Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Emanet;
bir değeri, kıymetli olan bir şeyin sahibince belirli bir süre için onu
muhafaza etmeye “ehil”, yâni “lâyık” olanlara tevdî edilmiş olandır. Emanet,
onu taşıyacak ‘emin’lerle yâni ‘güvenilir’ olanlarla yerine getirilebilecek bir
sorumluluk gerektirir. Bu anlamda yeryüzü insana ‘emanet’ edilmiştir. Üstad Necip Fazıl’ın manifesto niteliğindeki
Gençliğe Hitabe’sindeki “zaman bendedir, mekân bana emanettir!” sözü, emanetin kök ifadesi olarak varlığın
bütününün yegâne sorumlu olan insana emanet edildiğine vurgu yapar.
İnsanın
eseri olan şehir de ona ‘emanet edilmiş’; tahrip edilmemesi, aslîyyetini
kaybetmemesi, bozulmaması gereken bir ‘değer’ olarak onun en önemli
mükellefiyetlerinden birisidir. Daha özelde söylersek; şehir, şehir
yöneticilerine emanet edilmiş, (Gene Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle) “Ben
ki toz kanatlı bir kelebeğim. Minicik gövdeme yüklü Kafdağı” idrakine sahip olanların taşıyacağı bir
emanettir.
“Şehremini”
kavramının bugün tedavülden kalkmış olmasının hikmetlerinden birisi de
herhalde, artık kendisine “emanet edilecek” derecede şehir hassasiyeti,
liyakati kalmamış şehir yöneticileri olmasından dolayıdır desek yeridir. Veya
artık emanet bırakılacak bir değeri kalmamaya doğru giden şehirlerimiz için
“emin” aramaya gerek kalmadığıdır…
Her
iki sonuç da vahim ve ürpertici…
Bugünün
şehirlerine, özellikle de içinde yaşadığımız şehre baktığımızda, ‘emanet
idraki’ne sahip bir şehir yöneticisi var mıdır? Tanpınar’ın “cedlerimiz inşa
etmiyor, ibadet ediyorlardı” cümlesiyle ifade ettiği müthiş sorumlukta bir
şehir yöneticisine rastlamak zor. Modern zaman şehirlerinin arabeskleşmiş,
hiçbir şahsiyeti, kimliği kalmamış hali ve toplu mezarlığı andıran silueti bizi
şehre değil kaosa davet ediyor. Davet etmiyor, yaşatıyor! Hele de yaşadığımız
şehrin halini görünce, ‘kentsel dönüşüm’ teranesiyle yapılanlara şahit olunca
şehrimizin tedricen imha sürecine girdiğini gözlemleyebiliyoruz.
Bugünün
şehir yöneticileri, kendilerine emanet edilmiş olan şehri “emanet” değil,
“tüketilecek nesne” olarak görmenin hazzını yaşıyorlar desek çok mu abartmış
oluruz?
İstanbul’u
en iyi anlamış ve anlatmış yabancı seyyahlardan birisi olan İtalyan yazar
Edmondo de Amicis’in 1874’te geldiği, gezdiği ve derinden etkilendiği
İstanbul’dan ayrılırken söylediği bir söz var ki, her neslin kendisinden
sonraki nesile şehirle ilgili “Vasiyetnamesi” kabul edilse yeridir. “İstanbul” isimli eserinin sonlarında şöyle
diyor Amicis:
“Elveda
şarkın güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman bahtını, güzelliğini bozmadan
değiştirsin ve çocuklarım seni bir gün benim seni gördüğüm ve terk ettiğim aynı
delikanlı heyecanının sarhoşluğu içinde görsünler.”
Amicis’in
bu cümlesini şehrimize taşıdığımızda şöyle söyleyebiliriz: Biz de yarının
çocuklarına “güzelliği bozulmadan değişmiş” bir şehir bırakmak isterdik,
ancak maalesef bırakamayacağız. Amicis’in bu cümlesi, bir şehrin içinde hayatın
olmadığı sadece eski mekân restorasyonlarıyla korunup, yarına taşınamayacağına
dair önemli bir şifre taşıyor. Her türlü tahribata rağmen “zamanın güzelliğini
bozmadan değiştireceği” ve gelecek kuşakların da öncekiler gibi şehre bakarken
“göz zevkini kaybetmemiş” olarak zaman ve mekân şartlarının değiştiriciliğiyle
aynı şehri görmeleri ve aynı zevki almaları temennimiz. Ancak bugünkü hali ve
şehrin geleceğine ilişkin yapılanlara bakınca ümitli olmak bir yana, dehşete
kapılıyoruz!
İnsanın
şehrin büyülü güzelliği önünde nereye bakacağını bilemez hale geldiği manzarası
karşısında gözü ve idraki kamaşırmış. Bugün ne Amicis’in gördüğü şehri
görebiliyoruz ne de şehri Amicis gibi görecek şehir yöneticilerine
rastlayabiliyoruz!
Ne
yazık ki şehir “yaşanmaya değer” değil, sadistçe “yoketmeye değer” hale
getirildikçe şehirden kaçmak mı yoksa şehirde kalmak mı?.. sorusuna cevap
vermekte zorlanıyoruz.
Amicis sanki İstanbul’la birlikte o zamanların (1874) Trabzon’unu anlatıyor gibidir:
“Küçük
yeşil tepelerin eteğinde toplanmış veya dağılmış ve kendilerini gizlemek
istermiş gibi görünen pek sık bir yeşillik örtüsüyle örtülmüş bütün bu köyler
birbirine çiçek çelenkleri gibi köşkler ve küçük evlerle, sahil boyunca uzanan
ve dama tahtası gibi yahut kat kat düzenlenmiş ve yeşilin her türlüsüyle
boyanmış birçok bahçe, bostan ve ufak çayırlıkların arasından geçip tepelerden
denize kadar zikzaklar çizerek inen uzun ağaç dizileriyle bağlanmıştır.”
Böyle
bir şehir ve şehre ait köyler kaldı mı? Şehrimizin ihtişamından geriye ne
kaldı? Her şeye rağmen şehrimiz
Trabzon’a saldıran istilâcılara karşı sadece “coğrafya”sı direniyor, savaşıyor.
Masallardaki
bir şehri tasvir etmiyor, masalımsı bir şehri anlatmıyoruz. Kaybedilen bir
şehrin ‘genetik kodları’nı arıyoruz.
Büyük
Velî Feridüddin Attar “Pend-Nâme”de "Dostum, pazara git kendine bir dert
satın al. Bulamazsan gel benden ödünç al" diyor. Nereye sürüklendiğimize, nereye
düştüğümüze aldırış etmeyenlerde “şehir derdi” bulunabilir mi? Yeryüzü
bütünüyle boşalmış değil. Görmek ve anlamak isteyenler için rahmetli Muhakkik
mimar Turgut Cansever’in kitapları “şehir derdi”yle dolu.
Medeniyet
temelli bir “şehir derdi” olmayanların idrak edemeyecekleri bir “büyük dava”dır
şehir davamız!
Şehre
bakacak yüzünüz olması için şehre söyleyecek sözünüz olması lazım! Sözünüzün
olması için de şehrin size “neyi emanet ettiği”nin idrakini taşımalısınız.
Kendini “stadyum”a emanet eden bir şehrin akıbeti “ayağa” ve “avaz”a mahkûmdur!
Şehir yöneticilerinin “şehremini” idrakine kavuştukları
gün, şehrimizin “muhteşem bir emanet” olduğunu anlamış olacağız. Ancak korkarız
ki o zaman artık çok geç kalmış olacağız!
Sözü
Üstad’ın mısralarına bırakalım:
“Bu
yurda her belâ içinden gelir;
Hepleri
hep hiçin hiçinden gelir!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder