9 Ekim 2015 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL’I ANLAMAK AMA NASIL? - yaşanmaya değer bir hayat üzerine-

Muhiddin Arabî Hz.leri Fütuhat-ı Mekkiye’sinde “Ben sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söyleyebilirim” diyor. Üstad Necip Fazıl’ı da “anlamak”a dair usûl üzerine birtakım şeyler söylemek için öncelikle O’nu anlamaya dair “kelâmın ötesinde” bir (kendi deyimiyle) “zevken idrak”ten pay sahibi olmak gerekiyor.

Üstad hakkında konuşurken/yazarken, öncelikle bu hikmetten pay almış, bu hikmeti usûl ölçüsü bilerek konuşmak/yazmak gerekiyor. Üstad’a ve onun muhtevasına ilişkin “zevken idrak” düzeyinde bir anlayışınızın/kavrayışınızın olması lazım.  Aksi halde anlattığınız asla Üstad olmaz, üstadın muradı olmaz.

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki; Üstad’ın fikir hayatı, bir biyolojik canlının hayatı gibi “gelişme içinde” bir hayat değildir. Bazı edebiyatçıların kategorize şeklinde Üstad’ın hayatını ikiye ayırıp “önceki” ve “sonraki” şeklindeki nitelemelerinin O’nu anlayamamanın esasına ilişkin büyük bir yanlış olduğuna vurgu yapmak gerekiyor. Bu ayrımı eksen alıp bunun üzerinde temellendirmeler yapılması yanlışın da ötesinde bir garabettir. 1934’ten önceki hayatında yazdığı şiirler “din dışı”, 1934’ten sonrakiler ise “din içi” gibi garabetler zorlama saçmalıklardır. Üstad’ı öncesi/sonrası şeklinde bir kategoriye tabi tutanlar Üstad’ı anlamanın cümle kapısından bile girememiş idrakleri iltihaplı olanlardır.

Bu ayırım aslında özellikle sol ve Kemalist ideolojinin yaptığı bir ayrımdır. Bunu alıp, sanki “orijinal” bir şeymiş gibi piyasaya sürmek en hafifiyle bir “edep hatası”dır. Bu ayrımı yaptığınız andan itibaren Üstad’dan uzaklaşmaya başlıyor ve onun ruh ve düşünce sistematiğini anlamanız ne yazık ki mümkün olamıyor.

Bir misal: Üstad’ın 17 yaşında yazmış olduğu “Bir Mezar Taşı” adlı şiiri ve “Allah” şiirini okuduğunuzda bu yaşta bir şairin, gencin nasıl bir nefs murakabesine girdiğini görürsünüz. Daha sonra kendisinin “Kriz Entellektüel” diyeifade ettiği, yaşadığı cemiyette hem kendisini hem fizik dünya ve ötesinin hesabını verebilme cehdi içerisine girebilmiş bir büyük kafanın hazırlık devresini görüyoruz.

Yani kaynaktan yeni fışkıran, giderek akışı yoğunlaşıp hızlanan ve kasırgalaşan bir hayatın 1934’te aslî yatağını bulacağı bir hazırlık dönemi olduğunu görüyoruz.

Bu anlamda Üstad “Babıali” sinde geçirdiği devreleri kıymet hükümleriyle ifade etmiştir. “O ve Ben” de de iç dünyasını, bütünüyle yönelmiş olduğu,o büyük mürşitle (Abdulhakîm Arvasî)  olan ilişkisini anlatır.

O’nun hayatı kırılmalarla, parçalanmalarla yaşanmış bir hayat değil, yaşanmaya değer bir hayattır. 

O’nun hayatında denemeler ve yanılmalar yoktur. Deneyip hakikati bulma (ki bu hakikat değildir) tekrar yanılma ve hakikati arama endişesi asla yoktur hayatında. Peşinen hakikati bulma, teslim olma ve bu hakikati mecrasına oturttuktan sonra, O’nun yolunda kırk yıl sürecek olan bir mücadelesi vardır Üstad’ın.

O’nun hayatı “hakikate adanmış” bir mücadele ile her türlü çile ve meşakkate katlanılmış bir hayattır.

Gerek fikri mücadelesinde, gerek bütün sanat  dallarında vermiş olduğu eserlere baktığınızda, mücadelesini o vasıtalarla anlatabilme, hissettirebilmenin inanılmaz gayretini görürsünüz. O’nda hakikati bulmuş/teslim olmuş ve bunun itminanıyla muhataplarını o hakikate davet, o hakikati idrak ettirecek bir telkin ve mücadele hayatı görürsünüz.

Yani Üstad Necip Fazıl fikir, kültür ve edebiyat tarihinin bir nesnesi değil, öznesidir.

Üstad, fikirleri ve eserlerini belli tarih dilimleri içerisinde verse ve o eserler o tarihî hadiselere tekabül etse de asla “tarihselcilik” bağlamında değerlendirilmemesi gereken bir fikir adamıdır. Sadece mesajını, mücadelesini “zamanın dili”yle vermiştir. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen 40-50 veya 60 yıl önce ortaya koyduğu eserler, fikirler hâlâ önümüzü aydınlatmakta, istikametimizi göstermektedir. 

Üstad Necip Fazıl’ın fikrini, şiirini, toplumsal ve ideolojik mücadelesini kesintisiz, yekpare bir bütün olarak anlamak gerekiyor. Üstat, doğuştan hakikate hazır bir cins kafa idi. Allah’ın bazı istisnai kullarına nasip ettiği bir şeydir bu.

Bir zamanlar düşmanlarının bile “bir mısrası bir millete şeref vermeye yeter” dedikleri Üstad, iman mihrakını, dünya görüşünü açıkladıktan ve bütün bir mücadele gayesini tezatsız bir biçimde ortaya koyduktan sonra “şiirine yazık etti, sabık şair, mistik şair” diye nitelendirdikleri zamandan sonra da müstakim bir mücadele çizgisinde müstağni bir hayat sürmüştür.

Yâni O’nun övgülere de, yergilere de aldırış etmeyen bir müstesna ve müstağni hayatı vardı.

Büyük Velileri anlattığı “Halkadan Pırıltılar” adlı kitabının önsözünde O velilere ilişkin söylediği, ama üstadı doğrudan doğruya bizzat tanımlayan bir cümlesi vardır: “Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki alemde meclis kuranların hikayeleri…”

Üstadın kendisi de ‘sınırdan ilerideki alem’e odaklı olduğu için, kırk yıllık meşakkat ve çile dolu bir hayatın bir fani tarafından yaşanabilmesinin tek bir izahı olabilir.  O da; sınırdan ötede meclis kuran bir ruh durumuna sahip olmaktır. Böyle olmasaydı, on bir kez hapse girip çıkan bir adam ve her defasında daha da alevlenen bir mücadele ve enerji…  

Bu enerjiyle 1943' te Büyük Doğu’yu çıkardı.  Büyük Doğu onun büyük rüyasıdır. O’nun büyük duasıdır, O’nun isminden çok neye delalet ettiği önemli olan büyük medeniyet davasıdır.

Üstad medeniyetinden koparılan, tarihi kökleri kurutulan bir toplumun, bir tarihin, bir milletin, bir coğrafyanın davasını kendisine dert etmiş, bu dert ile hemdert olmuş bir mütefekkir, bir muhakkiktir. O, sürekli tahkikte, yani hakikatin merkezinde yaşayan adamdı. Sürekli hayrette, sürekli huzurda, sürekli hesap şuuruyla yaşamış bir mütefekkirdi.

Şiir örgüsü olan Çile kitabıyla, fikir örgüsü İdeolocya Örgüsü kitabını karşılaştırdığınızda göreceğiniz; İdeolocya Örgüsü onun medeniyet tasavvurunun, medeniyet tasarımı haline geldiği tezatsız bir bütünlüğe sahip fikir yumağı; Çile kitabı da, şiirin zirvesinden seslenen bir şairin medeniyet tasavvurunun şiir diliyle ifadesidir. Yâni Çile’siyle ne yapmak istediyse İdeolocya Örgüsüyle de onu yapmıştır.

Vefatından kısa bir süre önce (1083) yazdığı bir şiirinde “Allah, Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum” deyişi bir büyük muhakkikin hakkel-yakînden seslenişidir adeta.

Üstadın hikmetsiz hiçbir davranışı yoktur. Her davranışından ‘ders çıkarılması’ gereken bir hayattır onun yaşadığı. İzahı yapılamayacak hiçbir hareketi, hiçbir davranışı, hiçbir eylemi yoktur.

Yaşadığı hayatın bizatihi şiir olduğunu göremeyenlerin “Şiiri niçin bıraktınız?” sorusuna “alt katını alevler bürümüş bir evin üst katında satranç oynanmaz” diye cevap vermişti Üstad. Ve gene “şiirimin muhtaç olduğu iklimi kurabilmenin, onu inşa edebilmenin davasındayım” demiştir.

Kaldırımlar şiiri yayınlandığında üstadı göklere çıkardıkları zaman da O şunu söylemiştir. “ Şu benim herkese parmak ısırtan şiirim kaldırımları göklere çıkarıyorlar. Bense yerin dibine indirdikleri fikrindeyim. Zannediyorlar ki, o şiir, kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız bir sınıfın destanı.. Halbuki o; belki şato sahibi, en nadide ağaçtan yontulu karyolasında gözü uyku tutmaz, mustarip fikir prensinin, çilekeş entelektüelin şiiri.. Yirminci asır entelektüeline bağlı, ruhunu ve gayesini yitirmiş bir cemiyette bunalımlar yaşayan öncü kişiliğin şiiri... Bu kadarını anlayan yok.. İnsan çürümez, pörsümez, lif lif dağılmaz da ne olur bu cemiyette?..”

Yani O, fikirde ne yapmak istediyse şiiriyle de onu yapmak istedi.

Siyasetçilerle olan ilişkileri “davasının izzeti ve zaferi” içindir. Bunu küçük idrakler anlayamaz. Gençliğe hitabesinde söylediği “Canların canı uğruna can vermeyi cana minnet bilecek” bir adanmışlığa kavuşmuş bir büyük mücadele adamıyla karşı karşıyayız.

O’na;

“Yaram var, havanlar dövemez merhem
Yüküm var pazarlar bulamaz dirhem
Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem
Yollar ki Allaha çıkar bendedir” dedirten işte bu adanmışlıktır.

Yani başı ve sonu Allah ve Resulü olan bir mücadelenin tecezzi kabul etmez bir biçimde yaşanmanın mihrak şahsiyetidir Üstad Necip Fazıl. “Hayatını eser, eserini de hayatı haline getirmiş”  bir büyük mücadele adamını, indirgemeci bir şekilde kendi idrak seviyesine düşürenlerin anlayamayacağı bir hayat…

Üstad te’lif hakkı kendisine ait olan “Ulu Hakan” vasıflandırmasını yaptığı  Abdülhamid Han isimli eserinin sonunda der ki “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır”. Biz de diyoruz ki “Üstadı anlamak her şeyi anlamak olacaktır. “

Her kavram manasını, her yanlış doğrusunu Üstad’da bulmuştur.

Bugünkü nesillerin O’nun eserlerine nüfuz edecek idrake kavuşmaları en büyük duamız ve derdimiz olmalıdır.

 “Ustada kalırsa bu öksüz yapı onu sürdürmeyen çırak utansın” diyor Üstad. Gene, kahramanları sınıflandırırken der ki: “iki tip kahraman vardır; ölmeden ölenlerle ölüp de ölmeyenler” derdi. Ölmeden ölenler velîlerdi. Ölüp de ölmeyenler ise şehitlerdir.  Üstad ise ölmeden önce ölen yâni “bütün fani lezzetlere tenezzül etmeyen” bir mücadele adamı olarak o kahramanların içindedir. Eserleriyle de ölüp de ölmeyenler sınıfına dâhil olmak üzere her iki kahraman sınıfına dahil edilmesi gereken bir büyüktür.

Taşıdığı sorumluluğun ne azîm, büyük, müthiş olduğunu ”bir kuş bir kuşu öldürse sanki ben ölüyorum” mısraını anlayanlar anlarlar. Öyle “kurşundan bir yük” taşıyordu ki, bütün derdi bu yükü, bu mukaddes emaneti asliyyetiyle yüklenmek ve kendinden sonra ruh adaleleri genç bir nesle emanet etmekte bütün muradı.

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti rahmetli, üstadın vefatında yazdığı bir yazıda demişti ki; “Herkes üstadın arkasından beylik bir laf ediyor, “boşluğu doldurulamaz.” Serdengeçti de demişti ki; “ Boşluk mu bıraktı ki doldurulsun?”

Onun kullandığı üç kelime ile 79 yıllık hayatını ifade edecek olursak; “İman, fikir ve aksiyon”dan ibarettir.

Şimdi asıl mesele; Üstadı yeniden evlerimize davet etmek, evlerimizden de eksik etmemek gerektiğini idrak etmektir.

(Hüküm Dergisi, Ekim 2015)
 
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder