28 Nisan 2017 Cuma

ÜSTAD NECİP FAZIL: “DİVANELERE MUHTACIZ !”



Kavramları, “zehiri şifaya tahvil edici” bir usûl, muhteva ve terkiple ele alıp temellendiren ve adeta ete-kemiğe büründüren Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde “Divanelere Muhtacız” başlığıyla, “divane” kavramına vurgu yapar ve bugün muhtaç olunan ruh ve mükellefiyete dair şunları söyler:

“Garplıların (possédé) diye bir tâbirleri vardır; zapt veya istila olunmuş mânasına gelen bu tâbir; bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka birşey düşünmeye imkân ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tâbir, bazan, marazî ve muvazenesiz ruhların; bazan da, kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.

Her kahraman mutlaka bir (possédé)dir; fakat her (possédé) mutlaka bir kahraman değildir. İşte, muazzam davalarla şişip büyümesi ve sonunda insan topluluklarını eteğine dolayıp göklere yükseltmesi gereken ulvî ve sağlam ruhlarla, delice vehimler yüzünden şişemeden patlayan ve sönen, fakat dış manzaraları ilk misali andırıyormuş gibi duran süflî ve hasta ruhlar arasındaki fark!.

Bu tâbirin mukabilini bize “divane” sıfatı verebilir. Bizim ihtiyacımız, yalnız bu mânada, ulvî ve müspet mânada divanelerdir. Oysa, devrimizde, kâmil iman, kâmil ahlak, kâmil insan gibi, en az bulunan, hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

Büyük bir velî, kendisine “Siz zamanımızda sahabîlere eşitsiniz!” diyen müritlere şu cevabı vermiş: 

“Ben nasıl sahabîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar da sizi görselerdi böyle Müslüman olmaz derlerdi!” Âlemde hiçbir misal, (possédé) ve “divane” tâbirlerinden anladığımız ulvî ve müspet mânayı bu kadar azîm çapta belirtemez. İşte muhtaç bulunduğumuz müspet ve ulvî divaneliğin son durak noktası!..

Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müspet cepheden birer divanedir. Aşkın zıvanadan çıkardığı insan olarak, divane olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle gösterebilmeye imkân yoktur.”

Üstad’ın 1943’te fiilen başlayıp 1983’te vefatına kadar devam eden kırk yıllık destanlık mücadelesi, yukarıdaki ifadeleriyle ancak “Allah ve Resulü” davasına fâni olmuş “ulvî divane”liğin nasılını gösteren örnek bir hayattır. Bu hayat, öyle bir “yaşanmaya değer hayat”tır ki; “Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”

İşte “Divanı olmanın”, Necip Fazıl olmanın bedeli, hayatını (kendi ifadesiyle) “başını bir gayeye satmış kahraman” gibi “çile”ye talip olmak, ‘varoluşun hesabını’ vermektir. O’nun hayatı; fikri “yaşamak”, yaşamayı “fikir” bilen bir hayat olarak, Allah ve Resulü’ne adanmış muhteşem bir hayattır. “Yol O’nun varlık O’nun, gerisi hep angarya!” diye haykırması bu halin ifadesidir.

Üstad; bütün bir ömrünü “huzur”da yaşamış ve “hayret”te geçirmiş bir “ulvî divâne”dir. Bu huzur, ‘zihin konforu’ türünden bir huzur değil, her an hesaba hazır, “kimin huzurundayım?” tedirginliğini yaşayan bir mihrak şahsiyetin o büyük “huzur”daki duruşudur. “Huzur” ve “hayret”, İslâm Tasavvufu’nun iki önemli kavramı olduğunu bilenler, Üstad’ın ‘büyük huzur’daki duruşunu bir nebze olsun anlarlar. 

Necip Fazıl gibi “divâne” olmanın bedeli; yorulmayan, yılmayan, enerjisi eksilmeyen, hapishanelerin ve tehditlerin engelleyemediği “meşakkat dolu” bir hayat, bugünün ve yarının yol haritası niteliğinde 120 dev eserin ortaya konulmasıdır. 

Tanzimatla başlayıp Meşrutiyetle devam eden Cumhuriyetle öldürücü darbe indirilen tarih ve medeniyet davamızın divanesi olarak Üstad’ın hayatı; “Bir zerreciğim ki arşa gebeyim. Minicik gövdeme yüklü Kafdağı ” mısralarıyla, yüklendiği misyonun ağırlığı ve bunun yerine getirmesine ilişkin bir “bedel ödeme”dir.

Ortalığı her türlü itikadî sapıklığın, fikrî sığlığın ve tutarsızlığın kapladığı, istikametini kaybeden bir neslin varlığını idrakte, kim ve ne olması gerektiğine dair yol haritası Üstad Necip Fazıl’dadır.

Anlayacak idrak, görecek göz, işitecek kulak ve titreyecek kalp olması şartıyla!

“Divanelere muhtacız”  bir feryâdın ötesinde bir mükellefiyet ihtarıdır!

Nasıl mı?

“…divanelik, aslî, esasî ve hakiki kutbiyle gerçek imanın verdiği bir sıfat; ve insanı aracılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilâhi bir lûtuf… Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümidsizliğe düşürmez; ve mutlaka dindirir, yaptırır, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırtır, erdirir.

Tarih boyunca Türkün başına ne geldiyse, hep ulvî ve mukaddes vecd ve aşk seciyesini gölgelendirmesi ve divanelikten uzaklaşma yüzünden geldi. Türkün, plânla, bu seciyesini gölgelendirmeye ve ulvî divanelikten uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bugünse elimizde, birtakım klişeleri papağanvâri heceleyen, fakat imanın ruhu olan divaneliği zerre miktarı kalbine sindiremeyen müstehaselerden [fosillerden] başka kimsecikler kalmadı.

Mukaddesatçı Türk!.. Dâvamızın birinci ruh ve ahlâk kaidesi olarak evvelâ divaneliğin çaresini bulman, ruhunu vecd ve aşk yeline kaptırman, böylelikle bizi anlaman, bize yapışman lâzımdır.
Mukaddesatçı Türk!... Hep fani 24 saatleri kollayan ve kovalayan miskin ve nâmevcut hayatın açıkgöz muvazenelerinden olmaktansa insanlığın biricik haysiyeti, ulvî ve ebedî divaneliğe koş!.. 

İşte o zaman seninle anlaşılır ve kervanımızı kurabiliriz. Yoksa, iş yok!.”.


Üstad’ın “Divanelere muhtacız”ından pay sahibi olabilenlere ne mutlu!

(Hüküm Dergisi, Şubat 2017)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder