29 Temmuz 2014 Salı

“HES”LERİN ZEHİRİ SOLAKLI’DA MASUMİYETİ KATLETTİ!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Ağustos aylarında, doğduğum topraklara doğru yola çıktığımda içimi garip bir sevinç kaplar. 3 yaşımda ayrılmış olmama rağmen, herhalde yeryüzündeki ilk nefesin ciğerlerimizde bıraktığı tesirden olsa gerek, iklimin çekim gücü bütün benliğimi sarar. Hele de Of’tan Çaykara’ya, doğduğum köye doğru kıvrıldığımda sanki beni bir ana kucaklığıyla saran toprağın, coğrafyanın sıcaklığını duyarım. Coğrafya aidiyetini aşmış bir duygudur bu… Hz. Peygamber’in “sıla-i rahim” üzerinde ısrarla durmasının bir hikmeti de acaba bu mudur?

Bu heyecanla Of’tan vadi boyunca yol almaya başlar başlamaz Solaklı Deresinin (Fuzuli’nin mısraıyla) “başını taştan taşa vurur”casına çağlayarak/uğuldayarak o berrak akışıyla adeta sizi karşıladığına şahit olurdunuz. Kıyısındaki yoldan Of’a doğru gelenlere ise “ne olur gitme” dercesine, adeta yalvarırcasına neredeyse yatağından çıkıp önlerini kesmek ister gibiydi. Vadiye o muhteşem tabiatla birlikte can katan bir dereydi Solaklı.

Binyıllardır coşarak akıyordu Solaklı…
Vadi onunla hayat buluyordu.
Vadinin derinlerinden doğan ve estetik kıvrımlarla denize ulaşan, anasına kavuşan masum bir yavru gibiydi. Vadinin senfonisini denize taşırdı. Ama artık denize, Karadeniz’e kavuşamıyor.

O’ndan ilk haber veren Romalı Arrianus M.S. 131 yılında Roma İmparatoru Hadrianus için kaleme aldığı “Periplo’sunda “…Trapezous’tan 180 stadia uzaklıkta olan ve adını Hyssos Limanı’na veren Hyssos Irmağı’nı ve Hyssos Limanından yaklaşık 90 stadia mesafede olan ve Kolkhis’lilerin ülkesiyle Thianike arasındaki sınırı belirleyen Ophis Irmağı’nı aştık..” der. Ofis ırmağı yani Solaklı deresi. Rivayet odur ki topraklar 1461’de Osmanlı’ya ait olduktan sonra Osmanlı ordusundaki ‘Solak’lara izafeten derenin adı Solaklı olur.

Şimdilerde ismi bile unutuldu. Artık “HES’lerin deresi”…

Yazılı tarihe göre ikibin yıldır akan Solaklı, ne yazık ki insanoğlunun “enerji şehveti”nin ve “kâr/kazanç hırsı”nın kurbanı oldu. Suyu kesilmiş, artık akmıyor. Hayata küsmüş bir biçimde, sadece suyu boşaltılmış yatağı var. Giderek yatağı da kuruyup, dolacak ve artık Solaklı unutulacak. Şu anda ruhu bedeninden ayrılmış bir ceset gibi vadide uzanmış yatıyor.

“Güç zehirlenmesi”yle önüne çıkan her şeyi ezen insanoğlu artık masum tabiatı da kirletiyor, yok ediyor. Korkulur ki helâki de bu yüzden olacak.

Prof. S.H.Nasr “Doğal dünyanın kutsallığı yok edilmekte ve küresel ölçekte, tahmin edilemeyecek şekillerde tahrip edilmektedir. Bunu yapanlar ise çevrelerindeki dünyayı sekülerleştiren ve doğayı hayal edilemeyecek derecelerde tahrip etme kapasitesine sahip bir bilim ve teknoloji geliştirenlerle halâ dinî bir evren içerisinde yaşayanlardır..” diyor. “Ne gariptir ki, doğanın kutsal niteliğinin seküler bir dünya görüşünün egemenliği altındaki modern insan tarafından yok edilmesi bu felâketin doğrudan sorumlusu..” dediği insan türü Doğu Karadeniz’in derelerine kadar musallat olmuş durumda. Hiçbir tepki enerji ve kâr şehvetine karşı duramıyor. Karşı duranlar ânında “marjinal suçlu” damgası yiyor.

“Hayatı olan her şeyi sudan yarattık” buyuran yaratıcının emri unutuldu. Zihinler öylesine işgal edildi ki “enerji” denildiğinde akla elektrik geliyor. Oysa suyun aktığı coğrafyadaki toprak, bitki örtüsü, hayvanlar ve insanlar enerjisini sudan alıyor. Bunu göremeyenler,  tabiatın enerjisini imha ederek “kâr ve kazanç”a konu yapay bir enerji üretiyor.

Tabiatın kendisine emanet edildiği insanoğlu’nun “emanet” diye bir kaygısı yok, onun için emanete ihanet etti.

Kendisine sunulan tabiatı adil ve müşfikçe paylaşmayan, onunla savaşan insanoğlu tabiatta var olan “kosmos”u “kaos”a çevirdi. Nerede bâkir, masum, iffetli bir tabiat parçası görse oraya saldıran caniye dönüştü.

Solaklı Deresi’nde de bu cinayet işlendi. Adım başı gövdesini bir giyotin gibi kesen HES’ler onu HERS’lendirdi. Of-Çaykara ağzında “kırılmak, küsmek” anlamını taşıyan herslenmekten başka bir şey elinden gelmiyor Solaklı’nın.

·         Enerji baronları Solaklı’yı binyıllardır aktığı yatağına yabancılaştırdılar.
·         Kendini tanıyamaz hale getirdiler, coğrafyasını katlettiler.
·         Onun akarken hayat verdiği “kendini ifade edemeyen” diğer canlı türlerini de yok ettiler.
·         İnsan, damarlarından kanın çekilmesiyle ne hale dönüşürse Solaklı da suyunun çekilmesiyle o hale geldi.

Manzara korkunç!
Herslenmesin de ne yapsın Solaklı!
Sahip çıkanı da yok artık!

Önce HES’lere meşruiyet kazandırmak ve tepkileri yok etmek için “can suyu bırakacağız” yalanına başvurdular. Yalanla başlayan katliam, iş makinelerinin süngülemeleriyle gövdesini delik deşik etti, kanını/suyunu akıttı, yok etti.

Bir diğer tasarlanmış yalanla “nehirler boşa akıyor, şu kadar dolarlık enerji üreteceğiz, ülke ekonomisine katkı yapacağız, enerji açığını kapayacağız” diyerek küstah baronlara gövdesinin her bir parçasını pazarladılar.

Bunları yapanlar “yerli” maskeli güç/iktidar sahipleri… Yer’leri malum ama ‘yerlilik’leri meçhul bu ‘güç zehriyle donanmış’ olanlar, “tüm yeryüzü bana mescid kılındı” diyen bir Peygamberin bu ölçüsüyle tabiattaki âhengi korumaları ve yaşatmaları gerekirken, ne yazık ki ahenkten rahatsız oldular. Kazanç şehveti tabiattaki masumiyete savaş açtı.

Tabiatı “insanca tasarruf” ontolojik varlık tasavvurunun göstergesidir. Varlığı idrak diye bir meselesi olmayanlar veya idraki sadece “bilgiden ibaret” bir zihni eksersiz zannedenlere ne söylenebilir ki? Bu bağlamda; Solaklı’yı yok etmekle insanoğluna emanet edilen tabiatın “kutsallığı”nı yok edenler, yeryüzündeki ‘ilâhî işaretleri’ yok ediyor aslında.

Gücü ve menfaati her şeyden üstün tutan bu insanlar Yaratıcı’nın yeryüzündeki muvazenede var ettiği canlıları yok etmekle ilâhi dengeye müdahale etti.

Solaklı kendisini katil HES’lere teslim edenlere karşı sadece HERS’leniyor.

İktidar olanlar, “ne yaptım, neye sebep oldum” muhasebesini yapmadıkça, muktedirliklerini masum tabiata musallat olarak gösterdikleri sürece kahr-ı ilâhiden kaçamayacaklardır.  Helâki de hep birlikte yaşayacağız.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN LOZAN’DA VERİLEN TAVİZLER’E DAİR TAVRI…

Yahya Düzenli


24 Temmuz, Lozan Antlaşmasının 91. Yılı…
 
Tarih yapılırken farkına varılmayan bazı gerçekler, gün gelir tarih yazıldıktan sonra fark edilir. Bu anlamda, toplumların geleceğinin inşa edileceği ‘kırılma anları’nda ortaya konulacak tavırlar ve fikirler ‘gerektiği yerde gerekeni yapma’ veya “keşke” pişmanlığıyla tarihin hafıza defterinde yerlerini alırlar.


 İlk Meclis’te Trabzon milletvekili olan Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey’i de hatırlamak ve Lozan vesilesiyle meclisteki uyarılarına kulak vermek, coğrafyamızda meydana gelen/gelecek yeni tarihî gelişmeler için önemlidir.

Aynı mecliste zabıt kâtibi olan rahmetli Mahir İz, hatıralarında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’le ilgili Zabıt Müdürü Zeki Bey’e “Bu zâta dikkat edelim, küçük bir hakkını korumak isteyen bu zât ileride çok mesele çıkartacaktır”  der.

Nitekim, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan sonra Ankara’da I. Millet Meclisi’nde de Trabzon Mebusu olarak yer alan Ali Şükrü Bey, görev yaptığı süre boyunca her konuda feraset ve basiretle çıkışlar yapmış, ikazlarda bulunmuş ve ülkenin geleceğini etkileyecek uluslararası konularda da şahsiyetli bir duruş ortaya koymuştur.

Bunun en açık örneği Lozan görüşmelerindeki tavrıdır. İsmet İnönü başkanlığındaki heyetle 20 Kasım 1922’de başlayıp 24 Temmuz 1923’te sona eren görüşmeler sonucunda İngilizlerin direktifiyle Batı Trakya, Adalar, Batum, Musul-Kerkük gibi önemli coğrafyalar elimizden çıkmıştır. Bugün 91 yıl sonra Lozan’ın kimi kesimlerce hâlâ zafer olarak nitelendirilmesi Nasreddin Hoca’nın “tersine çevrilmiş kuyu” olarak ifade ettiği minare tarifini akla getiriyor.

Lozan’a gönderilen heyetin basiretsizliği, yetersizliği ve görüşmelerin meclisten gizli yürütülmesi üzerine muhalif  II. Grup yoğun eleştirilerde bulunmuştur. Bu eleştirilerin en şiddetli ve muhtevalı olanları TBMM’nin açık ve gizli oturumlarında Ali Şükrü Bey tarafından yapılmıştır. Ali Şükrü Bey, Lozan’daki hezimetin sebebinin Mustafa Kemal olduğunu meclisteki gizli celse konuşmalarında defalarca ifade etmiştir.

Ali Şükrü Bey’in müthiş muhalefeti başta M. Kemal ve Rauf Orbay olmak üzere I. Grubu ürkütmüş ve mecliste tartışmayı aşan karşılıklı kavgalara kadar uzanmıştır.

İşin trajik tarafı Ali Şükrü Bey Lozan görüşmeleri başladıktan 4 ay sonra 27 Mart 1923 günü vahşice bir cinayetle şehid ediliyor. Şehadetinden 4 ay sonra da Lozan anlaşması imzalanıyor.

Ali Şükrü Bey, Lozan işbirlikçilerinin korkulu rüyası idi, kâbusları idi. O, kavî bir mü’min, taviz vermez bir şahsiyetti ve Üstad Necip Fazıl’ın tesbitiyle “mahrem renkleri ve gizli mânâları sezdiği” ve bu yönde tavır aldığı için katledildi.

Israrlara rağmen Lozan Konferans tutanakları, yapılan protokoller ve verilen tavizler ısrarla meclisten gizlenmiş, bunun üzerine Ali Şükrü Bey söz alarak, 27 Şubat 1923 tarihli “gizli oturum”da“Salim bir karar vermek için her meseleyi bilmek mecburiyetindeyiz… Görüyorum ki hükümetten ilk teklif ettiğim ve başkanlık tarafından da, ‘verileceği muhakkaktır’ diye söylenilen zabıtları elde etmek imkanı yoktur…” şeklinde konuşarak,“Lozan’daki görüşmeleri İstanbul ve Lozan’daki gazetecilerden işittiği”ni ifade etmiş ve “Bunları anlamak için mutlak zabıtları görmek mecburiyetindeyim. Şimdi gazetelere filana müracaat doğru değildir. Siz malumat vermezseniz, gazeteden almayalım, nereye müracaat edeceğiz?” diye feryat etmiştir.

Ali Şükrü Bey, 3 Mart 1923 tarihli “gizli oturum”da da söz alarak “Beyefendiler, esas bozuk olunca onun üzerine konulacak bina çürük olur. Bu bakımdan müzakerelerin esası çürüktür. Çürük olduğu için bu müzakerelerden bir şey neticelenmez. Sebebi: Efendiler, bütün illet bir noktadadır. O da Meclisimiz yasama ve yürütme yetkisine sahip bir meclistir. Fakat hükümetimiz adeta kalbine bildiği usulle siyaset döndürmek istiyor. Yani yaptığı projeyi bizden saklıyor… Ben yürütme yetkisine sahip olduğum halde böyle gizli olarak hükümetin değil, hükümetin etrafına toplanacak büyük bir zümrenin dahi yapacak olduğu işten mesuliyet kabul edemem..” diyor ve şöyle devam ediyor: "Açıkça Karaağaç ile Musul’u verirseniz müzakereye devam ederiz. Vermezseniz bunun vasıta olması ihtimali de vardır. Onun için hükümet bize mukabil projeyi, yani hazırladığı projeyi buraya getirir verir… Fakat gariptir efendiler, bizden saklanılan proje yarın verildiği anda bütün Avrupa gazeteleri de yazacaktır. Sonra biz de burada yasama ve yürütme yetkisine sahip bir heyetiz. Onun için bu proje buraya gelir, madde madde müzakere edilir, ondan sonra Heyet-i Vekile’ye lazım gelen istikamet verilir. Onun üzerine yürür; kabul ettiğimiz idare şeklinin icabı budur. Eğer bu kabul edilmez de gizli bir siyaset takip edilmek istenirse, ondan kimse mesuliyet kabul etmez. Efendiler çünkü mesele memleketin istiklali…”

5 Mart 1923 tarihli gizli oturumda yine söz alan Ali Şükrü Bey,“Mehmetçiğin süngüsü vazifesini ifa etmiştir. Maalesef o süngünün temin ettiği zaferi yeşil masa başında daima kaybeder.” diyerek sözüne devam eder: “Ve bütün dönüm noktaları ve basamakları hepimizin malumudur ve neticede bu kazanılan zaferin büyüklük derecesi de cihanın malumudur. Fakat Bu kadar muazzam zaferi elde etmek için milletin yaptığı fedakârlığın derecesi malumdur. Bunun karşısında biz değil, devletler talip oluyor. Evvelce talip biz idik ve anlaşma imzalamaya karşımızda adam bulamıyorduk. Çünkü bizimle konuşmaya tenezzül etmiyorlardı ki bugün devletler bize diyorlar ki, aman yürümeyin, delegelerinizi gönderin, sulh yapalım. Vaziyetimizin farkını anlayınız efendiler. Bir müzakere yapıyoruz, neticede efendiler eli boş kalıyoruz ve üç aylık sulh müzakerelerinin neticesi olarak düşmanlarımızın lehine meydana gelen gelişmeler dolayısıyla, maalesef sonuçta sırf müzakere açabilmek için taviz vermek kararında bulunuyoruz ve onun için heyetten bir karar değil, malumatınız olsun; şu tarzda tavizle müzakereye gireceğiz deniliyor…”

Ali Şükrü Bey, aynı oturumda tekrar söz alarak Lozan görüşmelerinin akıbetine ilişkin “Şu vaziyet karşısında görüyorum ki, fırsat hemen hemen ebediyet kaybedilmiştir. O zaferin icap ettirdiği sulhu elde edebilmek fırsatı bugün ebediyen kaybolmuştur.”  şeklinde konuşarak müthiş basiretiyle Musul ve Kerkük konusunda şunları söylüyor: “Musul’u kim terk etmiştir? Efendiler soruyorum; düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha geri iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak, bir Mısır yapmak demektir. Bu bakımdan neticede kaybetmek demektir. Bu da Girit gibi gidecektir. Dolayısıyla Musul’u bırakmak doğru değildir. Efendiler, bu siyasete benim aklım ermiyor. Ben Musul’da bulunmadım, oraları bilmiyorum, fakat okuduğum üzerine söylüyorum. Süleymaniye, Kerkük, Zaho filan, bilmem nereleri vardır. Buraların alt komisyonda bize verilmesi görüşülmüş ve bize bırakılmış efendiler. İşittiğimize göre bu saydığım kısımlar da Musul’un üçte ikisi imiş… Pekalâ alt komisyonda buraların verileceğini söyleyen bir İngiliz delegesi dururken bugün bütün Musul’un bir sene sonraya, yani tamamının askıya alınmasındaki düşünceyi anlayamıyorum. Ayıp değil ya, ben bu düşünceyi bir türlü kavrayamıyorum.”

Meclis’in açık ve gizli oturumlarında Ali Şükrü Bey’in Lozan’la ilgili daha birçok konuşmaları var. Sadece bu konuşmaları bile onun Osmanlı bakiyesi topraklar konusunda nasıl bir hassasiyet sahibi olduğunu göstermeye yeter.

Yeni Cumhuriyetin banileri Ali Şükrü Bey’i katlettirmekle her adımla karşılarına dikilecek en önemli engeli böylece aşmış oldular. Lozan’dan sonra sırayla gündeme gelecek (özellikle 1923-1934 arası) devrimlerin de en büyük muhalifini ortadan kaldırdılar.

Lozan hezimetinde tarihe ve geleceğimize leke sürenler, ancak Ali Şükrü Bey’in muazzez şahsiyetini ortadan kaldırarak bu büyük lekeyi sürebilmişlerdir.

Bugün Lozan’da başta Hilafetin kaldırılması olmak üzere “nelerin verildiği” göz önüne alındığında, Ali Şükrü Bey’in şehid edilme sebebini daha net anlayabiliyoruz.

Lozan’dan 91 sonra yanı başımızdaki Irak ve Suriye’de tarihî olaylar yaşanırken Lozan’ı ve Ali Şükrü Bey’i yeniden hatırlıyoruz.

Bugün, Lozan’ın 91. yılında Ortadoğu’daki sınırlar kanlı bir şekilde yeniden çizilmeye çalışılırken, coğrafyalar yeniden şekillendirilmeye uğraşılırken, bir asır sonrasını görebilen Ali Şükrü Bey’in uyarılarına bir daha kulak vermek gerekiyor.

O’nun meselelere vukûfiyeti, üslubu, diyalektiği ve fikir öfkesi bugünün milletvekillerinde bulunmayan hususiyetlerdir. 39 yaşında bu derece donanımlı, duyarlı, şahsiyet heykeli Ali Şükrü Bey çapında bir Trabzon Milletvekili’ne daha rastlayabiliyor muyuz?

O’nu katledenler, belki gövdesini ortadan kaldırdılar ama bir asır sonra bile inandıklarıyla, fikirleriyle, isabetli görüşleriyle, tavizsiz duruşuyla hâlâ hatırlanıyor.

O inancının, tarihînin ve coğrafyasının davacısı idi. 

Acaba muhaliflerince katlettirilmeseydi, Lozan’da heba edilen topraklar bugün bizim elimizde müthiş bir stratejik zenginlik kaynağı olmayacak mıydı?

I.Meclis’te oldukça uzun açık ve gizli oturumlara ve Ali Şükrü Bey’in kitaplık çapta konuşmalarına sahne olan Lozan görüşmelerini yakın tarihimizin aydınlatılmasını beklediği sayfalar olarak gördüğümüzü ifade ederek O’nun şu sözleriyle bitirelim:

“Devletlerin hayatı birçok değişikliğe tabidir ve birtakım med ve cezri vardır. Burada bugün ehemmiyetsiz görülen mesele, yarın zaaf zamanımızda bizim başımıza bela olur. Tarih tekerrürden ibarettir.  Hepiniz bilirsiniz ki hediye şeklinde verilmiş bazı müsaadeler, son asırda, bizi olduğumuz yerde bağlar bir esaret zinciri olmuştur. Şimdi bendeniz korkarım ki, şuraya konan ve ehemmiyetsiz görünen bu madde ileride atalarımız ve torunlarımız için yeni bir kapitülasyon teşkil edecektir…”

Ali Şükrü Bey’in Meclis konuşmaları ve kendi çıkardığı Tan Gazetesi’ndeki yazıları yakın tarihe şahitlik eden, geleceği aydınlatan metinler olarak ilgilileri beklemektedir.

Trabzon’un bu cesaret, şecaat, feraset ve basiretli şehidine rahmet ve mağfiret diliyoruz.
    





14 Temmuz 2014 Pazartesi

TOKİ’NİN HARÂBÂTI ÜZERİNE…

Yahya Düzenli

Rivayet olunur ki, İlhanlı hükümdarı Keygato bir gün veziri Ahmed’e sorar:


-İstiyorum ki, harabeye yüz tutmuş olan Zengân şehrini Tebriz gibi bayındır bir hale getireyim… Bu işi nasıl başarabilirsin?”

Vezir, hükümdarın huzurunda yer öperek şu cevabı verir:

-Sultanım, bu iş çok zor ve uzun sürer, ferman buyurursan Tebriz’i şimdi bir saat içinde Zengân’dan daha harap bir hale getirebilirim…

Bu hikâye bize devletin “toplu konut aygıtı TOKİ”yi ve onun seyyiâtını/günahlarını hatırlattı.

Bir an, bizim hükümdârın şehirlerimizi ‘mâmur ve bayındır’ yapma idrak ve iradesi olduğu(!)nu farz ederek bu işi TOKİ’ye havale ettiğini varsayalım. Nitekim ülkenin şehircilik uygulamaları büyük ölçüde TOKİ’ye havale edilmiş durumda. TOKİ’nin 81 ilimizde yaptıklarını görünce, İlhanlı Veziri’nin verdiği cevaba uygun, hummalı bir tahribâtın yıllardır sürdüğüne şahit oluruz.

İlhanlı Veziri’nin Tebriz’i harap hale getirmesine müsaade edilmemiştir ama TOKİ’nin şehirlerimizi tahribâtına yol açıldığına şüphe yok. Şehri mâmur etmekle uğraşmak meşakkatli olacağından tahrip etmek çok daha kolay ve meşakkatsiz! Hem de yaptıklarınızla tebcil edilirsiniz, alkışlanırsınız!

“İnşa ederek imha etmek nasıl olur?” diye bir soru sorulsa, cevap olarak TOKİ uygulamalarını göstermek yeter.

Öncelikle belirtelim ki; dünya şehircilik tarihinde ilk defa icad edilmiş, eski “mahalle”den intikam alırcasına ve mahkumların toplu koğuşlarını çağrıştırırcasına “toplu konut” olarak adlandırılması da geleneğimize, hayat tarzımıza saplanmış bir hançer. 

Devletin vatandaşına ucuz konut yapmak, gecekondulardan şehirleri temizlemek ve yeni bir şehirleşme modeli oluşturmak için ihdas ettiği TOKİ, ne yazık ki özellikle de son yıllarda, adeta boş bir coğrafya görünce orayı işgal ve mahvetmek için şuuraltındaki vahşet hisleri canlanan bir saldırgan gibi şehirlerimize musallat oldu. Şehirlerimizin büyük ölçüde tahrip olmuş karakterini bütünüyle yok etti. Diktiği şekilsiz kulelerle insanın mı yoksa başka bir canlı yaratığın mı ‘barınacağı’ meçhul ucubeleriyle de icraatlarına devam ediyor.

Hayvanat bahçelerinde bile her tür hayvanın yaşayabileceği çevre ve mekânlar sun’i bir biçimde birbirinden farklı inşa edilirken, insanın yaşayacağı mekânlar konusunda hiçbir hassasiyet taşımayan bu zihniyetin ürettiği barınaklar, ne yazık ki kabul de görüyor. Çünkü müthiş bir zevksizlik anestezisi altında kötü, çirkin ve yanlışın iyi, doğru ve güzel olarak telkin edildiği bir topluluğun çaresizliği TOKİ’nin yaptıklarını meşrulaştıryor.

Muhakkik-mimar rahmetli Turgut Cansever'in 1996 Habitat II İstanbul Konferansı’na sunduğu bildiri “Şehir ve konut üzerine düşünceler”deki şu paragrafı başta siyasî iktidar olmak üzere onun ‘toplu konut aygıtı’ TOKİ’nin yapmaya muktedirken yapamadıklarına temas ediyor: “Yeni kurulacak şehirlerin yerlerini, büyüklüklerini tayin etmek üzere ülke ölçeğinde iktisadi faaliyetlerin ve nüfusun nasıl dağıtılacağını bir strateji planı ile belirlemek gerekecektir. Bölge ölçeğinde planlar ile, İktisadi sosyal faaliyetlerin dağılımını ve kurulacak yeni şehirlerin yerini, ölçülerini, bunların gerçekleşme ana programlarını belirlemek, ancak devlet eliyle yapılabilecek olan bir husustur.”

Hiçbir yeni şehir kuramamış, daha da trajiği "yeni şehirler nasıl kurulur" meselesi üzerine kafa yormamış, aksine şehirlerin nasıl tahrip edileceği konusunda mahir olan bir zihniyete Cansever’in tespitleri/teklifleri bir şey söyleyebilir mi dersiniz!

Otuz yıl önce kurulan TOKİ, seyyiâtını müthiş bir toplumsal hasenât gibi Web sitesinde “Planlı kentleşme ve konut üretim seferberliği” olarak ilân ediyor; “81 il ve 800 ilçede 631 bin 352 konut rakamına ulaştığı”nı belirtiyor,  “Bu rakam 100 bin nüfuslu 23 adet şehir demektir” diyor ve ayrıca “İkinci 500 bin konut üretimi”nden bahsediyor.

Hele bu yaptıklarından sonra yapacağıİkinci 500 bin konut üretimi” için “Tarihi doku ve yöresel mimariyi geliştirmeye, örnek yerleşim birimleri oluşturmaya” öncelik vereceklerini belirtiyor.
TOKİ’ye bu suçlamaları yöneltirken, şehirlerin gecekondulardan temizlenmesi gerçeğini göremiyor muyuz? Ucuz konutlara dar gelirlilerin yerleştirilmesini mi eleştiriyoruz?
Bizde mi görme bozukluğu var? Yoksa TOKİ’nin seyyiâtını hasenât (kötülüklerini iyilik) gibi sunan peşrevlerinin illüzyonu bütün bir ülkeyi sarmış durumda mıdır?

Bir sabah uyandık ki; Moğol ve Haçlı istilâları gibi etrafımız TOKİ tabutluklarıyla kuşatılmış. Bir sabah uyandık ki;  Üstad Necip Fazıl’ın “çıkartma kâğıdı şehri” dediği türden yapıştırmalarla şekilsiz betonların arasında kalmışız.  

TOKİ; şehirlerimizin genetiğini sarstı!
TOKİ; tarihî şehir ve mimarî stokumuzu idrak edemedi, aksine unutturarak imha etti.
TOKİ; şehir ve medeniyet birikimimizden nasiplenemedi!
TOKİ; bir daha ıslah edilemeyecek biçimde şehirlerimizin havzalarını tahrip etti!
TOKİ; siyasîlerin söylem şehvetini kamçılıyor, damak zevkini kışkırtıyor!

TOKİ, bugünden geleceğe korkunç şehir travmalarına yol açan toplu tabutluklar inşa etmeye, hiçbir eleştiriye aldırış etmeden devam ediyor.  

Türkiye, son 12 yılda siyasî istikrarı sağlayarak her alanda büyük imkan ve fırsatı yakalamış ancak ne yazık ki şehir ve medeniyet idrakinin kaybı artarak sürmüştür. Üstad’ın deyimiyle “güneşi ceketinin astarında kaybetmiş” ve “yabancı iklimlerde el yordamıyla arayan”, “ben idraki”nden yoksun bir zihniyetle şehirlerimizin gittikçe derinleşen krizine çare bulunamıyor.

“Neyi kaybettiğini hatırla”diyen şair boşuna ikaz ediyor. Çünkü şehri gecekondulardan temizleme misyonunu şehrin hafızasını temizlemeye dönüştürmüş bir TOKİ ve şehircilik zihniyetiyle karşı karşıyayız.

Kadîm zamanlarda şehirler istilâ edilerek yıkılırdı. Modern zamanlarda ise TOKİ mamulü tabutluklar inşa ederek yıkılıyor!

Ne acıdır ki Türkiye, belki yüz yılda bir yakalanabilecek “yeni şehir kurma” imkân ve fırsatını kötüyü, yanlışı, çirkini inşa ederek kaçırdı. Hem de yerli, tarih ve medeniyet iddialı bir siyasî iktidar eliyle.

Medeniyet kökleri üzerinde yeni şehirler kuramayan, şehirlerini ve şehircilik politikalarını“kifayetsiz muhteris”lere ihale eden bir ülkenin âkıbeti hayr olabilir mi?

Yazımızın başındaki İlhanlı Veziri’nin Hükümdar’a verdiği “Tebriz’i şimdi bir saat içinde harap bir hale getirebilirim” cevabı 700 yıl sonra ülkemizde gerçekliğe dönüşüyor.

Şehirlerimizde harâbât o kadar büyük ve korkunç, o kadar âşikar ki, göremiyor, idrak edemiyoruz!

Öyle bir tahribat ki yeni bir “zuhurat”a meydan vermeyecek derecede!





7 Temmuz 2014 Pazartesi

BİR AYDININ FERYÂDI: “ŞEHRİMİZDE YANGIN VAR!”

Yahya Düzenli

Mayıs 1955 tarihli bir mecmua, “İstanbul Sevdâlıları Ne diyor?” başlığıyla dönemin aydınlarına içinde cevabın ipuçlarını da ihtiva eden bir soru soruyor. 1955’te sorulan bu soru aslında başta tarihî şehirlerimiz olmak üzere bütün şehirlerimizin akıbetine ilişkin hayatiyet taşıyor.

Bugün kimisi son nefesini vermemek için çırpınan, kimisi de kendisini ölümün pençesine bırakmış bir şekilde can çekişen şehirlerimizi kurtarmak için yapılması gerekenlere ilişkin sorulan bu soruya bırakın bugün cevap vermeyi, böyle bir soru sormayı bile yıllardır unutmuş bir haldeyiz.

Şehirlerimizin son yıllarda yaşadığı trajedi karşısında, ülke çapında feryâd ederek “yangın var!” çığlığını kopartacak şehirci, mimar, sanatçı, aydın, yerel yönetici, siyasetçi vs. “şehir derdi taşıyan” herkesin ayağa kalkması gerekiyor. Tuhaftır ki, facianın büyüklüğü gözleri o derece kör etmiş ki, yangını şehrayîn izler gibi şehevî bir zevkle seyrediyoruz.

Söz konusu mecmuanın “Kimse kimseden şehrin şahsına yapılan tecâvüzlerin hesâbını sormuyor” diyen duyarlı şehir sevdalısı yazarının uzun sorusunu ksaltıp, zihnimizde kendi yaşadığımız şehri canlandırarak aktaralım:

“İstanbul’u sevenlere, şehircilik mütehassıslarımıza, mimarlarımıza, tarihçilerimize kısaca bütün aydınlarımıza sesleniyoruz: İstanbul’u yürekler acısı hâlinden, gafletlerimizden ve ihmallerimizin elinde oyuncak olmaktan, bozulup çirkinleşmekten, rüyâsını, sihrini, câzibesini kaybetmekten kurtarmak için ne yapalım? Ne yapalım ki İstanbul’un şahsiyetine her gün bir türlü tecavüz eden başıboş inşaat bir nizâma girsin, kaçak katlar, gizli yapılar durdurulsun, sokaklarımız temiz, âbidelerimiz bakımlı, yeni yapılarımız bu şehrin ruhuna, havasına, manzarasına uygun düşsün. Emsalsiz bir açık hava müzesi halinde kendini dünyaya arzeden bu minareler ve mor salkımlar beldesini bu terkedilmişlikten, bu yamalı bohça hâlinden, kim, hangi ihlâslı el kurtaracak?..”

Şehirlerimizin bugün yaşadığı müthiş kaosun 60 yıl önceye dayanan sebeplerine de değinen bu soruya, önemli edebiyatçılarımızdan, Sâmiha Ayverdi’nin sorumlu bir aydın bilinci ve bir şehir sevdalısı olarak verdiği cevabını okuyalım:

 “Şanlı bir medeniyetin hem çiçeği hem meyvesi olan İstanbul şehri bugün soysuz, şahsiyetsiz ve çirkin ise bunu sâdece iktisâdî zaruretlere ve günlük şartlara bağlamak yanlış olur kanaatindeyim. Filvâki (gerçekte) kütlenin sanat terbiyesi ve zevk standardında, refah seviyesinin değeri inkâr edilemez. Ancak iktisadi imkânları hazırlayan oluşların, o kütlenin fikir ve içtimaî seviyesi ile mütenasip bulunduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Binaenaleyh bence ortada olan sadece bir İstanbul davası değil, bilhassa İstanbul’un çehresinde ifadesini bulmuş olan bir memleket meselesidir.

….Bediî heyecanlarının da sıklet merkezini teşkil etmiş olan İstanbul şehri, fethi tâkip eden ilk günlerden başlayarak, vakarlı, seviyeli ve seciyeli bir mimarlık ve şehircilik dehâsı ile, asırlar boyu irfan ve sanat hamlelerinin çıkış noktası olarak giyinmiş, kuşanmış, süslenip bezenmiş ve neticede bir medeniyetin vâsıl olabileceği en sık ve en düşündürücü mihrak noktası haline gelmiştir. İstanbul asırlar boyu bir aklıselim ve zevkiselimin muvazeneli ve kararlı rehberliği ile Müslüman-Türk damgasını her karış toprağına bir başka çeşni ile vururken bu zihnî ve ruhî değerlerle müsâvî ölçüde beslenmiş bir cemiyetin tabii hatta zaruri  tekevvünü idi. Eğer bugün o dillere destan olmuş şehir, istifsiz, nizamsız, şuursuz bir taş ve tuğla yığını haline gelmişse bunun da sebebini gene cemiyet mukadderatının, zar atar gibi, tesadüflere veya el çabukluğuna bağlı istikrarsız ölçülere dayanmasında aramak lâzımdır. İstanbul’u kurtarmak için İstanbul’u sevmek kâfi değildir.

İstanbul’u İstanbul yapmış olan değerleri tanımak, bu değerlere karşı açılmış olan gâfil veya kasıtlı mücadelelerden vazgeçip, suçu koyunlarda değil, çobanlarda aramak lâzımdır.

…Bir güzellik terbiyesinin, bir iç üslûbunun, hatta bir hayır fikrinin yekûnu diyebileceğimiz zevkiselîm ancak bir medeniyet potasının ince eleyip sık dokuduğu tecrübe ve davranışların semeresidir.”

Ayverdi, “Bâzı parçaları kaybolmuş, bâzıları dağılmış ve kırılmış bir makinayı atölyede tamir edip yeniden montajını yapmak mümkündür. Ama bir medeniyet bahis mevzuu olunca aynı ameliyeyi kısa bir vâde içinde tatbik etmeyi düşünmek ne dereceye kadar doğru olabilir, bilemeyiz” şeklinde cevabına devam ederek “şehri, yürekler acısı çilesinden kurtarmak için ona hususi bir kanun ve hususi bir anlayışla el koymak lazımdır. Hareket noktası bir tarih, bir sanat ve memleket endişesi olması icap eden bu kurtarıcı eli öpmek her vatandaşa düşen bir borç olacaktır.” diye cevabını bitirir.

Ayverdi’ye İstanbul’un geleceğine dair sorulan sorudaki “İstanbul” yerine içinde yaşadığımız şehrin ismini koyarak aynı soruyu sorup aynı cevabı alabilir ve şehirlerimizin/şehrimizin şifası için önemli bir reçete kabul edebiliriz. Ayverdi’nin cevabı, kimilerine nostaljik ve platonik gelse de şehirlerimizin yok oluşunun trajik hikayesini ve yeniden nasıl ihya edilebilir sorusunun cevabını sentetik bir biçimde içinde taşıyor. 

Altmış yıl önceki bu aydın feryâdından bugüne geldiğimizde gördüğümüz şey: Ortalığın adeta şehirler mezarlığına dönüştüğüdür.

Ayverdi gibi, mukakkik mimar rahmetli Turgut Cansever başta olmak üzere, birçok irfan adamı, sanatçı, edebiyatçı, tarihçi, şehirci, mimar gibi insanların feryâdlarına o gün de kulak tıkanmıştı bu gün de tıkanıyor. Hatta şehrin genetiğinden, irfanından intikam alınırcasına hafızası yok ediliyor.

Gafil veya kasıtlı olsun her iki yolun da şehir imhası sonucunu doğuran şehir saldırganlığı ve imhası hiçbir devirde bugünkü kadar dehşetli hâle gelmemişti.  Ayverdi'nin, “cemiyetin mukadderatına zar atar gibi tesadüfler” olarak bahsettiği şehir yıkımları bugün tasarlanmış bir biçimde sürüyor.

Şehir ihyası adına şehir imhasının bu derece katliâma dönüşmesi karşısında ne bir aydın tepkisi var, ne de bu hâlden rahatsızlık duyan.

Ne acıdır ki, şehirlerimize “kurtarıcı” diye üşüşenlerin şehvete dönüşen “kentsel dönüşüm” uygulamaları, insanoğlunun şehirde helâkini hızlandırmakta ve “ba’sü badel mevt”siz bir ölümü hazırlamaktadır.

Tanzimat’tan beri devam eden, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan, son yıllarda da şahsiyetsizlik marazını heykelleştiren bir hâl alan şehirlerimizin katliâmı Moğol şehir istilâlarıyla mukayese edilse yeridir!