“Ey
genç adam yolumu adım adım bilirsin
Erken gel, beni evde bulamayabilirsin”Üstad N.Fazıl
Tanzimat’la
başlayıp meşrutiyetle devam eden ve Cumhuriyetle büyük yıkım ve kıyım projeleriyle devam eden İslâm’ı yok etme
girişimlerine karşı verilen mücadelenin “remz şahsiyet”lerinden en önemlisi
Üstad Necip Fazıl’dır. Ondört asırlık sahih İslâmî birikimin sıhhatli gelenek
kalıpları içerisinde orijinalitesi muhafaza edilerek yenilenip bugünki
nesillere tevarüs etmesinde en önemli te’lif hakkı Üstad Necip Fazıl’a aittir.
Bir
mütefekkir “İnsanlar da kuyulara benzer,
içlerinde boğulabilirsiniz” der. Bu türden bir insanı yani Üstad Necip
Fazıl’ın hayat ve eserlerine bu tanım içerisinde baktığımızda, bu cümlenin
sonunu şöyle dönüştürebiliriz: “içlerinde
hayat bulabilirsiniz!”
Üstad
Necip Fazıl’ın doğumunun veya vefatının yıldönümlerinde birtakım alışılmış
şablonlarla anmanın sıradanlığı ve sığlığı neredeyse gelenek oldu. Oysa ki O’nu
anmak değil “anlama”nın artık ontolojik bir hal arzettiğini düşündüğümüzde,
“Necip Fazıl kimdir?” sorusuna doğrudan bir cevap vermek gerekir. Onun kim
olduğunun cevabını almak için vasiyetinden bir paragrafı okuyalım: “Eğer bu kâmusluk bütünü (eserlerini-hayatını)
tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz ‘Allah ve
Resulü, başka her şey hiç ve bâtıl..’ Devam ediyor :”Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele
düşmanlarını!... Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız !
Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler
bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !”
İşte
kendi kaleminden Üstad Necip Fazıl. Hayatını eser, eserini de hayatı bilmiş mesajını
duruş, duruşunu da mesaj haline
getirmiş bir büyük inanmış
karşısındayız.
O’nun
hayatı bir şablon cümleyle ifade edersek; kaynağını
nereden aldığıyla enerjisini nereye
akıttığı arasında yaşanan müthiş bir içe
yönelik nefs murakabe ve mücahedesi ile
dışa yönelik cemiyet mücadelesinden
ibaret bir “yaşanmaya değer” hayattır.
O;
insan memuriyet ve mes’uliyetinin
yakıcı bir şekilde derinliğine idrakindedir ki;
“Ben ki toz kanatlı
bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü kaf dağı
Bir zerreciğim ki arşa
gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı” mısralarıyla bunu ifade etmiştir.
Üstad
Necip Fazıl; gerek şiirlerinde gerekse de diğer bütün eserlerinde kim olduğunu ifade ederken aynı zamanda
muhataplarının kim ve ne olmaları
gerektiğini de ifade ve ihtar eder! Tıpkı yukarıdaki mısralarında olduğu
gibi. Bu mısralarında Allah’ın insana
yüklenmiş olduğu temel görev ve ödevin
hakikatini idrak etmenin Üstad’da dev
sancılar haline gelişini görüyoruz.
Üstad’ın
birbiriyle en alâkasız gözüken mısralarıyla eserlerinin derinden birbirleriyle
irtibatlarını kurabilen ehl-i irfan O’nun
“Çile”siyle yapmak istediğinin “İdeolocya Örgüsü”yle yapmak istediğinin aynısı
olduğunu anlar. Onun için O’nun insan ufkunun ötesine varan tecrid yüklü mısralarıyla, dışından teşhis yüklü görünen mısralarının
mihrakı aynıdır.
Yâni
yukarıdaki mısralarıyla, “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti, Ne
yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?” mısralarındaki teşhiste de kim olduğu ve ne
yapmak istediği yatar. O; mukaddes emanetin dâvacısıdır. Allah’ın
peygamberleri vasıtasıyla insanlığa gösterdiği doğru yol ve doğru emanetin
davacısı… Sadece insanın kabul ettiği
emanet.. Peygamberler eliyle son peygambere kadar gelen ilâhi emanetin davacısı.. İşte Üstad’ın yaşadığı zaman diliminde kim
olduğunun ifadesi budur..
Üstadın
düşüncelerinin, istikametinin henüz tam olarak yatağına oturmamış olduğu 23
yaşında (1927) “başını bir gayeye satmış
kahraman gibi” ifadesiyle, 45 yaşında (1949) meşhur Sakarya Türküsü’nde “Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun”
mısrası ve en nihayet 79 yaşında (1983) vefatından kısa bir süre önce yazdığı “Allah
Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum; Öyle zayıfladım ki sonunda herkül
oldum!” mısraları Üstad’ın hayatının kendini idrak ettiği günden son
nefesine kadar her şeyiyle “bir mukaddes gayeye adanmış hayat”
olduğunu ortaya koyar.
O’nun
hayatı, suyun bu yakasında kimi edebiyat müsveddelerinin yaptığı tasnifle
“önceki hayatı”, “sonraki hayatı” şeklinde parçalı bir hayat değildir. Bunu
anlamak için 20 yaşında yazdığı “Allah” şiiriyle “Ya hû” şiirlerine bak yeter.
Tabii anlayacak idrak gerek ! Çıkış noktası Allah, varış noktası Allah olan bir
yaşanmaya
değer hayat… Yani O’nun hayatı asla tashihe muhtaç bir hayat
değildir.
O’nda
(kimi idrak yoksunlarının anlayamadıkları) kibir
şeklinde tezahür eden duruşu; temsil
ettiği fikrin izzetinden kaynaklanan vakardır.
O;
büyük, yüce, mükemmel, vs. gibi beylik kelimelerle, şablonlarla, barkotlarla
anlatılmaktan uzaktır. Buna rağmen gene de söyleyecek olursak; O’nun büyüklüğü taşıdığı yükün ağırlığından
ve büyüklüğünden gelmektedir!
O
kimileri fark etmese de, Allah ve Resulü gayesine mıhlanmış, kıyamete kadar
gelecek olan “mukaddes yüke hamal” büyük taşıyıcıların büyüklerindendir...
Üstad’ın
Hacc’ı sırasında Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimizin kabrinin önüne
geldiğinde yaptığı o insanı eritici dua ve şu sözü O’nun tüm kimliğini ele
vermeye yeter sanıyorum. Diyor ki Ravza-i mutahhara’da : “Necip Fazıl ! Sen bu ânı görmek
için yaratılmışsın !”
Hayatı bir
hesaplaşmanın tarihidir…
Üstad’ın
hayatı aslında bir hesaplaşmanın tarihidir. Aslî toprağından sökülmüş,
atılmış, katledilmiş bir neslin bütün acılarını, trajedilerini (bir paratoner
gibi) üzerine çeken ve “kalk ve uyar” emrini iliklerine
kadar hisseden ve bunun gereğini yerine getiren bir büyük hissedicidir. “Ölsek de sevinin eve dönsek de!”
diyerek gayesi ve memuriyeti yolunda hiçbir engel tanımayan bir medeniyet
savaşçısı..
Üstad;
sonuçlar doğuran fikirlerin sahibidir. Bu sonuçlar riskli de olsa her zaman o
riskleri göze almıştır. Kesitler halindeki uzun hapishane hayatı bunun
göstergesidir. Üstad aldığı risklerin bedelini burada, kendi coğrafyasında
ödemiştir.
Şedit,
ceberrut CHP iktidarının İslâm’ın her türlü izlerini toplumdan silme operasyonlarına
karşı verdiği destansı mücadele herkesin malûmudur. O, bu mücadelenin
sonuçlarını bilerek, göze alarak
vermiştir kavgasını. Kimileri gibi güttükleri davanın izzetini düşünmeyen,
tehlike gördüğü anlarda bu toprakları terk edenlerden, bu coğrafyadan kaçanlardan
olmamıştır.
O
diyordu ki: “Doğruyu mu arıyorsun? Allah
ile Resulü’nün bildirdiği. İyiyi mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün öğrettiği.
Güzeli mi arıyorsun? Allah ile Resulü’nün gösterdiği.” İşte Üstad’ı,
insanın doğru-iyi-güzel ve yanlış-kötü-çirkin şeklinde iki kutuplu
bu dünya ve ötesi macerasında hedef gösterdiği bu cümleleri O’nun “meselesi”ni
anlatmaya yeter.
Büyük Doğu: Büyük
Rüya, Büyük Dua, Büyük Dava…
“Lâfımın dostusunuz
çilemin yabancısı. Yok mudur sizin köyde çeken fikir sancısı? ”mısralarında da dile getirdiği
“fikir sancısı”.. İşte bu sancının neticesidir ki ortaya kâmil bir medeniyet tasarımı halinde O’nun Büyük Doğu olarak isimlendirdiği mukaddes emanet davasını, bu
yüzyılın şartlarında bütünleştirmiş ve insanlığa teklif edilmiş, sunulmuş bir
mimarî proje olarak ortaya koymuştur. Aslında bu bir yenileyiciliktir. Eski deyimle tecdiddir. Üstad bu manâda
(anlaşılmasa da, görülmese de) bir müceddittir.
Çünkü İslâmi çizgiyi doğuşundan bu yana takip ederseniz, bu çizginin tecditle bugüne ulaştığını görürsünüz.
Aslında
O; Allah’ın Resulü ve Sahabîlerden sonra ümmetin en büyüğü büyük müceddit İmam-ı Rabbanî çizgisinin günümüzdeki temsilcisi idi. O büyük yenileştiricinin izini takip eden bir yenileyici. Bu konunun derinliğine girmenin yeri burası değil,
sadece bu tesbitlerle yetinelim isterseniz. Aslında, bugün bile ülkemizde ve
tüm İslâm aleminde halâ anlaşılamamış olan İmam-ı Rabbanî hazretleri’ni
anlayabilmiş ve anlatabilmiş ve O’ndan aldığı silsile nefesini
kalıplaştırabilmiş yegane kişi de gene Üstad Necip Fazıl’dır. Müslüman
olmuş bir İngiliz bilim adamının
deyimiyle “Postmodern dünyada kıbleyi
bulma”nın niçin ve nasılını İdeolocya Örgüsü’yle ortaya koymuştur. Tabii
bunu görebilecek olanlar; “ideoloji bir
ihtiyaç mıdır?”, “bunu ifade
edebilecek, bütünleyecek
mütefekkir-düşünce adamı nedir?” gibi günümüzün Müslüman
aydınlarının yabancısı olduğu, kıyısından bile geçemedikleri temel soruları hem
sorabilen hem de cevap verebilenlerdir. Bunlar ayrı ayrı bahisler, konular..
Osmanlı
sonrası gerek ferdî zuhur, gerekse de toplumsal zuhur için mutlak gerekli olan
ihtiyacı (belki büyük iddia gibi gelebilir size ama) sadece Üstad Necip Fazıl hissedebilmiş ve bunu
İdeolocya
Örgüsü ismiyle bütünleştirmiş, örgüleştirmiştir. Ne diyordu bu eserinin ilk baskısındaki
ithafında ? “Ben bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.” İfadesinin altını
çizmemiz gerekiyor. Gene İdeolocya Örgüsü’nün girişinde “Fikirde, sanatta, anlayışta,
anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer
hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak
isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen
liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…” diyor.
İşte
Üstad’ın temel fonksiyonu, ne yapmak
istediği ve yaptığı burada ortaya
çıkıyor ve ortaya konuluyor. Üstad, Osmanlı sonrası artık devlet ve toplum
plânında tefessüh eden, ortadan kaldırılan İslâmın bütün bir tasarım halinde
yani medeniyet
projesi olarak yeni zaman ve
mekân şartlarında nasıl olacağı? temel sorusunun cevabını İdeolocya
Örgüsü’yle vermiştir. Bunu da Büyük Doğu olarak isimlendirmiştir.
Büyük Doğu; kendi ifadesiyle “Gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya
ve hadiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı… Bu ruh, sistem ve ismin,
bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur. Olanca saffet ve
asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi.. Ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu
saffet ve asliyeti 21. asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”
İşte Üstad’ın bahsettiğim tecdid
işlevini bu cümlede bulabilirsiniz. O’nun kendisi müceddit olduğunu söylemiyor. Biz O’nun yaptığı işin ve sadece
ülkemiz için değil, tüm İslâm alemi ve tüm insanlık için ihtiyaç olan tecdid-yenilemenin
ne olduğunu, ne olması gerektiğini O’nun İdeolocya Örgüsü’yle anlayabiliyoruz.
O’nun
şiirlerinin bütününü ihtiva eden Çile’sine bu gözle baktığınızda da aynı şeyi
görürsünüz. Aynı tecdidi şiir idraki içerisinde yaşarsınız.
1979
yılında yazdığı ve sonra İdeolocya Örgüsü’ne eklediği “İslamı Yenilemek” başlığı altında bu konuyu (teceddüt) bahsini
özet maddeler halinde anlatır aslında. “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek
gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenmez.
Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz
daha nüfuz etmektir ki, yenilik…… Bunca zevalin ardından ancak kemal çığırı
açılabilir…”
Evet…
O, yüzyıllara sâri bir zevalin ardından fikirde kemâl çığırını açmıştır.
O’nun
Büyük Doğu’su Allah ve Resulû’ne bağlılığın bir büyük borcunu yerine getirebilmenin aşk derecesinde Büyük Dâvâsını, Büyük Rüyasını, Büyük Duasını,
Büyük Doğrusunu ifade eder.
Günümüz
gençliği O’nu okumalı, anlamalı, hissetmeli…
O’na
rahmet, mağfiret, bize de şefaat…
(Hüküm Dergisi, Eylül 2015)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder