Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Bütün büyük mimarlar gibi
rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de hayatı boyunca ‘hayat ve eser’
endişesi taşımış bir fikir adamı olarak, inşa edeceği eserin/yapının bağlı
olduğu dünya görüşü ve ait olduğu medeniyet ikliminden beslenen, mekânıyla
birlikte ‘her daim yaşayan’ bir ruhu olması gerektiğine dikkat çeker.
Eseri meydana getiren
iklim yeryüzünden çekilse de o mekân gene kendisini inşa eden ‘zamanın ruhu’na
davet eder muhataplarını. İşte eser, şehir ve mekân yılların eskitmesine rağmen
böylesine bir ruh ve koku taşır. Daha doğrusu taşıması gerekir. Zamana karşı
uzun süre direnen, ayakta kalabilen eserlerin son kalıntılarına bile böylesine
bir ruh sinmiştir. Bu ruh, onu inşa eden idrakin onu biçimler âlemine
sunmasındaki esrar ve ustalığın tezahürüdür.
Bu anlamda, Cansever,
kendisiyle yapılan bir röportajda, kendisine sorulan “evrensel bir ortak güzellik sevgisinden bahsedilebilir mi? Yoksa
farklı medeniyetlerin, farklı insan topluluklarının kendine has farklılaşmış
güzellik ve estetik anlayışlarından mı söz etmek lazım?” sorusuna “dünya
görüşü ve medeniyet tasavvuru”muzdan kaynaklanan tarihî şehir mimarimizin,
özellikle de Osmanlı uygulamasının nasıl bir tutarlılık ve evrensel kuşatıcılık
ifade ettiğine dair açıklamalar yaptıktan sonra şu önemli tespitte bulunur:
“İslam bütün insanlığı davet ediyor, değil mi? O,
bütün insanlık için sunuyor güzellik ideolojisini. Doğrusu bütün insanlığa
hitap etmeyen bir çözümleme, şüphesiz ki eksiktir. Dolayısıyla bugün,
insanlığın hangi noktalarda yanıldığını anlamaya çalışmak da önemli. Şahsen
kendi alanımda –sanat alanında– Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin,
nerede, hangi yanılgılar neticesinde bugün insanlığın yaşadığı birçok ıstıraba
sebep teşkil ettiğini fark etmeye çalıştım ve elimden geldiğince ifade ettim.
Bu kritik ve yanlışları tespit aşamasının hayli önemli olduğu kanısını
taşıyorum…“
Cansever oldukça
‘yüksek irtifa’dan gördüğü ‘insanlığın büyük yanılgısı’nı, kendi dünya
görüşünün tezatsız örgüsü içinde çözüme kavuşturur ve kendi alanı olan “şehir
ve mimari”ye odaklayarak ‘bize mahsus’ olanı göstermeye çalışır. Ancak, bizim
gibi, üzerinden çekilip alınan bir yorgan gibi veya bünyemizden koparılan bir
organ misali “neyin kaybedildiği”nin farkında olmayanların “neyin aranması
gerektiği”nin idrakine de sahip olamayacakları bir gerçek.
Bizim dünyamızdan uçup
gitmiş, iklimimizden kaçmış, şehirlerimizi terk etmiş bu idrakin nasıl geri
geleceğine dair hiçbir arayış, ihtiyaç, endişe mevcut değil.
Cansever, bu noktada
Le Courbusier’i konu edinerek, hangi “şehir ruhu”nu kaybettiğimizi başka
iklimlerin ‘gözcüsü’nü örnek vererek anlatıyor:
“1919’da, 20 yaşında bir Fransız genç, İstanbul’da
altı ayını geçiriyor. Beyoğlu’nda oturuyor, tarihî yarımadayı geziyor. Oradan
ayrılırken bindiği vapurda defterine şunları not ediyor: “Dünyanın eşsiz
güzellikteki bu latif, yumuşak yüksekliklerle, yumuşak alçaklıkların birbirini
takip ettiği, bu müstesna güzellikteki topografya üzerine Türkler, bunların
yüksek noktalarına yerleştirdikleri abidelerle, muhteşem camilerle, Allah’ın
yarattığı tabiata müthiş güzellikler ilave ederek, onu erişilmez bir güzellikler
dünyasına kalbetmişler” diyor. Ondan sonra vapur biraz ilerliyor. Tahmin
ediyorum ki, Ahırkapı açıklarında, Ayasofya ile Sultanahmet’i görüyor. “Az
meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı
evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla
oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış
muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor” diyor.
Cansever devam ediyor:
“..Bunu söyleyen kişi, modern mimarlığın kurucusu Le
Corbusier. Seyahatinin son noktası İstanbul. Geçerken Balkanlardaki Türk
şehirlerini görüyor. Oralarda herhangi bir eve bakıldığı zaman; bahçe evin
altına devam eder ve onun üzerindeki kat da yaşama alanıdır. En üst kat, yatak
odalarının bulunduğu yerdir ve bunların hepsi, kendi iç cennetlerini
barındırır. Ev böylece, aslında direkler tarafından taşınan, altı boş olan bir
yapıdır. Le Corbusier İstanbul seyahatinden sonra 1925’teki modern mimarlar
kongresinde, “evler toprağa oturmamalıdır, topraktan yükseltilmiş olmalıdır,
kolonlarla taşınmalıdır” diye bir öneri getiriyor. O kongrede bütün bunlar
kabul ediliyor. Şimdi bütün dünyada, kolonlar üzerine inşa edilen binanın Le
Corbusier’in icadı olduğu sanılıyor. Halbuki o fikirlerin kaynağı Osmanlı Türk
eviydi. Zamanında Napolyon Bonapart Paris’i yeniden kurarken, önce yuvarlak
meydanlar çiziyor. Onları birleştiren geniş bulvarlar ekliyor ve iki tarafına
da altı katlı apartmanlar yerleştiriyor. Kendisi topçu subayı olduğu için
stratejisi şöyle: Yuvarlak meydanlara top bataryalarını yerleştiriyor, muhtemel
bir halk ayaklanması durumunda toplar halkın üzerine ateşlendikleri zaman
ayaklananların kaçacakları yer yok. İşte bu Paris’i, kendisine aydın diyen Türk
budalaları şehir zannediyor. Bir zaman sonra insanlar en yakınlarındaki
hazineleri görmeyip, başka yerlerdeki şeyleri görmeye çalışır hale gelmişler.
Tabi aptallık, insanın burnunun ucundan ötesini görmemesi demektir, değil mi?
Yani o da insanlıkta en yaygın olan hastalıktır ve bulaşıcıdır. “
Böylesine bir şehir
idraki ve medeniyet tasavvuru bugünün şehir yöneticilerinde var mı? Her şeyden
önce onları “nasbeden” siyasî iradede var mı? Siyasî iradenin, şehir
plancılarının, mimarların, müteahhitlerin, yerel yöneticilerin şehir deyince; “emlâk değeri yüksek rant alanı, rezidans, AVM,
plaza, göğü delen tabutluklar”dan ibaret olduğunda hemfikir olmadığını
kim söyleyebilir? Yüzyılımızda “bize mahsus” bir tanımı yapmak gerekirse, bu
‘orijinal’ tanım yeterlidir.
Bir de Cansever ve Le
Corbusier’in endişelerini düşünün… Kim düşünecek? Üstad’ın “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı” idrakinde
olanlar düşünecek! Yâni şimdi mevcut olmayanlar!
İdrak böylesine
terketti bu ülkeyi!
Yapılar toplumları
dönüştürüyor, düzenliyor, yeni biçimlere sokuyor, yeni hayatlar çiziyor. Bu gayr-i insanî yeni
hayatları bize ‘yaşanmaya değer’ sunanlar, şehir terminatörleri değil de nedir?
Başlığımızı tekrar
edelim: Kaybettik! İdraki, şehri ve dünyayı!,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder