27 Ekim 2009 Salı

ŞEHİR NEYİ HİSSETMİYOR ? veya ABDERA'DAN BİR BAŞKA HİKAYE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Tarihin ne olduğu?” sorusuna verilen cevapları bir genelleme içine sokarsak; eski vak’anüvistlerden modern zamanların tarih felsefecilerine, sıradan insanlardan romancılara, sanatçılara, bilim adamlarına kadar herkes “tekerrürden ibarettir” şablon cümlesinde birleşirler mi dersiniz? “Tekerrür” olmasaydı tarih de olmaz mıydı acaba ? Nasıl bakarsanız öyle ! Bir şehrin yaşadıklarını eğer tarihte başka bir şehrin yaşadıklarında aramak isterseniz, aradığınız veya bulmak istediğiniz cevapları, benzerlikleri pekalâ bulabilirsiniz. Hem trajik hem de ironik bir biçimde. Biz de Wieland’ın 18. yy.’da yazdığı ve Abdera şehri ve halkını anlattığı “Abderalılar” romanında günümüz şehir ve şehir halklarının eğilimleri, tutkuları, yönelimlerine ilişkin berzerlikler bulabiliyor ve “tekerrür”ün gerçekten tarihin ‘olmazsa olmaz’ ana kesiti olduğuna şahit oluyoruz.

Şehrimizin “futbol”a olan bağlamından kopmuş ilgisini, bağımlılığını görünce, zihnimize bir anda üşüşen “Abderalılar”dan özetler yapalım istedik. İstedik ki; antik şehir halkından esintiler taşıyan şehrimize bir de “yarı ironik” biçimde Wieland’ın aynasından bakalım.

C.M. Wieland “Abderalılar” isimli romanında kurgu şehir Abdera halkının alışkanlıklarını, hayat tarzını, eğilimlerini vs. anlatırken, Abdera vatandaşı olan filozofların da önemli mesajlarını aktarır. Şehrin meselelerini, önemsediklerini, önceliklerini gündeme taşır ve bazen trajik, çoğu kez de ironik bir şekilde Abderalılar’ın üzerine gider. Antik çağın meşhur filozoflarından Demokritos, Hipokrates ve Euripides’i konuşturur, onların Abderalılarla olan diyaloglarına yer verir. Geçen yazımızda “Abderalıları nasıl bilirsiniz?” başlığıyla Demokritos ve Eşeğin Gölgesi Davasını özetlemiş ve “kıssadan hisse” çıkarmaya çalışmıştık.

Bu yazımızda da Abderalılarla Hipokrat ilişkisine değinelim ve gene “kıssadan hisse” çıkaralım. Olay, romanın ikinci kitap bölümünün “Hipokrates Abdera’da” kısmında geçer..

Abdera şehir meclisi (senato) şehirle ilgili bir meselenin içinden çıkamaz. O mesele, aslında şehrin temel meselelerinin de üzerinde kendilerini rahatsız edici bir konudur. Meclis Başkanı Thrasyllus “isterseniz Hipokrates’in kendisini bulup fikrini alın!” der. Meselenin çözümü için meşhur hekim Hipokrat’a bir yazı yazılır. Hipokrat yazıyı alır. Abderalılardan bazıları “iyi ama, bu pek Abderaca bir şey değil’ der. Wieland, sözün burasında Abderalıların bir özelliğine de vurgu yapar: “Hipokrates’i böylesine şatafatla karşılamak istemelerinin sebebi, ona duydukları saygı değil, kibirleri ve sadece büyük bir adamın değerini takdir etmesini bilen insanlar olarak görülmek istekleriydi. Hem zaten başka bir vesileyle, onların törenlere bayılan insanlar olduklarını da belirtmemiş miydik?”

Hipokrates’i meselerini çözmek üzere gönderdikleri adamları görünce, “Bunlar bu işi niye böyle esrar havasına sokuyor acaba? Yoksa Abdera meclisi (senatosu) üyelerinin hepsi, duyulması istenmeyen bir hastalığa mı yakalandı?” diye düşünüyordu.

Aslında Hipokrat, uzun süre, kendilerini fikirleriyle rahatsız eden Abdera’lı Demokritos’un delirdiğini ve deliliğini incelemek için çağrılıyordu.

Hipokrat’ı yapacağı işin önemine binaen şaşaalı bir şekilde karşılarlar, yemeğe davet ederler, çeşitli tekliflerde bulunurlar. Hippokrat aldırış etmez. Şehir Meclisi Başkanı Hipokrat’a; “Bu mesele olmasaydı, siz de herhalde bu kadar zahmete girip buraya kadar gelmezdiniz. Bu yüzden herhalde işlerinizi de ihmal etmek zorunda kaldınız, kayıplarınız oldu; konuyla en yakın ilgili kişinin de sizin bu kaybınızı karşılaması en doğru şeydir. Lütfen şu ufak hediyeyi şükranımızın bir ifadesi olarak kabul edin, size teşekkürlerimizi ileride daha kuvvetli delillerle ifadeye de çalışacağız..” der ve Hipokrat’ın eline altın dolu bir kese sıkıştırır. Hipokrat ise Abderalıları şaşkına çeviren bir sükunetle ve ağır ağır “Bu keseyi ne yapmamı istiyorsunuz? Bunu herhalde kâhyanıza verecektiniz. Her zaman böyle dalgın mısınız? Eğer öyleyse hemen hekiminizle konuşun” şeklinde cevap verir.

Uzatmayalım… Hipokrat’la Demokritos karşılaşırlar. Abderalılar onları takip etmeye başlar. Bu iki filozof, birbirlerini tanımadıkları halde son derece samimi dost gibi konuşmaya başlayınca “Abderalılar ve şehir meclis üyeleri Hipokrat’ı niçin davet ettiklerini öylesine unuttular ki, sanki dünyada böyle bir yer ve böyle insanlar mevcut değildi.”

Hipokrat ertesi sabah yukarıdan Abdera şehrine bakar ve dostu Demokritos’a “Abderalılar beni niye davet etmiş, tahmin edebiliyor musun?” diye sorar. Demokritos: “Abderalılar mı davet etmiş seni?” der. “Uzun zamandır bir salgın hastalıktan söz edildiğini duymuştum. Gerçi, bu pek azı hariç, hepsinin çok eski zamanlardan beri tutulduğu irsî bir hastalık, ama…” diye devam eder.

Hipokrat; “Tamam işte bu ! Abderalılar kusurlarının ne olduğunu anladılar mı diyorsun? Ben onları çok iyi tanırım. Hastalıkları da, bunu hissetmemeleri.”

Demokritos; “Ha! Şimdi anladım seni! Seni çağırmaları hastalıkları yüzünden ve bunun farkında değiller. Haydi görelim bunu! Şimdi oldu işte. Bahse girerim, seni çağırmalarının sebebi, Demokritos’a bir sürü ilaç yazasın, ondan kovalarca kan aldırasın ki, o da onlara benzesin diyedir. Öyle değil mi?”

“Sanki her yerde Abderalı yokmuş gibi”.

“Ama Abderalılığın bu derecesi! Affet ama, memleketine senin kadar hoşgörü ile bakamıyorum. Ama sana söz, beni çağırmaları boşuna olmayacak!”

Daha sonra….. Sonra, Demokritos’un ruh ve akıl sağlığını, yâni deliliğini onaylatmak için getirttikleri Hipokrat, raporunu Abdera Şehir meclisine sunar. Oldukça uzun söylevinde;

“Aranızda çok kısa bir zamandır bulunmama rağmen, buradaki müşahadelerim Abderalılar’ın sıhhatinin arzu edildiği gibi olmadığını üzüntüyle tesbit etmeme yetmiş bulunuyor ! Ben buralı değilim, başka yerde oturuyorum ama ben bir hekimim. Yeryüzünde hasta var olduğu sürece vazifem, elimden geldiği kadarını iyileştirmektir. En tehlikeli hastalar, hasta olduklarını bilmeyenlerdir; bana kalırsa, Abdera’daki durum da budur. Hastalık benim sanatımda baş edemeyeceğim kadar derinlerdedir !.... Şehir Meclisi üyelerinin kendi ihtiyaçları dışında başkaları için de akıla ihtiyaçları olduğundan, onlara iki misli verilmeli! Adam başına düşen miktar çok, kabul ediyorum; ama fena yerleşmiş musibetler inatçıdır ve ancak uzun sürede tedavi edilebilirler ….Daha önce söylediğim gibi, Abderalıların hastalığı benim sanatım için pek derinde. Size gerçekten yardım edebilecek bir tek adam biliyorum ve siz onun uygulayacağı tedaviye sabırla ve ses çıkarmadan uymalısınız. Adamın adı Demokritos’tur. Abdera’da doğmuştur, o da hastadır, diye aklınıza bir şey takılmasın ! Tavsiyemi karşılıksız veriyorum diye kulak arkası etmeyin; kendisini sağlam zanneden bir hastaya verdiğim en iyi tavsiyedir bu!” Der, konuşmasını tamamlar ve senatodan ayrılır.

Gelelim bu “kıssa’nın hissesi”ne…

Bir yıl kadar önce bu sütunlarda “Şehirde His İptali” başlığı altında yazdığımız bir yazıda Hz. Mevlâna’nın müthiş bir sözünü aktarmıştık. Diyordu ki: “Sarayda gece, sultanlar uykuda.. Zindanda gece, mahkûmlar uykuda !”. Yâni bütün bir şehir halkının yöneticileriyle birlikte “gaflet”te olduğuna işaret ediyordu ! Üstad Necip Fazıl da, bu bağlamda “his iptali” başlığıyla yazdığı bir yazıda ““Bana korkunç bir hastalık çeşidinden bahsettiler: Vücudumuz, dış tesirlere karşı hiçbir elem duymaz oluyor ve her türlü tenbih imkânının dışına çıkıyor.

Hadise bir İngiliz Lordunda şöyle tezahür etmiş: Ayağını şöminenin ateşine doğru uzatıp dalgın dalgın gazetesini okuyan İngiliz, bir de bakmış ki, ayağını dizlerine kadar alevler sardığı halde hiçbir şeyden haberi yok… Müthiş bir his iptali… Derin komayla bayılmaktan ve hatta ölümden beter…

Acı duymanın bile imtiyaz belirttiği, ilahi, rahmetten bir işaret teşkil ettiği intibak melekesinden mahrumluk… Vaziyetimiz budur!...”

Hipokrat’ın Şehir Meclisi’nde yaptığı konuşmada ve Abderalılarla ilgili hastalığında temel teşhisi de aslında buydu: “En tehlikeli hastalar, hasta olduklarını bilmeyenlerdir… Fena yerleşmiş musibetler inatçıdır ve ancak uzun sürede tedavi edilebilirler…”

Şehrimizde, modern zamanların şehir halkına giydirdiği yaşama biçimlerinin sıkıntılarının deşarj ve moral kaynağı olarak yönelinen futbol ve benzeri “yapay enerji tüketim alanları”, aslında “şehirde yerleşmiş inatçı musibetlerdir” ve bunlardan kurtuluş kısa sürede mümkün görünmemektedir. Kim bunların üzerine giderse, onlar tıpkı Abderalılar’a alışkanlıklarını değiştirmelerini sürekli vurgulayan Demokritos gibidir. Ancak onun “deli” olduğunu tesbit etmesi için çağırdıkları Hipokrat gibi belki bir gün “kendilerinin hastalığının farkında olmadıkları”nı da fark edebilirler ! Ancak şimdilik böyle bir ihtimal mevcut değil.

Modern zamanlarda, alanının dışına taşırılıp tüm alanlara egemen olan ve “kitlelerin afyonu” haline getirilen futbola yöneltilen zihinlerin “his iptali” içinde olduğuna dair bir “kuşatıcı idrak” mevcut olabilirse, şehrimizin geleceği adına ümitli olabiliriz diye düşünürüz. Çünkü insan için, şehir için “futbol sadece futbol değildir !” İnsanları, idrakleri sürükleyen bir yayılıcı etkiye sahip…

Muradımız ve maksadımız; modern çağın ilgi ve olgularını ‘yok saymak’ değil, onları (eski deyimle) “zapt-u rapt”, yâni denetim altına alıcı bir idrak ışığının henüz şehrin ufuklarında belirmemiş olması, şehrimizin geleceği adına endişelendiriyor bizi…

Verdiğimiz antik şehir olay örnekleri ve keskin ifadelerle bir “acaba” merakı uyandırır mı?

Sanmam ama gene de söylemek düşer bize. Ancak bunu yapabiliyoruz.

(Günebakış, 28 Ekim 2009)

20 Ekim 2009 Salı

ŞEHİR NASIL DÜŞÜNÜYOR? veya "ABDERALILAR"I NASIL BİLİRSİNİZ ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir şehrin konuştukları, tartıştıkları, önem atfettikleri, dertleri, zevkleri, heyecan kaynakları; o şehrin “enerjisini nereden aldığı ve nereye harcadığı”nı gösterir. Giderek de bir gelenek oluşumuna temel teşkil eder. Onun için şehrin konuştuklarında, tartıştıklarında ‘tesadüfe yer olmamalı’, kendine ait olmayan, kendini ait hissetmediği alanlarda enerjisini harcamamalı. Kendini konjonktüre hapsetmemeli.

Bu anlamda futbol, şehrimizde öncelikli önem atfedilen, ‘değer’ kabul edilen, neredeyse ‘kimlik’le özdeşleştirilen, gürültülü ve baskın bir biçimde öne çıkarılan bir “enerji tüketim alanı” olarak herkesi içerisine çekici bir etkiye sahip.

Yerel medyada futbola ayrılan sayfalara, ekranlara, ve de bu çerçevede yapılan yorumlara şahit olunca, antik çağın site devletleri arasındaki ölüm-kalım savaşlarını, birinci ve ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri hatırladım. Şehrimizdeki futbol tartışmalarının önceliği, dozu ve düzeyi, neredeyse “insanın varoluş davası” haline geliyor. Yâni “futbolsuz oluşun olmadığı bir hayat.” Dünyanın bir bölümü bir diğer bölümü tarafından işgal ve imha edilirken bile bu denli tartışmalar herhalde yapılmamıştı (!) Futbol yorumcularını okuyup, dinledikçe (böyle bir alışkanlığım yok) insanın “şehrimizin tek gerçeği, tek meselesi ‘futbol’muş” diye düşünesi geliyor. Şehrimiz için hayatî bir mesele konuşulurken bile konu futbola gelince, bütün yoğunluk ve önemin hayatî meseleden futbola kaydırılması da şehrin gerçeklerinden…

Şehrin baskın gerçeğinin “futbol” olduğunu görünce biz de Ashab-ı Kehf gibi oluyoruz. Kendi şehrimizi tanıyamıyoruz, şehrimizde konuşulanları, yapılıp-edilenleri görünce şehrimize yabancılaştığımızı hissediyoruz. Aslında “yabancılaşma” değil bu. Şehrin sun’i ‘meseleleri’ne yabancılaşma… Bir anlamda kendine “yakınlaşma”… Konjonktüre hapsolmama…

Futbolun Trabzon’da şehrin büyük çoğunluğu için “hayat iksiri” oluşu ve bu yönde uzun yıllardır dökülen ter, eğer şehrin yeniden medeniyet temelli imar, ihya ve inşasına harcansaydı ortaya yeni ve model bir “medeniyet şehri” çıkardı herhalde.

Abartmıyoruz! Sebep ve sonuç olarak böyle olduğunu düşünüyoruz.

Gelelim yazımızın başlığına… Trabzon’un enerjisinin şehrin “idrak” ve “inşa”sına hiçbir katkısı olmayan futbola akıtılması; şehrin “asıl düşünmesi” gereken meselelerinin düşünülmediği, “ihtiyaç” kavramının maddi çerçeveyi aşamadığı bir şehirde, bana hayali bir şehir halkı olan Abderalıları hatırlattı.

Niçin ? Abdera halkı ile şehrimiz insanlarına giydirilen futbol gömleğinin oluşturduğu bir hayat tarzı, mesele sorgulama usulû, yâni bir zihniyet benzerliği var sanki…

Batının 18. yüzyıl düşünürlerinden C.M. Wieland’ın “Abderalılar” isimli romanını okuyanlar bilir. Okumayanlar için bir bölümünü özetleyerek yazımıza konu edelim.

Aslında sadece kendi şehrimiz için değil, tüm şehirler için de “şehrin enerjisinin nereye akıtıldığı”na örnek teşkil edecek Abderalıların romanı okunmaya değer…

“Abderalılar” kitabına, yazımızla ilgili bir soru ile başlıyor Wieland: “Trakya’daki Abdera şehrinin nasıl kurulduğundan, başına neler geldiğinden bize ne?’ diyecek okuyucular. Abdera bizi ne ilgilendirir? Çoktan, yeryüzünden silinmiş bir şehir, ne zaman, nasıl, nerede, niçin, kimin tarafından, ne gayeyle kurulmuş, bunu bilsek ne olur, bilmesek ne olur?”

Wieland, biraz antik esintilerle efsanevî hale getirdiği Abdera şehrinde antik dönemlerin bilgelerini de yaşatır ve konuşturur. Bunlardan birisi de Demokritos’tur. Ancak Abderalılar bilge Demokritos’un mesajlarına, düşüncelerine itibar etmezler, değer vermezler, karşı çıkarlar. Genç yaşında şehrin zenginlerinden olan babasını kaybeden Demokritos kendisine kalan mirası “ruhunu yüceltme aracı olarak kullanmaya” karar verince Abderalılar, “insanın karnı, midesi ve diğer uzuvları dışında, ruhunun başka istekleri olacağını akıllarının köşesinden geçirmezlerdi. Bu bakımdan, hemşehrilerinin bu acaip düşüncesi onlara epeyce şaşırtıcı gelmiş olmalıdır. Fakat Demokritos bu konuda kimsenin lafına kulak asmadı… Dünyanın gidilebilen bütün ülkelerini, adaları gezdi ve yıllarını bilgisini, kültürünü artıracak seyahatlerle geçirdi…” Demokritos bütün bu gezdiği şehirlerde “bütün bilgilerinden üstün tuttuğu bir husus da, kalmaya değer bulduğu her yerde, oranın en bilge ve en seçkin insanlarıyla tanışmış olmasıydı.”

Demokritos, yirmi sene sonra kendisini hemen hemen unutmuş olan Abdera’ya geri döner. Şehri için önemli olduğunu düşündüğü hususları onlara anlatmaya, gezdiği gördüğü yerlerdeki bilgilerini Abderalılarla paylaşmaya çabaladıysa da hemşehrileri onu asla dinlemediler. Demokritos ise onlara baktı, “Abdera’da olduğunu hatırladı ve sustu !”

Daha sonra Abderalı’larla birçok diyalogları olur Demokritos’un. Hatta bazen (Wieland:) “canı Abderalılarla biraz eğlenmek de ister. Onların toplu haylazlıklarına kızmayacak kadar aklı başında bir insandı.”

Gelelim Abderalılar’ın özet hikayesine…

Abderalılar, bir rivayete göre bizim coğrafi sınırlarımız içerisinde Trakya’da yaşamış ve kaybolmuş bir topluluk. Bir Abdera Vatandaşı olan Demokritos, genç yaşında ayrıldığı şehrine önemli birikim, tecrübe ve kabiliyetleriyle döner ve “şehrine hizmet” etmek için var gücüyle uğraşır. Ancak kendisini dinleyen kimse yoktur. Çok hayatî meselelerden bahsetmesine rağmen, şehir halkı “zihinlerini yoran” bu adamı dinlememektedir. Zihin yormayan, sadece refleksleriyle hareket etmek onlara daha bir haz vermektedir. Kendi konularından, eğilimlerinden, tartışmalarından, zevklerinden, dertlerinden memnundurlar. Hiç kimseden akıl almaya ihtiyaçları yoktur.

Wieland, sözün burasında Abderalılar’ın “Eşeğin Gölgesi Davası” isimli hikayesini anlatır. Anlatmadan önce “Mesele, bütün büyük dünya olayları gibi, incir çekirdeğini doldurmayacak bir vesile ile başladı. “ diye bir not düşer ve hikâyeyi anlatır (özetleyelim) :

“Sıcak bir gün meşhur bir diş doktoru Abdera’dan başka bir şehre gitmek için bir eşek kiralar. Diş doktoru eşeğe binmiş, eşek sahibi önde yola çıkarlar. Epey giderler. Kavurucu öğle sıcağında dinlenmek için dururlar. Diş doktoru eşekten iner ve sıcaktan korunmak için “eşeğin gölgesi”ne sığınır. Bunun üzerine eşeğin sahibi, diş doktorundan “eşeğin gölgesinden istifade ettiği için” ek ücret ister. Doktor eşek sahibine kızar. Aralarında müthiş bir tartışma başlar. Eşek sahibi “sadece eşeği kiraya verdiği”ni, eşeğin gölgesini kiralamadığını ve ek ücreti mutlaka vermesi gerektiğini ısrarla tekrar eder. Aralarındaki tartışma kavgaya dönüşür.

Ertesi gün, oradan geçmekte olan bir yolcu kervanı onları yarı ölü bir halde bularak Abdera’ya geri dönerler. Dişçi ile eşek sahibi arasında “eşeğin gölgesi” dava konusu olur, yargıya taşınır.

Olay bununla da kalmaz. Şehir halkı konudan haberdar olur ve tartışma yayılarak alevlenir. Önce mahkeme heyetinde hakimler ve savcılar ikiye bölünür. Kimine göre eşeği kiralayan diş doktoru, kimine göre eşek sahibi haklıdır.

Şehir halkı da ikiye bölünür. Şehirde karşılıklı nümayişler, protestolar, yürüyüşler başlar. Siyasi partiler, sivil toplum örgütleri de “açıklamalar” yaparlar. Hem eşek sahibine, hem de kiralayan diş doktoruna destek ve katkı verirler. Olay giderek şehri aşar ve ülke geneline yayılır. Parlamentoda, silahlı kuvvetlerde de tartışmalar, kavgalar başlar.

“Eşeğin gölgesi davası” o hale gelir ki, ülkede olağanüstü ilgi uyandırır, ‘sohbetlerde başka şey konuşulmaz olur. Kimi dişçiyi, kimi eşek sahibini, hatta eşeğin tarafını tutanlar da vardı.” Wieland “tek kelimeyle, eşeğin gölgesi bütün Abdera üzerine düşmüştü ve dava ancak devletin ve cumhuriyetin kurtuluşu sözkonusu olsa görülecek bir heyecan, gayret ve ilgiyle takip ediliyordu…” der. Devam eder: “Son derece önemsiz bir konunun nasıl olur da bütün Abdera şehrini girdabına çekecek kadar önemli bir hale geldiği.. Abderalıları tanımış olanlar için bu asla şaşırtıcı değildir..”e vurgu yapar.

Sonuçta ne mi oldu ?

Dava sonuçlanacağı gün eşek mahkeme götürülürken, bunu gören Abderalılar birden bütün bu başlarına gelen olayların sebebinin eşek olduğunu hatırlarlar ve birden eşeğin üzerine saldırırlar ve zavallı hayvancağızı paramparça ederler. Olayın sonunu Wieland anlatıyor: “ Mahkeme de ‘eşek ortadan kalktığına göre’ der iki tarafın masrafları, uğradıkları zarar ziyan devlet bütçesinden karşılansın, ancak hem davacı, hem de davalı bu mesele hakkında bir daha ebediyen konuşmasın; zavallı eşek için ise, hem bize, hem torunlarımıza, büyük ve müreffeh bir şehrin/cumhuriyetin bir eşek gölgesi uğruna nasıl yıkılacağını gösterdiğinin ebedi hatırası olarak, masrafları devlet kasasından ödenmek üzere bir anıt dikilsin..”

Sonra… Olay destan haline gelir ve şarkı halinde heryerde söylenmeye başlanır. Dram yazarı Thlaps, konuyu tiyatroya taşır. Abdera halkının her iki kesimi de sanki kendileriyle ilgili hiçbir şey yokmuş gibi, tiyatroyu seyrederken katıla katıla gülerler.

Bir arkadaşının ısrarıyla oyunu seyretmeye giden Demokritos, oyundan sonra bütün eşyasını toplayıp Abdera’dan ayrılır, kimseye nereye gideceğini söylemez. O zamandan sonra kendisinden bir daha haber alınmaz.

Olayın burasının bir başka versiyonu da şu şekildedir:

Demokritos ‘Eşeğin gölgesi’ hikâyesini anlatıp hızla yola koyulur, Abdera’yı terkeder. Bütün bir Abdera şehir halkı Demokritos’a “Sonunda ne oldu? Eşeğe ne oldu ? Eşeğin gölgesi davası nasıl sonuçlandı? “ şeklinde sorular sorarlar. Demokritos, tekrar geri döner ve :

“Abderalılar ! Size şehre dair çok önemli şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz, alışkanlıklarınızı sürdürdünüz. Şimdi de anlattığım hikâyedeki eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Ne sizin bu durumunuzla ilgili fikrimi söyleyeceğim, ne de eşeğin gölgesinin ne olduğunu…” diyerek yürüyüp gider.

Hikâyemiz böyle…

Wieland diyor ki: Abderalılar hiçbir millet, ‘ağaçlardan ormanı görmemek’ özelliğinde onların eline su dökemezdi.. Fakat şu iyi taraflarını da kabul etmek lazım, aralarından biri, hiç kimse daha önce söylemediği halde, herkesin söyleyebileceği bir şey bulup söyleyince, hepsi derin bir uykudan uyanmış gibi olurlar, burunlarının önünde duran şeyi nihayet fark ederler, onu daha önce nasıl olup da görmediklerine pek şaşarlar….

Gelelim: Kıssadan Hisse’ye:

Tarihsel gerçekliğini bütünüyle bugüne taşıyamasa da, izler taşıyan şehrimize, Wieland’ın bir kurgu şehri ve halkı olan Abdera ve Abderalıları hatırlatmak; “nelerle meşgul olması gerekirken, nelerle meşgul olmadığı”na işaret etmek bakımından önemlidir diye düşünürüz.

Çözülmeye başlayan bir şehir halkının tartıştıkları, taşıdıkları ve taşırdıkları o şehrin “varlık sebebi”ne yabancılaşıp yabancılaşmadığını ortaya çıkarır.

Şehrimizin “ne ile uğraştığı” gelecek nesillerin “ne ile uğraşmaları gerektiği”nin de işareti niteliğindedir.

Onun için bağlamından kopmuş bir “futbol” cinnetinin veya bir başka “enerji tüketim mahbesi”nin bütün bir şehri, hatta ülkeyi nerelere kadar götürebileceğini bir de Wieland’ın “Abderalılar”ından aktaralım istedik..

(Günebakış, 21 Ekim 2009)

13 Ekim 2009 Salı

ŞEHİRDE SADO-MAZOŞİST EĞİLİMLER VE TOKİ (II)

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Derler ki; Büyük İskender zamanında son derece mahir ve gaddar bir korsan varmış. Akdenizde soymadık, talan edilmemiş gemi bırakmamış. Sonunda yakalanmış. İskender’in huzuruna çıkarmışlar. İskender hiddetle: “Bre mel’un, nasıl işledin bu kadar cürmü?” diye bağırmış. Korsan son derece sakin bir edayla, “Yaptıklarımız arasında fark göremiyorum, Haşmetmeap!” demiş. “Tek fark, şu anda sizin bana hesap soracak kadar güçlü olmanız.”

Adına son yıllarda “kentsel dönüşüm” denen ve 1930’ların fabrika üretim biçimlerinin ortaya çıkardığı “toplu yerleşim”in, daha doğrusu “toplu istif”in yaklaşık seksen-yüz yıl sonra kurgu filmlerin yaratıkları gibi, yeniden dirilişine şahit oluyoruz… Devletin bu yöndeki organı TOKİ ve “bir kısım yerel yönetimler” marifetiyle 2000’li yıllar versiyonunu gördükçe yukarıdaki hikâyeyi hatırladım. Yaşananlarla hikayedeki tek fark: Şehirlerin nasıl katledildiğine dair kimsenin kimseye hesap sormaması, soramaması. Katledenin de, katledilenin de, katliamları seyredenlerin de “hesap sorma” diye bir dertleri yok…

TOKİ ve yerel yönetimler “kentsel dönüşüm” ve “konut seferberliği” başlatmadan önce “kafa seferberliği“ başlatmalıydı, ancak zaman geçti… Talanın boyutları büyük. Bu kafalar masum değil. Tabii “şehir, mimarî, doku, tarih, coğrafya, estetik, yaşanabilir mekân, vs. vs.” gibi derdi olan için böyle.

Şu “kentsel dönüşüm” denen sihirli sözcük adına şehirlerimiz nasıl da katlediliyor! Bunu ancak gelecek nesiller anlayabilecek !

Ülkenin toplu konut, kentsel dönüşüm ıslah, imar, inşa ve düzenleyici katalizörü olması gereken TOKİ’nin idrakleri “dörtköşe tavla zarı”ndan ibaret müteahhitlerden hiç de farkı yok. Tek farkı, “piyasadaki müteahhitlerin pastasına ortak olmak (!)”. Yâni devlet gücüyle toplu konutta rakip tanımayan “tekel” olmak..

Maalesef Türkiye; TOKİ aracılığıyla şehirlerinin, ilçelerinin hatta beldelerinin yaşanılır hale gelebileceği bir “tarihî fırsat”ı heba etti, kaybetti. TOKİ’nin uygulamalarının bu anlamda bir “katliam” olduğunu söylemek çok bu abartılı olur?

Oysa; TOKİ, “Konut seferberliği”ne çıkmadan önce zahmet edip de Turgut Cansever’e kulak verseydi, onu biraz okusaydı, “bu adam ne demek istiyor?” diye sorsaydı, bütün bu katliamları ve sonraki nesillere de “katliam örneği” olabilecek binlerce mekanın sorumluluğundan kurtulmuş ve “seyyiatlarını hasenata çevirmiş” olurdu !

Bunun için öncelikle “idrak” sonra “inşa”… Bunların olabilmesi için de bir “medeniyet bilinci”na sahip olmak gerekiyor.

Olmayan bir şeyle “oluş” gerçekleşmiyor !

TOKİ, Başkanı marifetiyle öğünerek ek ifadede bulunuyor: “Osmanlı ve Selçuklu dönemi konut mimari özelliklerini yansıtan mahalleler kurulacak.. Nostaljik mahalleler kurulacak.”

Eyvah !

“Nostaljik mahalle” kurulacak… Yâni artık “yaşaması ve yaşanması mümkün olmayan” gemişte kalmış mekânlar, şehir halkına bir turist merakıyla “seyrettirilecek” ! Herhalde o nostaljik mekanlar seyredenlere şöyle seslenecek: “Bana bakmayın, ibret de almayın ! Çünkü artık benim yaşadığım ve yaşayacağım iklim geçti. Bir daha da gelmeyecek ! Belki benim varlığım bile hayalden ibaret !” Hoş; TOKİ’nin “nostaljik mahallesi”nden nasıl bir “arabesk mekânlar” ortaya çıkacağını kestirebiliyoruz.

“Nostaljik mahalle”lerle şehir ölüler müzesi haline dönüşecek.

Hem hangi Osmanlı ve Selçuklu konut mimarisinden bahsediyor TOKİ ? Var mı, böyle bir örnek? Günümüz insanına sunulabilecek tarihî örnekleri nereden bulacaklar merak ediyorum. Tarihî yaşama mekânlarını günümüzde güncelleyerek yaşanılır kılacak kafa var mı? Eğer var idiyse 15 şehir kurmadan önce neredeydiler ? Niçin 100 bin nüfuslu 15 şehir’de bunu uygulamamışlardır?

TOKİ; öğünerek iddia ettiği gibi keşke 15 şehir kursaydı ! Hiç olmazsa ifsadı bu 15 şehirle sınırlı olurdu. Oysa ki; (kendi beyanına göre) 81 il ve 1420 ilçede toplu konutlar yapmış. Yazımıza uygun bir deyimle; 81 il ve 1420 ilçede “toplu ifsat”.. Tüm şehirlerimizin ‘TOKİ konut virüsü’yle ifsadı…

Bütün hücumlarımıza rağmen muhtemel bir şerh düşmekte de fayda var: TOKİ’nin bu cümlesinin somut tezahürlerini merakla bekliyoruz.

Modern zamanlarda “toplu konutların dışında yaşama mekânları oluşturulabilir mi?” sorusunu bile sormaya tahammül edememenin sonucu gelinen şehirleşme ve toplumsal dokuya Üstad Necip Fazıl’ın “Apartman” şiiriyle temas edersek:

“Üst üste insan türü,
Bu ne hayat, götürü!
Yakınlıktan ötürü
Kaçıp gitmiş yakınlık...”

Muhakkik Mimar Turgut Cansever’den bir şehir tarifi okuyoruz: “Şehir, ahlakın, sanatın felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığın anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur…”

Müthiş ! Şehrin en üst idrakte anlamı budur işte: İnsanın bu dünyadaki vazifesini, varlığın anlamını tamamladığı ortam..

Gene Cansever, varlık tasavvurunun mimari ve sosyal taleplerle ilişkisine dikkat çekiyor:

“Varlığın bütünlüğünü kapsayan yaradılışa ait kozmik, metafizik tasavvurumuz ve bu tasavvura ait kuvvetler hiyerarşisine ilişkin inançlarımız, her kararımızın temelini oluşturduğu gibi üslubu da vücuda getirir….

Burada insan-konut-toplum, vs. ilişkilerine girmek istemiyoruz. Öncelikle ilgililer ve TOKİ, merak edip Turgut Cansever’in başta İslam’da Şehir ve Mimari isimli eseri olmak üzere diğer eserlerine zahmet edip göz atarsalar, biraz olsun vebalden kurtulurlar.

Cansever, 1980’lerin başında hem muhtemel tehlikeye dikkat çekiyor hem de (insanın yaşama mekanı konusunda kafa yoramayacaklara) kolay ve basit bir formül teklif ediyor: “Bugün Cumhuriyet tarihinin en büyük inşaat ve ev programı harekete geçirilmek üzeredir. Bütün değer sistemlerini şuurla diğer ilgili saha meselelerini de halledecek şekilde yeniden kurmak, bu dev yatırım programını ev mimarisine üslup özelliklerini kazandırarak gerçekleştirmek bir vazife ve zarurettir.

Ev Mimarisinin üslup meselesinin başarılı çözümleri yakın tarihe kadar devam edegelmiş olan Türk-Osmanlı Anadolu ev mimarisinin mahallî an’anelerinde mevcuttur. Meselenin en dolaysız, doğru, gerçek ve başarılı çözümü bu mahalli ev mimari an’anelerini, bazen gerekli olabilecek teknolojik gelişmeleri de yaparak devam ettirmektir. Böylece Türk toplumu şahsiyetini, yaşama üslubunu ve şahsiyetli bir mimarî çevreyi yeniden kurabilecektir…”

Tekrar edelim: Maalesef TOKİ eliyle böylesine bir tarihi fırsat heba edildi. Hebanın da ötesinde TOKİ adeta, “Toplu Katliam İdaresi” şeklinde hareket ederek, “örnek toplu yerleşim”lere değil “örnek toplu yerlebir etme”lere, yol açtı.

TOKİ, 2009 yılının sonunda, garabet bir şekilde Osmanlı ve Selçuklu dönemi konut mimari özelliklerini yansıtan mahalle...”leri hatırlayıp, “nostaljik” biçimde oluşturmaya çabalayacağına, 25 yıl önceden bugünlere seslenen Cansever’e kulak verseydi, faili olduğu “toplu katliam”lar yerine “toplu ihya”lara sebep olabilirdi.

Kime ne söylüyoruz? Veya kime kimden bahsediyoruz?

Hz. Mevlâna’yı hatırlıyoruz: “Hikmeti ehil olmayana söyleme, hikmete yazık etmiş olursun. Ehlinden de saklama, ehline yazık etmiş olursun !”

Hz. Mevlâna’nın uyarısına rağmen, affına sığınarak dilimizi tutamayarak gene de söyledik.

Çok geç kalındı. Şehir katliamları artık durdurulamaz aşamaya geldi ama gene de, şehir yöneticileriyle birlikte TOKİ’nin önce, “imkanları”nı geliştirecek değil “idrakleri”ni değiştirecek “terbiye”ye ihtiyacı var!

Aksi halde devlet eliyle şehir katli’ne devam ederler… Devam da ediliyor zaten..

Modern şehirlerimizde yapılan büyük toplu konutlar ve özellikle kamu binalarının belki de yüzyılları aşan bir kalıcılığı olacağı düşünüldüğünde, “model olma” kalite ve vasıfta inşa edilmeleri gerekmiyor muydu, gerekmiyor mu ? Ha keza diğer yapılar ve özellikle de binalar da öyle değil mi? Bugün, kooperatif tarzındaki toplu yapılardan tutunuz da devletin TOKİ eliyle inşa ettiği toplu konutlara baktığınızda “toplu mezarlık”lardan farkı var mıdır dersiniz?

Hem de öyle bir toplu mezarlık ki ! İnsana ürperti veren türden !

TOKİ ne yaptığına ve ne yapacağına bir de bu “veche”den yâni perspektiften bakabilir mi dersiniz?

TOKİ’nin 81 ilde yaptıklarına, hemen yanıbaşımızda da Trabzon’daki toplu konutlara bu gözle bakmaya ne dersiniz?

Son bir not: Önceki yazımızı okuyan “zahid” bir dostumuz “Niçin böyle yazıyorsun? Mezbeleliklerden toplu konutlar, gecekondulardan yaşanılar mekanlar çıkaran TOKİ değil mi?” diye sormuş ve bu konutların “yeni sosyal ilişkiler zemini açtığı”ndan bahsetmişti. Yazımızı okuma zahmetine katlanılır mı bilmem ama, sorunun cevabı yazımızın içerisinde. Kaotik bir zihniyete işaret etmektir muradımız.

Son söz: Betonlaşmış kafaların “hazır beton”larında hayat sürmek, “hayattan muhacir” yaşamaktır.

(Günebakış, 14 Ekim 2009)

6 Ekim 2009 Salı

ŞEHİRDE SADO-MAZOŞİST EĞİLİMLER ve TOKİ (I)

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bir insanı katletmekle, bir şehri katletmek arasında fark var mıdır?

Aslında yok!

İnsanın katli “büyük suç”tur ama şehrin katli, farkına varılamayacak şekilde tedrîcen gerçekleşen, belki de uzun yıllar sonra ancak anlaşılabilecek, farkına varılabilecek ve suçluların zor belirleneceği bir katliamdır. Esef verici olanı da şudur ki; yıllara yayılan katliam ve suç, sonunda “zaman aşımı”na uğruyor, ortadan kalkıyor ve suçlular beraat ediyor.

Elbette ki “Şehir katli”nden düşmanların, yabancıların şehri işgal ve istila edip, yakılıp yakılmasını kasdetmiyoruz. Kastımız; şehre yaptıklarının “niçin”i ve “nasıl”ının hesabını veremeyenlerin, önünü göremeyenlerin “şehre hizmet” adına yaptıkları kötülüklerin sonuçta “katliâm”a dönüşmesi…

Birinde katliam, suç sabitken; diğerinde katliam zamana yayılıyor… Şehre yapılan “seyir halinde katliam…” Dinamik, hareketli ve suç ortaklarını her nesilden bulabilecek, içerisine dahil edebilecek bir süreç.. İşlenen bir suçun, gelecek nesillerce de, suçu “ilk işleyen”lerin mirasçısı olarak devam ettirilmesi…

Şehri tedricen katl… Adım adım, derece derece, yavaş yavaş… Bu hal, yâni şehrin imal, inşa ve ihya edilecek her yerine istilâcılar gibi saldırarak şehri tedrîcen katletmek, dışa vurulmuş bir sado-mazoşizmdir. Sado-Mazoşizm; yâni hem kendine, hem de başkasına eziyetten hoşlanma, zevk alma hali.. Bu sado-mazoşizmin doğrudan ortakları olduğu gibi; tüm şehir halkı, kayıtsız bir biçimde seyircidir ve dolaylı olarak bu katliamlara ortaktır.

Bu katliam ve sado-mazoşizm, çoğu kez şehrin “dönüşmesi” adına yapılıyor. Adına “kentsel dönüşüm” dediğinizde katliam ve suç da ortadan kalkmış oluyor ! Katlediciler, sado-mazoşistler alkışlanıyor !

Bu tesbitlerimizden sonra ülke haritamıza baktığımızda…

Şehirlerimizi “dönüştürme” adına nasıl bir “katl çığırı” açtığının farkında olmayanların en mâhiri devlet kuruluşu TOKİ… “2003-2009 yılları arasında ‘planlı kentleşme ve konut üretimi’ programı kapsamında başlattığı”nı söylediği ‘konut seferberliği’nde “kaç tane” konut yaptığıyla övünüyor: “81 İl 641 ilçe, 1.420 şantiyede 386 bin 736 konut. Bu rakam 100 bini aşkın nüfuslu 15 adet şehir demektir.”

Müthiş ! Neye sebep olduğunun, ne yaptığının farkında mıdır TOKİ? 15 adet şehir, antik çağların 15 site devleti demek…

Devam ediyor TOKİ: “Yerel yönetimlerle müştereken başlattığımız büyük kapsamlı Kentsel Yenileme Programı doğrultusunda 148 Belediye ile toplam 162 bin 886 konutluk gecekondu dönüşüm çalışmaları yapılarak, 81 bölgede 40 bin 33 konutluk uygulama başlatılmıştır.”

TOKİ’nin diğer “marifet”lerinden bahsetmeye gerek yok.

TOKİ; neredeyse modern çağda bir ülke kuracak büyüklüğe erişen bu devasa uğraşında “örnek yerleşim birimleri oluşturmaya, tarihi doku ve yöresel mimarinin geliştirilmesi”ne ağırlık vermiş ve verecekmiş.

Gülsek mi ağlasak mı, dövünsek mi, çıldırsak mı, yoksa intihar mı etsek? Bilemiyorum. Çünkü bu “yaptığından habersiz” ifadeler karşısında insanın “hayattan iltica” etmesi kaçınılmaz gibi.

TOKİ adeta marifetlerini ortaya dökeyim derken, (anlayanlar için) “şecaat arzederken sirkatin söyler” tarzında birinci ağızdan katliam hikâyelerini anlatıyor.

Nasıl mı? Söyler misiniz TOKİ’nin bugüne kadar ürettiğini söylediği 386 bin konut ve diğer yapılarının hangisi size “tarihi doku, yöresel mimari ve örnek yerleşim birimi”ni yansıtıyor? Bunlardan en küçük bir iz var mı kurduğu 15 şehirde ? Tam aksine, hiçbir mimari değeri olmayan, hiçbir tarihî, yerel ve estetik çizgiler taşımayan, bildiğimiz o sıradan apartmanların seri şekilde devamından başka bir şey değil yaptıkları.. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “Moğol ordugâhları!” üretmeye devam..

Oysa böyle mi olmalıydı?

Devlet öncülüğünde yapılacak “şehir dönüşüm” çalışmalarının nasıl bir “tarihî mes’uliyet”i ihtar ettiğinin bilinciyle hareket ederek, sadece bugünkü değil, gelecek nesillere de örnek olabilecek “yapı tasarımları” ortaya konulabilmeliydi.

Gelelim toplu konutların modern şehirle ilişkisine…

Aslında modernizmin kamusal alandaki en belirgin ve müşahhas yüzüdür toplu konut ve apartman… 20. yy. ilk yarısında şehirlere akın eden, fabrikalarda “iskan” edilmek zorunda kalınan insan kütlelerinin acil barınak ihtiyacına bir çözüm olarak zirveye çıkmış olan toplu konut ve apartman modeli daha sonra sosyalist ülkeler tarafından da devralınmıştı. Hiçbir insanî özellik ve değer taşımayan, insanları istif hale getiren yığınlardan ibaret bir “yaşama biçimi”… İnsanımız toplu konutlarda o derece terbiye edildi ki bugün istif olmak ve istif edilmekten sado-mazoşist bir haz alır hale gelindi.

Aslına bakılacak olursa bu görünen yüz, yeni hayat modeliyle birlikte eski yaşama ve yerleşim düzenine kökten bir “unutuş”u içerisinde barındırıyordu. TOKİ ise bunun en güncel versiyonunu temsil ediyor. Zihniyet aynı ! Muhteva aynı ! 1930’ların Türkiye’sinde tek parti programındaki deyimle: “Usûl beynelmilel üslup Türk”. Toplu konut; bunun cilalanmış ve 2000’li yıllara uyarlanmış hali… Ama ruhen köhne bir zamanı temsil ediyor: İkinci dünya savaşı, fabrika, sanayi, emeğin sömürülmesini temsil ediyor toplu konut.. Ama şimdi o kadar olağan hale geldi ki bu tür yerleşim tarzı, kimsenin hiç bir itiraz edecek mecali kalmadı. Çünkü kimsenin hiçbir örneği, modeli yok.

İnsanın zihniyet dünyası işgal edildi, bu konuda yeni şeyler düşünecek boşluk bırakılmadı. Devlet eliyle tutsaklık bu olsa gerek. Yâni TOKİ eliyle kuşatılmak..

Önümüzdeki yazıda konuya devam edeceğiz…

(Günebakış, 7 Ekim 2009)