15 Mayıs 2012 Salı

ŞEHRİN EMANET OLDUĞUNUN FARKINDA MIYIZ?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Emanet; bir değeri, kıymetli olan bir şeyin sahibince belirli bir süre için onu muhafaza etmeye “ehil”, yâni “lâyık” olanlara tevdî edilmiş olandır. Emanet, onu taşıyacak ‘emin’lerle yâni ‘güvenilir’ olanlarla yerine getirilebilecek bir sorumluluk gerektirir. Bu anlamda yeryüzü insana ‘emanet’ edilmiştir.  Üstad Necip Fazıl’ın manifesto niteliğindeki Gençliğe Hitabe’sindeki “zaman bendedir, mekân bana emanettir!”  sözü, emanetin kök ifadesi olarak varlığın bütününün yegâne sorumlu olan insana emanet edildiğine vurgu yapar.

İnsanın eseri olan şehir de ona ‘emanet edilmiş’; tahrip edilmemesi, aslîyyetini kaybetmemesi, bozulmaması gereken bir ‘değer’ olarak onun en önemli mükellefiyetlerinden birisidir. Daha özelde söylersek; şehir, şehir yöneticilerine emanet edilmiş, (Gene Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle) “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim. Minicik gövdeme yüklü Kafdağı”  idrakine sahip olanların taşıyacağı bir emanettir.

 “Emanet”in zıddı ise “ihanet” veya “hiyanet”… Telaffuzu bile ürpertici… Şehir emanetine liyakatin kaybedildiği yerde nasıl bir sonuçla, “ihanet”le karşı karşıya geldiğimizi düşünebiliyor musunuz? Şehir yöneticileri bu anlamda adeta ‘sırat üzerinde’ bir görevin ifasının idrakinde midirler bilemiyorum.

 Dünün şehir yöneticileri taşıdıkları emanetin bilincinde, farkındaydılar. Onun için de kendileri “Şehremini” idiler, şehir emanetinin ne olduğunun idrakindeydiler. “Şehremini” olmanın nasıl bir idrak, ihya ve inşa gerektirdiğini biliyorlardı. Bunun şartlarına sahiptiler.

 İnanılan, güvenilen, kendisinden şüphe duyulmayan, endişe edilmeyen, itimat edilen “şehremini” yâni şehir yöneticisi yerine bugün belediye başkanı söz konusu…

“Şehremini” kavramının bugün tedavülden kalkmış olmasının hikmetlerinden birisi de herhalde, artık kendisine “emanet edilecek” derecede şehir hassasiyeti, liyakati kalmamış şehir yöneticileri olmasından dolayıdır desek yeridir. Veya artık emanet bırakılacak bir değeri kalmamaya doğru giden şehirlerimiz için “emin” aramaya gerek kalmadığıdır…

Her iki sonuç da vahim ve ürpertici…

Bugünün şehirlerine, özellikle de içinde yaşadığımız şehre baktığımızda, ‘emanet idraki’ne sahip bir şehir yöneticisi var mıdır? Tanpınar’ın “cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı” cümlesiyle ifade ettiği müthiş sorumlukta bir şehir yöneticisine rastlamak zor. Modern zaman şehirlerinin arabeskleşmiş, hiçbir şahsiyeti, kimliği kalmamış hali ve toplu mezarlığı andıran silueti bizi şehre değil kaosa davet ediyor. Davet etmiyor, yaşatıyor! Hele de yaşadığımız şehrin halini görünce, ‘kentsel dönüşüm’ teranesiyle yapılanlara şahit olunca şehrimizin tedricen imha sürecine girdiğini gözlemleyebiliyoruz.

Bugünün şehir yöneticileri, kendilerine emanet edilmiş olan şehri “emanet” değil, “tüketilecek nesne” olarak görmenin hazzını yaşıyorlar desek çok mu abartmış oluruz?

İstanbul’u en iyi anlamış ve anlatmış yabancı seyyahlardan birisi olan İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in 1874’te geldiği, gezdiği ve derinden etkilendiği İstanbul’dan ayrılırken söylediği bir söz var ki, her neslin kendisinden sonraki nesile şehirle ilgili “Vasiyetnamesi” kabul edilse yeridir.  “İstanbul” isimli eserinin sonlarında şöyle diyor Amicis:  

“Elveda şarkın güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim seni gördüğüm ve terk ettiğim aynı delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görsünler.”

Amicis’in bu cümlesini şehrimize taşıdığımızda şöyle söyleyebiliriz: Biz de yarının çocuklarına “güzelliği bozulmadan değişmiş” bir şehir bırakmak isterdik, ancak maalesef bırakamayacağız. Amicis’in bu cümlesi, bir şehrin içinde hayatın olmadığı sadece eski mekân restorasyonlarıyla korunup, yarına taşınamayacağına dair önemli bir şifre taşıyor. Her türlü tahribata rağmen “zamanın güzelliğini bozmadan değiştireceği” ve gelecek kuşakların da öncekiler gibi şehre bakarken “göz zevkini kaybetmemiş” olarak zaman ve mekân şartlarının değiştiriciliğiyle aynı şehri görmeleri ve aynı zevki almaları temennimiz. Ancak bugünkü hali ve şehrin geleceğine ilişkin yapılanlara bakınca ümitli olmak bir yana, dehşete kapılıyoruz!

İnsanın şehrin büyülü güzelliği önünde nereye bakacağını bilemez hale geldiği manzarası karşısında gözü ve idraki kamaşırmış. Bugün ne Amicis’in gördüğü şehri görebiliyoruz ne de şehri Amicis gibi görecek şehir yöneticilerine rastlayabiliyoruz!

Ne yazık ki şehir “yaşanmaya değer” değil, sadistçe “yoketmeye değer” hale getirildikçe şehirden kaçmak mı yoksa şehirde kalmak mı?.. sorusuna cevap vermekte zorlanıyoruz.

Amicis sanki İstanbul’la birlikte o zamanların (1874) Trabzon’unu anlatıyor gibidir:  

“Küçük yeşil tepelerin eteğinde toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizlemek istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik örtüsüyle örtülmüş bütün bu köyler birbirine çiçek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sahil boyunca uzanan ve dama tahtası gibi yahut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüyle boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayırlıkların arasından geçip tepelerden denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağlanmıştır.”

Böyle bir şehir ve şehre ait köyler kaldı mı? Şehrimizin ihtişamından geriye ne kaldı?  Her şeye rağmen şehrimiz Trabzon’a saldıran istilâcılara karşı sadece “coğrafya”sı direniyor, savaşıyor.

Masallardaki bir şehri tasvir etmiyor, masalımsı bir şehri anlatmıyoruz. Kaybedilen bir şehrin ‘genetik kodları’nı arıyoruz.

Büyük Velî Feridüddin Attar “Pend-Nâme”de  "Dostum, pazara git kendine bir dert satın al. Bulamazsan gel benden ödünç al"  diyor. Nereye sürüklendiğimize, nereye düştüğümüze aldırış etmeyenlerde “şehir derdi” bulunabilir mi? Yeryüzü bütünüyle boşalmış değil. Görmek ve anlamak isteyenler için rahmetli Muhakkik mimar Turgut Cansever’in kitapları “şehir derdi”yle dolu.

Medeniyet temelli bir “şehir derdi” olmayanların idrak edemeyecekleri bir “büyük dava”dır şehir davamız!

Şehre bakacak yüzünüz olması için şehre söyleyecek sözünüz olması lazım! Sözünüzün olması için de şehrin size “neyi emanet ettiği”nin idrakini taşımalısınız. Kendini “stadyum”a emanet eden bir şehrin akıbeti “ayağa” ve “avaz”a mahkûmdur!

Şehir yöneticilerinin “şehremini” idrakine kavuştukları gün, şehrimizin “muhteşem bir emanet” olduğunu anlamış olacağız. Ancak korkarız ki o zaman artık çok geç kalmış olacağız!

Sözü Üstad’ın mısralarına bırakalım:

“Bu yurda her belâ içinden gelir;
Hepleri hep hiçin hiçinden gelir!”

(Günebakış 16 Mayıs 2012) 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder