Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Bir şehrin konuştukları, tartıştıkları, önem atfettikleri, dertleri, zevkleri, heyecan kaynakları; o şehrin “enerjisini nereden aldığı ve nereye harcadığı”nı gösterir. Giderek de bir gelenek oluşumuna temel teşkil eder. Onun için şehrin konuştuklarında, tartıştıklarında ‘tesadüfe yer olmamalı’, kendine ait olmayan, kendini ait hissetmediği alanlarda enerjisini harcamamalı. Kendini konjonktüre hapsetmemeli.
Bu anlamda futbol, şehrimizde öncelikli önem atfedilen, ‘değer’ kabul edilen, neredeyse ‘kimlik’le özdeşleştirilen, gürültülü ve baskın bir biçimde öne çıkarılan bir “enerji tüketim alanı” olarak herkesi içerisine çekici bir etkiye sahip.
Yerel medyada futbola ayrılan sayfalara, ekranlara, ve de bu çerçevede yapılan yorumlara şahit olunca, antik çağın site devletleri arasındaki ölüm-kalım savaşlarını, birinci ve ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri hatırladım. Şehrimizdeki futbol tartışmalarının önceliği, dozu ve düzeyi, neredeyse “insanın varoluş davası” haline geliyor. Yâni “futbolsuz oluşun olmadığı bir hayat.” Dünyanın bir bölümü bir diğer bölümü tarafından işgal ve imha edilirken bile bu denli tartışmalar herhalde yapılmamıştı (!) Futbol yorumcularını okuyup, dinledikçe (böyle bir alışkanlığım yok) insanın “şehrimizin tek gerçeği, tek meselesi ‘futbol’muş” diye düşünesi geliyor. Şehrimiz için hayatî bir mesele konuşulurken bile konu futbola gelince, bütün yoğunluk ve önemin hayatî meseleden futbola kaydırılması da şehrin gerçeklerinden…
Şehrin baskın gerçeğinin “futbol” olduğunu görünce biz de Ashab-ı Kehf gibi oluyoruz. Kendi şehrimizi tanıyamıyoruz, şehrimizde konuşulanları, yapılıp-edilenleri görünce şehrimize yabancılaştığımızı hissediyoruz. Aslında “yabancılaşma” değil bu. Şehrin sun’i ‘meseleleri’ne yabancılaşma… Bir anlamda kendine “yakınlaşma”… Konjonktüre hapsolmama…
Futbolun Trabzon’da şehrin büyük çoğunluğu için “hayat iksiri” oluşu ve bu yönde uzun yıllardır dökülen ter, eğer şehrin yeniden medeniyet temelli imar, ihya ve inşasına harcansaydı ortaya yeni ve model bir “medeniyet şehri” çıkardı herhalde.
Abartmıyoruz! Sebep ve sonuç olarak böyle olduğunu düşünüyoruz.
Gelelim yazımızın başlığına… Trabzon’un enerjisinin şehrin “idrak” ve “inşa”sına hiçbir katkısı olmayan futbola akıtılması; şehrin “asıl düşünmesi” gereken meselelerinin düşünülmediği, “ihtiyaç” kavramının maddi çerçeveyi aşamadığı bir şehirde, bana hayali bir şehir halkı olan Abderalıları hatırlattı.
Niçin ? Abdera halkı ile şehrimiz insanlarına giydirilen futbol gömleğinin oluşturduğu bir hayat tarzı, mesele sorgulama usulû, yâni bir zihniyet benzerliği var sanki…
Batının 18. yüzyıl düşünürlerinden C.M. Wieland’ın “Abderalılar” isimli romanını okuyanlar bilir. Okumayanlar için bir bölümünü özetleyerek yazımıza konu edelim.
Aslında sadece kendi şehrimiz için değil, tüm şehirler için de “şehrin enerjisinin nereye akıtıldığı”na örnek teşkil edecek Abderalıların romanı okunmaya değer…
“Abderalılar” kitabına, yazımızla ilgili bir soru ile başlıyor Wieland: “Trakya’daki Abdera şehrinin nasıl kurulduğundan, başına neler geldiğinden bize ne?’ diyecek okuyucular. Abdera bizi ne ilgilendirir? Çoktan, yeryüzünden silinmiş bir şehir, ne zaman, nasıl, nerede, niçin, kimin tarafından, ne gayeyle kurulmuş, bunu bilsek ne olur, bilmesek ne olur?”
Wieland, biraz antik esintilerle efsanevî hale getirdiği Abdera şehrinde antik dönemlerin bilgelerini de yaşatır ve konuşturur. Bunlardan birisi de Demokritos’tur. Ancak Abderalılar bilge Demokritos’un mesajlarına, düşüncelerine itibar etmezler, değer vermezler, karşı çıkarlar. Genç yaşında şehrin zenginlerinden olan babasını kaybeden Demokritos kendisine kalan mirası “ruhunu yüceltme aracı olarak kullanmaya” karar verince Abderalılar, “insanın karnı, midesi ve diğer uzuvları dışında, ruhunun başka istekleri olacağını akıllarının köşesinden geçirmezlerdi. Bu bakımdan, hemşehrilerinin bu acaip düşüncesi onlara epeyce şaşırtıcı gelmiş olmalıdır. Fakat Demokritos bu konuda kimsenin lafına kulak asmadı… Dünyanın gidilebilen bütün ülkelerini, adaları gezdi ve yıllarını bilgisini, kültürünü artıracak seyahatlerle geçirdi…” Demokritos bütün bu gezdiği şehirlerde “bütün bilgilerinden üstün tuttuğu bir husus da, kalmaya değer bulduğu her yerde, oranın en bilge ve en seçkin insanlarıyla tanışmış olmasıydı.”
Demokritos, yirmi sene sonra kendisini hemen hemen unutmuş olan Abdera’ya geri döner. Şehri için önemli olduğunu düşündüğü hususları onlara anlatmaya, gezdiği gördüğü yerlerdeki bilgilerini Abderalılarla paylaşmaya çabaladıysa da hemşehrileri onu asla dinlemediler. Demokritos ise onlara baktı, “Abdera’da olduğunu hatırladı ve sustu !”
Daha sonra Abderalı’larla birçok diyalogları olur Demokritos’un. Hatta bazen (Wieland:) “canı Abderalılarla biraz eğlenmek de ister. Onların toplu haylazlıklarına kızmayacak kadar aklı başında bir insandı.”
Gelelim Abderalılar’ın özet hikayesine…
Abderalılar, bir rivayete göre bizim coğrafi sınırlarımız içerisinde Trakya’da yaşamış ve kaybolmuş bir topluluk. Bir Abdera Vatandaşı olan Demokritos, genç yaşında ayrıldığı şehrine önemli birikim, tecrübe ve kabiliyetleriyle döner ve “şehrine hizmet” etmek için var gücüyle uğraşır. Ancak kendisini dinleyen kimse yoktur. Çok hayatî meselelerden bahsetmesine rağmen, şehir halkı “zihinlerini yoran” bu adamı dinlememektedir. Zihin yormayan, sadece refleksleriyle hareket etmek onlara daha bir haz vermektedir. Kendi konularından, eğilimlerinden, tartışmalarından, zevklerinden, dertlerinden memnundurlar. Hiç kimseden akıl almaya ihtiyaçları yoktur.
Wieland, sözün burasında Abderalılar’ın “Eşeğin Gölgesi Davası” isimli hikayesini anlatır. Anlatmadan önce “Mesele, bütün büyük dünya olayları gibi, incir çekirdeğini doldurmayacak bir vesile ile başladı. “ diye bir not düşer ve hikâyeyi anlatır (özetleyelim) :
“Sıcak bir gün meşhur bir diş doktoru Abdera’dan başka bir şehre gitmek için bir eşek kiralar. Diş doktoru eşeğe binmiş, eşek sahibi önde yola çıkarlar. Epey giderler. Kavurucu öğle sıcağında dinlenmek için dururlar. Diş doktoru eşekten iner ve sıcaktan korunmak için “eşeğin gölgesi”ne sığınır. Bunun üzerine eşeğin sahibi, diş doktorundan “eşeğin gölgesinden istifade ettiği için” ek ücret ister. Doktor eşek sahibine kızar. Aralarında müthiş bir tartışma başlar. Eşek sahibi “sadece eşeği kiraya verdiği”ni, eşeğin gölgesini kiralamadığını ve ek ücreti mutlaka vermesi gerektiğini ısrarla tekrar eder. Aralarındaki tartışma kavgaya dönüşür.
Ertesi gün, oradan geçmekte olan bir yolcu kervanı onları yarı ölü bir halde bularak Abdera’ya geri dönerler. Dişçi ile eşek sahibi arasında “eşeğin gölgesi” dava konusu olur, yargıya taşınır.
Olay bununla da kalmaz. Şehir halkı konudan haberdar olur ve tartışma yayılarak alevlenir. Önce mahkeme heyetinde hakimler ve savcılar ikiye bölünür. Kimine göre eşeği kiralayan diş doktoru, kimine göre eşek sahibi haklıdır.
Şehir halkı da ikiye bölünür. Şehirde karşılıklı nümayişler, protestolar, yürüyüşler başlar. Siyasi partiler, sivil toplum örgütleri de “açıklamalar” yaparlar. Hem eşek sahibine, hem de kiralayan diş doktoruna destek ve katkı verirler. Olay giderek şehri aşar ve ülke geneline yayılır. Parlamentoda, silahlı kuvvetlerde de tartışmalar, kavgalar başlar.
“Eşeğin gölgesi davası” o hale gelir ki, ülkede olağanüstü ilgi uyandırır, ‘sohbetlerde başka şey konuşulmaz olur. Kimi dişçiyi, kimi eşek sahibini, hatta eşeğin tarafını tutanlar da vardı.” Wieland “tek kelimeyle, eşeğin gölgesi bütün Abdera üzerine düşmüştü ve dava ancak devletin ve cumhuriyetin kurtuluşu sözkonusu olsa görülecek bir heyecan, gayret ve ilgiyle takip ediliyordu…” der. Devam eder: “Son derece önemsiz bir konunun nasıl olur da bütün Abdera şehrini girdabına çekecek kadar önemli bir hale geldiği.. Abderalıları tanımış olanlar için bu asla şaşırtıcı değildir..”e vurgu yapar.
Sonuçta ne mi oldu ?
Dava sonuçlanacağı gün eşek mahkeme götürülürken, bunu gören Abderalılar birden bütün bu başlarına gelen olayların sebebinin eşek olduğunu hatırlarlar ve birden eşeğin üzerine saldırırlar ve zavallı hayvancağızı paramparça ederler. Olayın sonunu Wieland anlatıyor: “ Mahkeme de ‘eşek ortadan kalktığına göre’ der iki tarafın masrafları, uğradıkları zarar ziyan devlet bütçesinden karşılansın, ancak hem davacı, hem de davalı bu mesele hakkında bir daha ebediyen konuşmasın; zavallı eşek için ise, hem bize, hem torunlarımıza, büyük ve müreffeh bir şehrin/cumhuriyetin bir eşek gölgesi uğruna nasıl yıkılacağını gösterdiğinin ebedi hatırası olarak, masrafları devlet kasasından ödenmek üzere bir anıt dikilsin..”
Sonra… Olay destan haline gelir ve şarkı halinde heryerde söylenmeye başlanır. Dram yazarı Thlaps, konuyu tiyatroya taşır. Abdera halkının her iki kesimi de sanki kendileriyle ilgili hiçbir şey yokmuş gibi, tiyatroyu seyrederken katıla katıla gülerler.
Bir arkadaşının ısrarıyla oyunu seyretmeye giden Demokritos, oyundan sonra bütün eşyasını toplayıp Abdera’dan ayrılır, kimseye nereye gideceğini söylemez. O zamandan sonra kendisinden bir daha haber alınmaz.
Olayın burasının bir başka versiyonu da şu şekildedir:
Demokritos ‘Eşeğin gölgesi’ hikâyesini anlatıp hızla yola koyulur, Abdera’yı terkeder. Bütün bir Abdera şehir halkı Demokritos’a “Sonunda ne oldu? Eşeğe ne oldu ? Eşeğin gölgesi davası nasıl sonuçlandı? “ şeklinde sorular sorarlar. Demokritos, tekrar geri döner ve :
“Abderalılar ! Size şehre dair çok önemli şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz, alışkanlıklarınızı sürdürdünüz. Şimdi de anlattığım hikâyedeki eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Ne sizin bu durumunuzla ilgili fikrimi söyleyeceğim, ne de eşeğin gölgesinin ne olduğunu…” diyerek yürüyüp gider.
Hikâyemiz böyle…
Wieland diyor ki: Abderalılar hiçbir millet, ‘ağaçlardan ormanı görmemek’ özelliğinde onların eline su dökemezdi.. Fakat şu iyi taraflarını da kabul etmek lazım, aralarından biri, hiç kimse daha önce söylemediği halde, herkesin söyleyebileceği bir şey bulup söyleyince, hepsi derin bir uykudan uyanmış gibi olurlar, burunlarının önünde duran şeyi nihayet fark ederler, onu daha önce nasıl olup da görmediklerine pek şaşarlar….
Gelelim: Kıssadan Hisse’ye:
Tarihsel gerçekliğini bütünüyle bugüne taşıyamasa da, izler taşıyan şehrimize, Wieland’ın bir kurgu şehri ve halkı olan Abdera ve Abderalıları hatırlatmak; “nelerle meşgul olması gerekirken, nelerle meşgul olmadığı”na işaret etmek bakımından önemlidir diye düşünürüz.
Çözülmeye başlayan bir şehir halkının tartıştıkları, taşıdıkları ve taşırdıkları o şehrin “varlık sebebi”ne yabancılaşıp yabancılaşmadığını ortaya çıkarır.
Şehrimizin “ne ile uğraştığı” gelecek nesillerin “ne ile uğraşmaları gerektiği”nin de işareti niteliğindedir.
Onun için bağlamından kopmuş bir “futbol” cinnetinin veya bir başka “enerji tüketim mahbesi”nin bütün bir şehri, hatta ülkeyi nerelere kadar götürebileceğini bir de Wieland’ın “Abderalılar”ından aktaralım istedik..
(Günebakış, 21 Ekim 2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder