayıtlı tutarak söyleyelim ki; futbol Trabzon’da özellikle “imal ve icad edilmiş” bir ‘zaman ve değer öldürücü’ araç haline gelmiştir.

Futbolun da sınırlarında kalmak ve taşmamak kaydıyla “insanî” bir araç ve etkinlik olduğu düşünüldüğünde, araçların tabiatında doğrudan bir “kutsallık” veya “faydalı-zararlı” olacak bir özellik yok. “Kullanana göre” değer ve değersizlik kazanan araçların, yöneltildiği hedef gözden kaçırıldığında veya görülmediğinde, siz işin sadece pasif bir figüranı oluyorsunuz.

Futbol Trabzon’da bütün bir şehir halkı için böyle bir araç-enstrumandır. Ancak uzun süredir “haddini aşmış” ve icad edicisini de yok etmeye kasdetmiş bir “Frankeştayn” haline gelmesinin izah edilebilir, kabul edilebilir, anlaşılabilir bir tarafı artık kalmamıştır!

Kim ne söylerse söylesin, kim ne yazarsa yazsın, kim ne yaparsa yapsın futbol Trabzon’un bir gerçeği değil bir yanılsamasıdır. Bu yanılsama peşinde bütün bir şehir halkının iradesi illüzyona tabi tutulmuştur. Biz, bu konuda birilerinin kurgusu ile şehrin gerçeğinin farklı olduğunu düşünüyoruz.

Kim bu birileri? Şehir insanının sinirlerini tahrik edenler, yığınları stadyuma mecbur hale getirenler! Stadyuma yâni artık “kutsal bir mekân” haline gelen modern zaman arenasına…

Daha önce bu konuda yazdığım yazılarda “medeniyet şehirlerine musallat virüsler”den bahsetmiş ve futbolun şehrimiz için bir tür ‘zararlı madde’ haline geldiğine işaret etmiştim. Aynı tespitimi tekrarlamakta ve tahkimde ısrarlıyım.

Maalesef şehir insanının dinamik enerjisini kanalize edecek, daha doğrusu boşa harcayacak en önemli araç haline gelen futbolun son yıllarda adeta “baronlar”ın elinde “urlaşmış” ve “kendisini aşan” karanlık ilişkilere meze edilmesi, futbolun ülkemiz ve şehrimizdeki geleceği adına vahim bir gelişmedir. Son zamanlarda yargıya intikal eden “şike” olaylarına, iddialara ve tutuklamalara baktığımızda futbol adına tezgahlananların asla “masum” olmadığını, tam aksine tasarlanmış, kurgulanmış operasyonlar olduğunu görüyoruz. 

Onun için diyoruz ki: Bütün bir ülke ve şehir halkı “futbol yalanı”yla meşgul edilmiş ve edilmektedir. Konuya kendi şehrimizden baktığımızda, şehir halkına şöyle seslenebiliriz:

Ey şehir halkı!

·         Sana birileri “dört büyükler” diye efsane üretip “Anadolu’nun İstanbul’a kafa tutan yıldızı” serenadlarıyla güya kişilik kazandırmak istediler.  Oysa ki, bu “yapay güven kompleksi” ve psiko-gururu altında kültürde, sanatta, ekonomide, siyasette “küçülen” bir şehir haline geldin.
·         Çünkü; senin masum düşüncelerle yöneldiğin futbol birilerinin “rant kapısı”dır!
·         Çünkü; senin “şehrini temsil ettiği”ni zannettiğin futbol, şehrinin “teslim” aracıdır!
·         Çünkü; senin şehre aidiyetinin bir gereği zannettiğin futbol, aksine şehrinden uzaklaşman için silah haline getirilmiştir!
·         Çünkü; sana zorla “değer” olarak benimsetilmek istenen, “kimlik” olarak giydirilmek istenen futbol “birilerinin” çıkar aracıdır!
·         Çünkü futbol, şehrinde bir “çevre kirletici” araç haline geldi!
·         Ne kadar çırpınırsalar çırpınsınlar Trabzon alelâde bir “futbol kenti” olmamalıdır!
·         Trabzon kendisine futbolu “varlık şartı” olarak giydirenlerden ayrılmalı, ayrışmalı ve arınmalıdır!
·         Futbol’un “maddi rant”ının ve beraberinde “müstakbel rantlar”ın kimlere kanalize edildiğini gör!
·         Şehrinin modern zaman arenasına çevirmek, insanlarını da ‘gladyatör psikozu’na sokmak istenildiğini gör!

Ülkeyi sarsacak şekilde futbolda yaşanan “şike” ve konunun yargıya taşınması sürecinin vehametine rağmen, halâ futbol ve baronlarının “idol” olarak ölümsüzleştirilmesi karşısında insan aklını kaybedecek hale geliyor!

Medeniyet şehri olduğu dönemlerde ilim-kültür-sanat ve ticaretle temayüz eden Trabzon, şimdilerde ne yazık ki “stadyum ayinleri”yle tebarüz ediyor. Bir zamanlar uluslararası niteliğiyle  sadece malların değil dillerin-kültürlerin karşılaştığı zenginliğe yatak olan Trabzon’da, modern zamanlarda âyinler eşliğinde 11+11 gladyatör karşılaşıyor.

Bütün bu söylediklerimizi teyid eden (ispatlayan) Trabzonspor kulübünün teknik yöneticisi Şenol Güneş’in şu sözlerine rağmen “futbol cinneti”ne tutulmuş şehirde hayat “hiçbir şey olmamış gibi” devam mı edecek?

Şenol Güneş, bir futbol adamından beklenmeyecek bir soğukkanlılıkla, adeta bir filozof gibi şunları söylüyor: “Bu sene futbol futbol için değil, para için oynandığı için bütün değerler yok oldu. Maalesef suçlunun çıkmadığı bir yerde herkes suçlu oldu. Adalet ortaya çıkmadığı için herkes suçludur. Hırsız bulunamadığı için herkes suçlu…. Futbol çok tahribata uğradı… Çok adaletsizlik oldu ve futbol güzeliğini yitirdi… Einstein'ın dediği gibi; 'Ben söyleyeceğimi söyledim, bana eyvallah. Artık diyecek bir şey kalmadı… Birbirimize girdiğimizi düşünüyoruz. Kimsenin kimseye saygısı kalmadı. Bunları olumsuz bir tablo çizmek için değil olumsuzluğu ortaya çıkarmak için söylüyoruz."

Bir futbol yöneticisinin ağzından bunları dinlemek önemli.

Şimdi tekrar soruyoruz:

Ey Şehir Halkı!

Senin inandıklarını, değerlerini, önemsediklerini, öncelediklerini tersyüz edip ‘modern zaman fetişleri’ni zorla “değer” olarak altın tabakta sana sunanlara halâ itibar edecek misin?

Bütün bir şehir halkını “stadyum âyini”nden vazgeçemeyecek hale getirenler üzerinde hâlâ düşünmeyecek misin?

Bütün değerlerini “yok edici” hale gelen futbolun şehrin enerjisini nasıl bitirdiğini, “stadyum ayini”ne mahkûm ettiğini görmeyecek misin?

Bilinen ölçüyü bir kez daha tekrarlayalım: “Haddini aşan her şey zıddına döner!”

22 Mayıs 2012 Salı

"KENTSEL DÖNÜŞÜM" VEYA OLMAYAN ŞEHRE VEDA...


Yahya Düzenli

Şöyle bir tespit doğru mudur bilemiyorum ancak önemli bir gerçekliği ifade ettiğini zannediyordum: Büyük, kitlesel savaşlar hariç tarih, şehirlerin kurulmasına da yıkılmasına da belki 500 yılda bir şahitlik eder. Bu ise 10-15 neslin yaşadığı, gelip geçtiği bir zaman dilimi demektir. Yâni “şehir idraki”nin yerleştiği, nesillerin şehri içselleştirdikleri bir zaman dilimi… Bu anlamda, tarihin şehircilikte “yeniden inşa” için bize özel imtiyaz tanıdığı, beyaz sayfalar açtığı bir döneme giriyoruz.  Korkarız ki, bu tarihi imkân ve fırsat “kentsel dönüşüm” mevhum (vehim)una kurban edilecek, heba edilecek ve harcanacak. Bu endişemizi fikr-i sabiti aşmış bir kesinlikle belirtiyoruz.

Niçin mi? Defalarca yazdık, yazıyoruz. Daha ne kadar yazarsak yazalım, işaret edersek edelim “faydası olmayacağı”na dair şerh düşerek gene de söyleyeceklerimizi bir cümlede şablonlaştıralım: Siyasilerde, yerel yöneticilerde, mimarlarda, şehir plancılarında, teknik ve bürokrat kadrolarda “MEDENİYET İDRAKİ OLMAYINCA ŞEHİR İNŞA, İMAR VE İHYASI DA OLAMIYOR !”

Temenni etmiyoruz ama tarih mevcut siyasi iktidarı  kültür ve şehircilikte “Hiçbir şeyi göremediler, hiçbir şeyden ders almadılar, hiçbir şey yapmadılar, her şeyi günübirlik siyasete heba ettiler!” diye yazacaktır. Çünkü 10 yıllık siyasi iktidar döneminde kültür ve şehircilik adına yapılanlar, iktidarın bundan sonra yapacaklarının da göstergesidir. “Kültüre ve şehirciliğe paydos!” diyen bir siyasî iktidarın sürekli  TOKİ TABUTLUKLARI’yla öğünmesi de “şecaat arz ederken sirkatin söyleme” kalitesini gösteriyor.

Şimdi de “Kentsel Dönüşüm” adıyla şehircilikte yeni bir döneme giriyoruz.

Modern zamanlarda bir şehri yıkmanın en kolay yolu, insanları “şehrin nasıl dönüşeceği” büyüsüyle illüzyon dehlizine sokup” tepki veremez hale getirmektir. Ondan sonra her şeyi yapabilirsiniz. Ardından iş makinalarının bir terminatör gibi girdiği şehirde, önüne çıkanları böcekler kadar bile önemsemediği bir “kentsel yok ediş” başlamış olur.  Ne adına? Şehrin ihya ve imarı adına (!)

Daha doğrusu yok edile edile “hayat emaresi” neredeyse kalmamış şehirlerimizin son bir hamleyle bütünüyle teslim alınışı… Bu son hamlenin adı: “Kentsel dönüşüm”.

Başbakanın Van depreminden sonra söylediği ve “acil” kaydıyla verdiği talimatla “İktidarı kaybetme pahasına yıkacağız” dediği depreme dayanıksız yapılar yerine, şehirlerimizde başlayacak “dönüşüm”ün “yasal kılıfı” hazırlandı. Bu konuda hazırlanan tasarı geçtiğimiz günlerde TBMM’de yasalaştı. 700 milyar liralık (eski hesapla 700 katrilyon) bir dönüşümün beklediği Türkiye, artık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve Yerel Yönetimlerle müteahhitlerin insafına bırakılıyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın çıkan kanunla ilgili tebrikleri kabul ettikten sonra yaptığı açıklamalar, bize Üstad Necip Fazıl’ın “felix culpa” dediği “mes’ut cinayet” kavramını hatırlattı.
Çarpık kentleşmenin önlenmesi ve konut stokunun yenilenmesi için yasal dayanağın da hazırlanmasından sonra Bakan, “Bundan sonra nasıl bir yol haritası izleyeceksiniz?” sorusuna, “Milli bir politika' izlenecek. Şehirler yeniden yapılandırılacak. Öncelik İstanbul ve İzmir'de... İlk etapta hedefte 6 milyon konut var. Önce ev sahibine 'Sen yık' denecek. Yıkmazsa da kaçış yok. Devlet düzenleyici olacak, fiyatlar aşağıya çekilecek. Yani tam da halk ekmek modelinde olduğu gibi...“ cevabını veriyor. İşe İstanbul ve İzmir’den başlayacaklarını ve kaybedecek vakitlerinin olmadığını, hem deprem riskinin büyük, hem de konut stokunun berbat olduğunu, hangi belediye ‘hazırız’ derse hemen işe koyulacaklarını belirtiyor ilgili Bakan.
Bu konuda kaynağın hazır olduğunu, “20 milyon konut stokunun bulunduğu ve bunun 6 milyonunun riskli olduğunu” söyleyen Bakan, kentsel dönüşümde nasıl bir modelin uygulanacağına ilişkin en vahim ve traji-komik cümleyi öğünerek şöyle ifade ediyor:  “Tıpkı TOKİ modeli gibi olacak...”

İçi boş, müphem ve meçhul moda kavramlarla, yapacakları binalara da vurgu yapıyor:   “Çevre dostu, yeşil binalar, akıllı binalar yapacağız.“  Şu cümleler de işin garnitürü olsa gerek: “İstanbul'u yıkacağız. Yıkıp yeniden yapacağız. Acilen başlıyoruz. Milli bir anlayışla hareket edeceğiz. Başaracağız. Brezilya ve Meksika bunu yapamadı, biz yapacağız. TOKİ'de başardık. Dua aldık. Burada da dua alacağız.”

Ne diyelim? Bundan sonra tek yapılacak şey, hep birlikte toplu olarak şehirlerimiz için “şifa” duasına çıkmak! Başka çaremiz kalmadı!

Türkiye şehircilikte tarîhi ve veballi bir dönemin eşiğinde… Herkes rant için teyakkuz halinde! Kimisi siyasi rant, kimisi de malî rant teyakkuzunda! Yâni görünen o ki; kentsel dönüşüm, rantsal dönüşüme evrilecek gibi..

Şair yüzyıllar önce ne güzel söylemiş: “Encâmı fenâdır bu gidişâtın!”

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve Yerel Yönetimler tarafından gerçekleştirilecek kentsel dönüşüm adeta bir “istiklal harbi” niteliğinde sunuluyor. Tek gerekçe “depreme dayanıklı bina” yapmak.

Burada şu notu da düşmemiz gerekiyor: Sürekli eleştirel bir gözle baktığımız TOKİ ve yerel yönetimlerin  “Kentsel dönüşüm” uygulamalarında hiç mi haklılıkları yok? Şehirlere hiç mi yeni bir şey katmıyorlar?.. Çirkin gecekonduları temizleme gerekçesini masum ve makul karşılamamıza rağmen, yapılanları görünce endişelerimizin giderek arttığını kesin bir ifadeyle söyleyebiliyoruz!

Yâni NEYİ YIKTIĞINIZIN, HANGİ ÇİRKİNİ ORTADAN KALDIRDIĞINIZIN belki İDRAKİNDE OLABİLİRSİNİZ ama NEYİ YAPACAĞINIZIN, GÜZELİ NASIL İNŞA EDECEĞİNİZİN ASLA İDRAKİNDE DEĞİLSİNİZ!

Söyledik ya: Bu bir MEDENİYET İDRAKİ VE ŞEHİR İNŞASI’dır. O da ortada yok!

“Kentsel Dönüşüm” denilen bir kutsal kelimenin önünde herkes TAZİM’e duruyor!

“Kentsel Dönüşüm” dillerde evrâd ve ezkâr haline gelmiş! Koruyucu muska adeta!

Evet… “Kentsel Dönüşüm” kutsalı adına inşa edilecekler şimdiden belli: TOKİ tabutluklarının çeşitlendirilmesi…

Baktığınızda “insanî” diyebileceğiniz bir siluet var mı TOKİ yapılarında?

Dünya görüşü referansı olmayan, medeniyet idraki bulunmayan, şehir zevki ve estetiği kaybolan siyasiler ve bürokrasi marifetiyle “icad edilmiş” tabutluklar…

İnsanların, kalabalıkların her sabah toplu bir şekilde çıkıp, bitkin olarak ‘koğuşlarına’ döndükleri toplu hapishaneler… Veya da; her sabah tabutundan çıkıp şehre dağılan, hava kararırken tekrar tabutuna dönen insanlar… Kurgu mekanlar, kurgu şehir ve kurgu-robot insanlardan ibaret plâtolar… Bunlara şehir deniyor (!)

“Kentsel dönüşüm karşıtlığı” gibi gözükse de bizim derdimiz kentsel dönüşüm’le değil. Tarih, medeniyet, idrak, inşa, imar, ihya ve şehir diye bir derdi olmayanlarla. Böyle bir tasa taşımayanlarla. Bunlara emanet edilmiş, teslim edilmiş şehirlerin vay haline!

Bu durum, kentsel dönüşümü hatırlatan bir karikatürü aklıma getirdi. Kürşat Zaman’a ait, ‘Yoğun kentleşme’ adlı karikatürde: Uçurumun kenarına kadar dayanmış ve adeta uçurumun derinliğini ölçmek ister gibi yıkılma pahasına uçurumdan aşağıya merakla bakmaya  çalışan, birbirlerinin üzerine abanmış dev apartmanların meş’um görüntüsü.  Önlerinde uçurumun ucuna tutunmuş bir yeşil ağaç. Sanki bu dev apartman kütleleri ağacın üzerine yürüyor, onu yok etmek için uçuruma atmaya çalışıyor. Beton ormanı haline gelen şehir ancak böyle karikatürize edilebilir.

Gene aynı karikatüristin “Kentleşme” adlı karikatüründe namlusunun üzeri de dahil dev apartmanlardan müteşekkil bir tankın gövdesi ve paletleri güzelim coğrafyada her şeyi ezerek, parçalayarak yürüyordu !

Ülkemizdeki “Kentsel Dönüşüm”ün tablosu aynen bu!

Her şeye rağmen, tesadüfen de olsa belki farkına varılır, faydası olur diye başlayacak olan “Kentsel Dönüşüm”ü HAYRA TEBDİL etmek için başta siyasî iktidar, özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, valilikler ve yerel yöneticilere muhakkik mimar rahmetli TURGUT CANSEVER’i, onun da HABITAT II için hazırladığı “ŞEHİR VE KONUT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER” rapor-kitabını bir kılavuz olarak ısrarla görmelerini, okumalarını, anlamalarını, aktarmalarını öneriyoruz.

Bu sütunlarda yazdığım 7 Eylül 2011 tarihli “Çevre ve Şehircilik Bakanı’na Okuma Kılavuzu-V” “Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler” başlıklı yazımda dikkat çektiğim Cansever’in söz konusu kitabı sadece ülkemize değil, yeni bir medeniyet idrak ve inşası için dünyaya da ufuk açabilecek nitelikte.

Ayakkabınızın boyasına, pantolonunuzun ütüsüne, kravatınızın rengine verdiğiniz önem kadar yaşadığınız ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirlere önem veriyorsanız, böyle bir tercih ve önceliğiniz varsa TURGUT CANSEVER’i görmezden gelemezsiniz!

Şunu bilmeniz gerekiyor: Şehir inşa etmeden medeniyet inşa edemezsiniz. Medeniyet idrakiniz yoksa da şehir inşa edemezsiniz. Ezberlerinizi bozmanız, iptal etmeniz ve yeni bir ezber yapmanız gerekiyor. Ezberleyeceğiniz yegâne metin de Turgut CANSEVER’in eserleridir!

Kim okur, kim dinler, kim anlar, kim yapar?

Biz söylüyoruz, daha doğrusu CANSEVER’i işaret ediyoruz!

Aksi halde Allah şehirlerimizi korusun, encamımızı hayretsin!

15 Mayıs 2012 Salı

ŞEHRİN EMANET OLDUĞUNUN FARKINDA MIYIZ?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Emanet; bir değeri, kıymetli olan bir şeyin sahibince belirli bir süre için onu muhafaza etmeye “ehil”, yâni “lâyık” olanlara tevdî edilmiş olandır. Emanet, onu taşıyacak ‘emin’lerle yâni ‘güvenilir’ olanlarla yerine getirilebilecek bir sorumluluk gerektirir. Bu anlamda yeryüzü insana ‘emanet’ edilmiştir.  Üstad Necip Fazıl’ın manifesto niteliğindeki Gençliğe Hitabe’sindeki “zaman bendedir, mekân bana emanettir!”  sözü, emanetin kök ifadesi olarak varlığın bütününün yegâne sorumlu olan insana emanet edildiğine vurgu yapar.

İnsanın eseri olan şehir de ona ‘emanet edilmiş’; tahrip edilmemesi, aslîyyetini kaybetmemesi, bozulmaması gereken bir ‘değer’ olarak onun en önemli mükellefiyetlerinden birisidir. Daha özelde söylersek; şehir, şehir yöneticilerine emanet edilmiş, (Gene Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle) “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim. Minicik gövdeme yüklü Kafdağı”  idrakine sahip olanların taşıyacağı bir emanettir.

 “Emanet”in zıddı ise “ihanet” veya “hiyanet”… Telaffuzu bile ürpertici… Şehir emanetine liyakatin kaybedildiği yerde nasıl bir sonuçla, “ihanet”le karşı karşıya geldiğimizi düşünebiliyor musunuz? Şehir yöneticileri bu anlamda adeta ‘sırat üzerinde’ bir görevin ifasının idrakinde midirler bilemiyorum.

 Dünün şehir yöneticileri taşıdıkları emanetin bilincinde, farkındaydılar. Onun için de kendileri “Şehremini” idiler, şehir emanetinin ne olduğunun idrakindeydiler. “Şehremini” olmanın nasıl bir idrak, ihya ve inşa gerektirdiğini biliyorlardı. Bunun şartlarına sahiptiler.

 İnanılan, güvenilen, kendisinden şüphe duyulmayan, endişe edilmeyen, itimat edilen “şehremini” yâni şehir yöneticisi yerine bugün belediye başkanı söz konusu…

“Şehremini” kavramının bugün tedavülden kalkmış olmasının hikmetlerinden birisi de herhalde, artık kendisine “emanet edilecek” derecede şehir hassasiyeti, liyakati kalmamış şehir yöneticileri olmasından dolayıdır desek yeridir. Veya artık emanet bırakılacak bir değeri kalmamaya doğru giden şehirlerimiz için “emin” aramaya gerek kalmadığıdır…

Her iki sonuç da vahim ve ürpertici…

Bugünün şehirlerine, özellikle de içinde yaşadığımız şehre baktığımızda, ‘emanet idraki’ne sahip bir şehir yöneticisi var mıdır? Tanpınar’ın “cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı” cümlesiyle ifade ettiği müthiş sorumlukta bir şehir yöneticisine rastlamak zor. Modern zaman şehirlerinin arabeskleşmiş, hiçbir şahsiyeti, kimliği kalmamış hali ve toplu mezarlığı andıran silueti bizi şehre değil kaosa davet ediyor. Davet etmiyor, yaşatıyor! Hele de yaşadığımız şehrin halini görünce, ‘kentsel dönüşüm’ teranesiyle yapılanlara şahit olunca şehrimizin tedricen imha sürecine girdiğini gözlemleyebiliyoruz.

Bugünün şehir yöneticileri, kendilerine emanet edilmiş olan şehri “emanet” değil, “tüketilecek nesne” olarak görmenin hazzını yaşıyorlar desek çok mu abartmış oluruz?

İstanbul’u en iyi anlamış ve anlatmış yabancı seyyahlardan birisi olan İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in 1874’te geldiği, gezdiği ve derinden etkilendiği İstanbul’dan ayrılırken söylediği bir söz var ki, her neslin kendisinden sonraki nesile şehirle ilgili “Vasiyetnamesi” kabul edilse yeridir.  “İstanbul” isimli eserinin sonlarında şöyle diyor Amicis:  

“Elveda şarkın güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim seni gördüğüm ve terk ettiğim aynı delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görsünler.”

Amicis’in bu cümlesini şehrimize taşıdığımızda şöyle söyleyebiliriz: Biz de yarının çocuklarına “güzelliği bozulmadan değişmiş” bir şehir bırakmak isterdik, ancak maalesef bırakamayacağız. Amicis’in bu cümlesi, bir şehrin içinde hayatın olmadığı sadece eski mekân restorasyonlarıyla korunup, yarına taşınamayacağına dair önemli bir şifre taşıyor. Her türlü tahribata rağmen “zamanın güzelliğini bozmadan değiştireceği” ve gelecek kuşakların da öncekiler gibi şehre bakarken “göz zevkini kaybetmemiş” olarak zaman ve mekân şartlarının değiştiriciliğiyle aynı şehri görmeleri ve aynı zevki almaları temennimiz. Ancak bugünkü hali ve şehrin geleceğine ilişkin yapılanlara bakınca ümitli olmak bir yana, dehşete kapılıyoruz!

İnsanın şehrin büyülü güzelliği önünde nereye bakacağını bilemez hale geldiği manzarası karşısında gözü ve idraki kamaşırmış. Bugün ne Amicis’in gördüğü şehri görebiliyoruz ne de şehri Amicis gibi görecek şehir yöneticilerine rastlayabiliyoruz!

Ne yazık ki şehir “yaşanmaya değer” değil, sadistçe “yoketmeye değer” hale getirildikçe şehirden kaçmak mı yoksa şehirde kalmak mı?.. sorusuna cevap vermekte zorlanıyoruz.

Amicis sanki İstanbul’la birlikte o zamanların (1874) Trabzon’unu anlatıyor gibidir:  

“Küçük yeşil tepelerin eteğinde toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizlemek istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik örtüsüyle örtülmüş bütün bu köyler birbirine çiçek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sahil boyunca uzanan ve dama tahtası gibi yahut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüyle boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayırlıkların arasından geçip tepelerden denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağlanmıştır.”

Böyle bir şehir ve şehre ait köyler kaldı mı? Şehrimizin ihtişamından geriye ne kaldı?  Her şeye rağmen şehrimiz Trabzon’a saldıran istilâcılara karşı sadece “coğrafya”sı direniyor, savaşıyor.

Masallardaki bir şehri tasvir etmiyor, masalımsı bir şehri anlatmıyoruz. Kaybedilen bir şehrin ‘genetik kodları’nı arıyoruz.

Büyük Velî Feridüddin Attar “Pend-Nâme”de  "Dostum, pazara git kendine bir dert satın al. Bulamazsan gel benden ödünç al"  diyor. Nereye sürüklendiğimize, nereye düştüğümüze aldırış etmeyenlerde “şehir derdi” bulunabilir mi? Yeryüzü bütünüyle boşalmış değil. Görmek ve anlamak isteyenler için rahmetli Muhakkik mimar Turgut Cansever’in kitapları “şehir derdi”yle dolu.

Medeniyet temelli bir “şehir derdi” olmayanların idrak edemeyecekleri bir “büyük dava”dır şehir davamız!

Şehre bakacak yüzünüz olması için şehre söyleyecek sözünüz olması lazım! Sözünüzün olması için de şehrin size “neyi emanet ettiği”nin idrakini taşımalısınız. Kendini “stadyum”a emanet eden bir şehrin akıbeti “ayağa” ve “avaz”a mahkûmdur!

Şehir yöneticilerinin “şehremini” idrakine kavuştukları gün, şehrimizin “muhteşem bir emanet” olduğunu anlamış olacağız. Ancak korkarız ki o zaman artık çok geç kalmış olacağız!

Sözü Üstad’ın mısralarına bırakalım:

“Bu yurda her belâ içinden gelir;
Hepleri hep hiçin hiçinden gelir!”

(Günebakış 16 Mayıs 2012) 


8 Mayıs 2012 Salı

"MALATYA'DA VALİ VAR !" -şehir ve kitap üzerine-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sanayi devriminin ortayı çıkışı sonrasında meydana gelen teknolojik gelişmeler beraberinde birçok gelişmeyi tetiklerken, birçok düşünce adamının endişelenmesine de yol açmıştı. Endişelerinin sebebi; açılan bu sürecin insanın makinanın esaretine gireceği, kendi icadı önünde düşeceği mahkûmiyet ve hayatın giderek gayr-i insanî bir hale geleceği yönündeydi. Nitekim 20. Yüzyıl ‘makine çağı’ bu düşünürlerimizin endişelerinde haklı olduklarını gösterecek bir yol açtı. 21. Yüzyılda ise hızla değişen dünya ve yükselen ‘dijital çağ’ olağandışı bir hızla insanı ve hayatı öylesine etki altına aldı ki, düşünce adamlarının ufuklarını aşan gelişmelere şahit olmaları karşısında dijital bir dünya, dijital bir hayat ve neredeyse ‘dijital insan’la karşı karşıya geldik.

Hayatımız öylesine dijital bir istilâya uğradı ki, şehirlerimiz, mekânlarımız, her şeyimiz dijitalleşti. En vahim olanı da dijital koşu ve “kitaplarımızın dijitalleşmesi”. Ne yazık ki okullarımızda pilot uygulaması başlatılan “tablet kitap”ların eğitim kalitesinin göstergesi olduğuna siyasilerin vurgu yaptığını görünce ürperiyoruz! Bu istilâya karşı neler yapılabilir, nasıl karşı konulabilir? Biz işin “kitap” boyutunu söz konusu ederek söyleyelim ki; her türlü araçla mücadeleye devam etmek gerekiyor.

Kitabın hayatımızdan çekilmemesi için yapılması gereken çok şey var. Öncelikle Şehir yöneticilerimizin “kitaba sahip çıkması” gerekiyor. Vali ve Belediye Başkanlarımız şehirlerinin geleceği adına “marka şehir” boş lakırdılarını, gereksiz festivalleri bırakıp “Kitaplı şehir” ve “şehirli kitap” konusunda epeyce kafa yormaları gerekiyor.

 Biz de geçtiğimiz günlerde, bu yönde atılan önemli bir adıma şahit olduk. Malatya Valisi kadîm dostum, hemşehrim Doç. Dr. Ulvi Saran’ın ev sahipliğinde 1-6 Mayıs tarihleri arasında Malatya’da düzenlenen muhteşem Kitap Fuarı, “chip”e karşı “kitab”ın bir kez daha üstünlüğünü ortaya koyuyordu.

Malatya okumuyor, Malatya meydan okuyor…

Vali Ulvi Saran’ın bir misyoner gibi en küçük karesine kadar müdahil olucu tavırları, Ankara başta olmak üzere birçok büyükşehrimizde bu çapta, bu ilgide, bu muhtevada, bu çeşitlilikte şahit olmadığımız bir kitap fuarının Malatya’da ortaya çıkmasını sağlamış. Fuara davet edilen yazar ve kültür-sanat adamlarıyla akşam yaptığımız sohbet de oldukça renkliydi.  Fuara katılan bütün yayınevleri son derece memnundu. 250 yayınevi, 100’ün üzerinde gazeteci-yazar ve 200 binin üzerinde insanın ziyaret ettiği fuara İlköğretim öğrencilerini gruplar halinde görünce, çocuklarımızın zihinlerine düşecek çok küçük bir “kitap imajı”nın bile ne derece önemli olduğunu anlıyoruz. Vali’nin cümleleriyle; “kitabı çocukların hayatlarının bir parçası haline getirmek!”  önemliydi. Akçağ yayınevi görevlisi Oğuz Bey’in şu sözü ise her şeyi özetliyordu: “Malatya okumuyor, Malatya meydan okuyor!” Sayın Vali’nin bu fuardan önce “Malatya Okuyor” sloganıyla başlattığı okuma seferberliği de sloganın ötesinde bir “kitap ilgisi”ni Malatya’da ortaya çıkarıyordu.

Fuara katılan yazar, gazeteci, yayınevi sahibi ve kültür adamlarından görebildiklerimden bazıları: Nuri Pakdil, İhsan Süreyya Sırma, Rasim Özdenören, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Günbay Yıldız, D.Mehmet Doğan, İsmail Kara, Ebubekir Eroğlu, Ali Nesin, Muhsin Mete, Yusuf Turan Günaydın, İsmail Kasap, Cumali Ünaldı, Ahmet Ertürk, İlhami Güngör, Hidayet Şefkatli, Mehmet Baransu, Muhammet Bozdağ, Ali Erkan Kavaklı, Şaban Abak, Necip Evlice, Fatih Yurdakul,  Aytekin Yılmaz, Ali Karaçalı, İhsan Eliaçık, Vural Savaş, Musa Çağıl, Mehmet Çelik, Yılmaz Odabaşı, Ali Kemal Temizer…

İsmail Hacıfettahoğlu ile birlikte Ankara’dan gittiğimiz Malatya’da kadîm gönüldaşım Hüsnü Kılıç’la birlikte Mardin Artuklu Ün. Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlileri başta olmak üzere bazı dostlarımızla duygu ve düşünceleri paylaştığımız Malatya Kitap Fuarı’nın TRABZON’a örnek olmasını diliyoruz.

Şehirler kitaplarda ve kitaplarla, kitaplar da şehirlerle hatırlanır. Ulvi Beyin önemli ve halen devam eden diğer bir projesi de “Malatya Kitaplığı”. 50 kitaptan oluşacak bu “şehir klasiği”nin hazırlıkları devam ediyor. Ortaya çıkacak bu dev kitaplığın “muhteva”sıyla diğer şehirlerimize fark atacağını düşünüyoruz.

Birkaç ay önce gerçekleştirilen “Film Festivali”ni de hatırlatarak söyleyelim ki; bu gidişle Malatya “kayısı”yla değil de Valisi ve kitaplarıyla anılacak gibi…

Ulvi Saran dostumuzun davetiyle Malatya’da iki günlüğüne şahit olduğumuz gelişmeler, görüntüler, ‘artık bir şey olmaz’ denilen şehirlerde bile bir Valî’nin basiret ve iradesiyle nelerin yapılabileceğini gösteriyordu. Kitap fuarı bunlardan sadece biri ve öne çıkanı. Bu organizasyonda yoğun gayretleri olan Çetin Şişman Bey’i de anmak gerekiyor.

Ülkemizin birçok kültür, sanat, düşünce adamını Malatya’da bir araya getiren Ulvi Saran tebrik ve takdirin üzerinde bir “yol haritası” ortaya koymuş, çığır açıcılığı yapmış. Bu tarihî şehirde başlattığı şeylerin önemi belki yıllar sonra anlaşılabilecek. Vali Bey’in öncülüğünü yaptığı “tarihî evleri koruma” projeleri, restorasyonlar, Malatya’nın ‘tarihî şehir ruhu’nu ortaya çıkarıyor. Gündüzbey, Yeşilyurt, Battalgazi, Orduzu, Darende, Balaban ve Arapkir’de bir kısmı tamamlanmış, bir kısmı da devam eden “tarihi evleri restorasyon ve sokak sağlıklaştırma” projesi diğer şehirlerimizin de örnek alması gereken bir çalışma…

Ayrıca Malatya’nın meşhur Beydağı’nı nasıl ağaçlandırdığını bizzat yerinde görünce ‘imkânsız’ denilen şeylerin hantal bürokrasi ve yetersiz kaynaklara rağmen bir Vali’nin iradesiyle nasıl gerçekleştirildiğini gözlemledik. Üç yıla yakın Valiliği süresince cinnet derecesinde ve zaman yoğun bir gayretle çalışan Vali için (meşhur anekdotu değiştirerek) ileride belki de “Malatya’da Vali vardı!” denilse yeridir. Malatya’nın geneline 5 milyon fidan dikilmiş. İki bin metreye yakın yükseklikteki Beydağı’nın 10 bin dönümlük kısmına taşlar iş makinalarıyla delinip toprak taşınmak suretiyle 200 bin fidanın dikildiğini öğrenip, su depoları ve sulama şebekesini görünce insanın aklı duruyor. “Coğrafya’nın imar ve ihyası” diye bir derdi olan Vali ve Belediye Başkanlarımıza Beydağı’na çıkmalarını tavsiye ediyoruz.

M. Ali Aynî, Süleyman Nazif’ten sonra Trabzon Valiliğine tayin edildiğinde yakın dostu Süleyman Nazife “Gelecek Trabzon Valisi nasıl birisi” diye sorarlar. O da “Trabzon’da artık kamus taşımaya gerek kalmayacak. Trabzon’a giderken kamus götürmeyin” cevabını verir.

Olağanüstü ilgisini müşahede ettiğimiz Vali dostumuz Ulvi Saran da “komple” bir kültür adamı.  Sözün burasında, daha önce de anlattığımız bir olayı tekrar anlatalım:

Şehirler bazen kurucularıyla anıldığı gibi, “imar edici”leriyle de anılırlar. Ulvi Beyin böyle bir “imar edici” sıfatıyla Malatya’da anılacağını düşünüyor, şehrimiz Trabzon adına Malatya’yı kıskandığımızı bir kez daha ifade ediyoruz.

Kitaba sarılan şehir, kitabın sardığı şehir haline gelir. Dijital çağın chip’lerinden medeniyet dünyamızın kitaplarına doğru yolculuğunda Ulvi Saran dostumuzu tebrik, takdir, selam ve dua…

O bilinen ironik cümleyi değiştirip mecrasına şöyle mi oturtmak gerekiyor: “Malatya Malatya olalı böyle vali görmedi.”

(Günebakış, 9 Mayıs 2012)