17 Şubat 2014 Pazartesi

KAYBETTİK! İDRAKİ, ŞEHRİ VE DÜNYAYI!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Bütün büyük mimarlar gibi rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever de hayatı boyunca ‘hayat ve eser’ endişesi taşımış bir fikir adamı olarak, inşa edeceği eserin/yapının bağlı olduğu dünya görüşü ve ait olduğu medeniyet ikliminden beslenen, mekânıyla birlikte ‘her daim yaşayan’ bir ruhu olması gerektiğine dikkat çeker. 

Eseri meydana getiren iklim yeryüzünden çekilse de o mekân gene kendisini inşa eden ‘zamanın ruhu’na davet eder muhataplarını. İşte eser, şehir ve mekân yılların eskitmesine rağmen böylesine bir ruh ve koku taşır. Daha doğrusu taşıması gerekir. Zamana karşı uzun süre direnen, ayakta kalabilen eserlerin son kalıntılarına bile böylesine bir ruh sinmiştir. Bu ruh, onu inşa eden idrakin onu biçimler âlemine sunmasındaki esrar ve ustalığın tezahürüdür.

Bu anlamda, Cansever, kendisiyle yapılan bir röportajda, kendisine sorulan “evrensel bir ortak güzellik sevgisinden bahsedilebilir mi? Yoksa farklı medeniyetlerin, farklı insan topluluklarının kendine has farklılaşmış güzellik ve estetik anlayışlarından mı söz etmek lazım?” sorusuna “dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru”muzdan kaynaklanan tarihî şehir mimarimizin, özellikle de Osmanlı uygulamasının nasıl bir tutarlılık ve evrensel kuşatıcılık ifade ettiğine dair açıklamalar yaptıktan sonra şu önemli tespitte bulunur:   

“İslam bütün insanlığı davet ediyor, değil mi? O, bütün insanlık için sunuyor güzellik ideolojisini. Doğrusu bütün insanlığa hitap etmeyen bir çözümleme, şüphesiz ki eksiktir. Dolayısıyla bugün, insanlığın hangi noktalarda yanıldığını anlamaya çalışmak da önemli. Şahsen kendi alanımda –sanat alanında– Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin, nerede, hangi yanılgılar neticesinde bugün insanlığın yaşadığı birçok ıstıraba sebep teşkil ettiğini fark etmeye çalıştım ve elimden geldiğince ifade ettim. Bu kritik ve yanlışları tespit aşamasının hayli önemli olduğu kanısını taşıyorum…“

Cansever oldukça ‘yüksek irtifa’dan gördüğü ‘insanlığın büyük yanılgısı’nı, kendi dünya görüşünün tezatsız örgüsü içinde çözüme kavuşturur ve kendi alanı olan “şehir ve mimari”ye odaklayarak ‘bize mahsus’ olanı göstermeye çalışır. Ancak, bizim gibi, üzerinden çekilip alınan bir yorgan gibi veya bünyemizden koparılan bir organ misali “neyin kaybedildiği”nin farkında olmayanların “neyin aranması gerektiği”nin idrakine de sahip olamayacakları bir gerçek.

Bizim dünyamızdan uçup gitmiş, iklimimizden kaçmış, şehirlerimizi terk etmiş bu idrakin nasıl geri geleceğine dair hiçbir arayış, ihtiyaç, endişe mevcut değil.

Cansever, bu noktada Le Courbusier’i konu edinerek, hangi “şehir ruhu”nu kaybettiğimizi başka iklimlerin ‘gözcüsü’nü örnek vererek anlatıyor:

“1919’da, 20 yaşında bir Fransız genç, İstanbul’da altı ayını geçiriyor. Beyoğlu’nda oturuyor, tarihî yarımadayı geziyor. Oradan ayrılırken bindiği vapurda defterine şunları not ediyor: “Dünyanın eşsiz güzellikteki bu latif, yumuşak yüksekliklerle, yumuşak alçaklıkların birbirini takip ettiği, bu müstesna güzellikteki topografya üzerine Türkler, bunların yüksek noktalarına yerleştirdikleri abidelerle, muhteşem camilerle, Allah’ın yarattığı tabiata müthiş güzellikler ilave ederek, onu erişilmez bir güzellikler dünyasına kalbetmişler” diyor. Ondan sonra vapur biraz ilerliyor. Tahmin ediyorum ki, Ahırkapı açıklarında, Ayasofya ile Sultanahmet’i görüyor. “Az meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor” diyor.

Cansever devam ediyor:

“..Bunu söyleyen kişi, modern mimarlığın kurucusu Le Corbusier. Seyahatinin son noktası İstanbul. Geçerken Balkanlardaki Türk şehirlerini görüyor. Oralarda herhangi bir eve bakıldığı zaman; bahçe evin altına devam eder ve onun üzerindeki kat da yaşama alanıdır. En üst kat, yatak odalarının bulunduğu yerdir ve bunların hepsi, kendi iç cennetlerini barındırır. Ev böylece, aslında direkler tarafından taşınan, altı boş olan bir yapıdır. Le Corbusier İstanbul seyahatinden sonra 1925’teki modern mimarlar kongresinde, “evler toprağa oturmamalıdır, topraktan yükseltilmiş olmalıdır, kolonlarla taşınmalıdır” diye bir öneri getiriyor. O kongrede bütün bunlar kabul ediliyor. Şimdi bütün dünyada, kolonlar üzerine inşa edilen binanın Le Corbusier’in icadı olduğu sanılıyor. Halbuki o fikirlerin kaynağı Osmanlı Türk eviydi. Zamanında Napolyon Bonapart Paris’i yeniden kurarken, önce yuvarlak meydanlar çiziyor. Onları birleştiren geniş bulvarlar ekliyor ve iki tarafına da altı katlı apartmanlar yerleştiriyor. Kendisi topçu subayı olduğu için stratejisi şöyle: Yuvarlak meydanlara top bataryalarını yerleştiriyor, muhtemel bir halk ayaklanması durumunda toplar halkın üzerine ateşlendikleri zaman ayaklananların kaçacakları yer yok. İşte bu Paris’i, kendisine aydın diyen Türk budalaları şehir zannediyor. Bir zaman sonra insanlar en yakınlarındaki hazineleri görmeyip, başka yerlerdeki şeyleri görmeye çalışır hale gelmişler. Tabi aptallık, insanın burnunun ucundan ötesini görmemesi demektir, değil mi? Yani o da insanlıkta en yaygın olan hastalıktır ve bulaşıcıdır. “

Böylesine bir şehir idraki ve medeniyet tasavvuru bugünün şehir yöneticilerinde var mı? Her şeyden önce onları “nasbeden” siyasî iradede var mı? Siyasî iradenin, şehir plancılarının, mimarların, müteahhitlerin, yerel yöneticilerin şehir deyince; “emlâk değeri yüksek rant alanı, rezidans, AVM, plaza, göğü delen tabutluklar”dan ibaret olduğunda hemfikir olmadığını kim söyleyebilir? Yüzyılımızda “bize mahsus” bir tanımı yapmak gerekirse, bu ‘orijinal’ tanım yeterlidir. 

Bir de Cansever ve Le Corbusier’in endişelerini düşünün… Kim düşünecek? Üstad’ın “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı” idrakinde olanlar düşünecek! Yâni şimdi mevcut olmayanlar!

İdrak böylesine terketti bu ülkeyi!

Yapılar toplumları dönüştürüyor, düzenliyor, yeni biçimlere sokuyor,  yeni hayatlar çiziyor. Bu gayr-i insanî yeni hayatları bize ‘yaşanmaya değer’ sunanlar, şehir terminatörleri değil de nedir?

Başlığımızı tekrar edelim: Kaybettik! İdraki, şehri ve dünyayı!,  






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder